7 Temmuz 2017
Sayı: KB 2017/26

AKP iktidarının savaş ve işgal histerisi
Kürt kentleri neden yıkılıyor?
Suriyelilere yönelik saldırılara dair…
Nuriye ve Semih’i yaşatacak olan, sokakların gücüdür!
“Kitlelerin tepkisi, yolunu bulduğunda patlayacaktır!”
Kamu emekçilerinin İstanbul’daki direnişi sürüyor
“İşçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şey!”
Yazaki’de direniş ve gözaltı saldırısı
TİS ve grev süreçlerinin ardından işçi kıyımları artıyor
Vahşi kapitalizmin pençesinde kıvranan dünya
Kıbrıs sorunu: Çözümün engelleri, çözüm gücü olamaz!
Sömürü çarklarında öğütülen kadın işçiler
“İşçilerin söz ve karar hakkı olmazsa iş cinayetlerini azaltamazsınız”
İş cinayetlerinin son bulması için mücadeleye!
Mesleki teknik eğitimde sömürünün adı: Tematik Lise
Sınıf devrimcilerinden 2 Temmuz anmaları
2. Enternasyonal ve revizyonizm
İnsanlık tarihinde kısa bir öykü: Taşköprü
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Vahşi kapitalizmin pençesinde kıvranan dünya

 

Rosa Luxemburg 100 yıl önce, insanlığın önünde “Ya sosyalizm, ya barbarlık” biçiminde, üçüncü bir yolu olmayan net bir ikilem olduğunu dile getirmişti. Zira 20. yüzyılın başlarında kapitalizm emperyalist aşamaya geçmiş ve sistemin genel bunalımı başlamıştı. Kapitalist emperyalizmin yapısal sorunları ve çelişkileri her alanda keskinleşip ağırlaşmıştı. Ekonomik bunalım ve egemenlik mücadelesi emperyalist bir dünya savaşını hazırlamış, 1914 yılına gelindiğinde ise insanlık, ilk emperyalist dünya savaşının büyük dehşet ve yıkımıyla tanışmıştı.

Rosa’nın, 20. yüzyılın başında, bunalımların ve savaşların ateşi içinde, insanlığın ve uygarlığın önüne, ya sosyalizmin zaferi ile kurtuluş ya da barbarlık içinde yok oluş biçiminde ortaya koyduğu seçenek bugün çok daha büyük bir aciliyet ve yaşamsal bir önem kazanmış durumdadır.

21. yüzyılın başlarındayız. Kapitalizm sınırlarına dayanmış ve insanlık yol ayrımına gelmiş bulunuyor. Dünya işçi sınıfı ve emekçi halkları bir an önce inisiyatifi eline almazlarsa, insanlık, uygarlık ve doğa hızla yok oluşa doğru sürüklenmekten kurtulamayacaktır. Zira dünyamızın hiç bu kadar riskli olmadığı, hemen tüm alanlarda tehlikenin bu boyutta büyümediği gerçeği artık herkesçe kabul ediliyor. Dünyamız ve üzerindeki canlı yaşam kapitalist emperyalist barbarlık sonucu tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar devasa yaralar almış, bazı konularda dönüşü olmayan sonuçlar oluşmuş bulunuyor. Barbarlığın durdurulmaması halinde insanlıkla birlikte sadece tüm canlı yaşam değil, gezegenimiz de yok olmaya doğru yol alıyor. Bilim insanları sayısız bilimsel araştırma ve olgularla bunun sayısız verilerini de ortaya koymuş bulunuyorlar.

Bugünün dünyasına damgasını vuran temel olaylar ve bu olayların yol açtığı sarsıcı ve yıkıcı gelişmeler ve sonuçlar yukarıda söylenenleri kanıtlayacak nitelikler taşımaktadır.

Kapitalist barbarlıkla yok oluş ya da sosyalizmle kurtuluş

Ekonomik boyutu öne çıksa da kapitalist dünya çok boyutlu ve çok yönlü bütünsel bir kriz içindedir. Emperyalist hegemonya krizi, bunun sonucu olarak emperyalist nüfuz mücadelelerinin kızışması, militarizmin, saldırganlığın ve savaşların olağanlaşmasına iklim krizi, gıda krizi, enerji krizi, su krizi, yönetememe krizi, büyük çaplı zoraki göç krizi, kitle imha silahları, insan kaynaklı çevre felaketleri, ekolojik bozulma, biyolojik çeşitliliğin azalması, ekonomik eşitsizlik, toplumsal kutuplaşma, servet-sefalet uçurumu vb. olgular da eklenince insanlığın karşı karşıya kaldığı felaketin boyutları daha net anlaşılır hale gelmektedir.

Yüzlerce uzman tarafından hazırlanan Dünya Ekonomik Forumu “Küresel Riskler” raporu bu konularda çarpıcı bilgiler içeriyor. Tüm bu olgular kapitalist dünyanın içinde bulunduğu çok yönlü krizin yansımalarıdır.

Kapitalizmin sözü edilen bu kriz sarmalları ve onların sonuçları karşılıklı olarak birbirini besleyip tetiklemekte ve giderek daha da azgınlaştırmaktadır. Tüm bunlar da gösteriyor ki kapitalizm insan ve doğayı hoyratça sömürüp yağmalamadan, yıkıma sürüklemeden yol alamıyor. Ama artık sınırlarına da dayanmış, insanlık ve uygarlık için büyük bir tehdit haline gelmiştir. Tıkanan ve sürdürülemez hale gelen sistem, envai çeşit sorunları çığ gibi büyütmektedir. Neden olup ürettiği ve insanlığın başına musallat ettiği hiçbir sorunu çözemediği gibi bunlara sürekli yenilerini eklemektedir.

Bundandır ki “Artık dünyada hiçbir şey yolunda gitmiyor”, “İnsan soyu ve gezegenimiz tehlikededir” gibi cümleler, dünyayı yöneten kimi asalaklar takımı da dahil artık herkesin dile getirdiği sıradan gerçeklerin ifadeleridir.

Emperyalist kapitalizm insanlığı ve canlı yaşamı sadece yoksulluk, açlık, hastalık, nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar üreterek, savaşlara daha yaygın başvurarak tehdit etmiyor. O, aynı zamanda doğanın hoyratça yağmalamasının bir sonucu olarak muazzam düzeyde bir iklim ve çevre sorununu yaratarak gezegeni büyük bir felaketle yüz yüze getirmiş bulunuyor. Kapitalizmin aşırı kâr güdüsü sadece emeği değil, doğayı da metalaştırıyor. Doğanın metalaşması ve sınırsızca sömürülmesi ise ekolojik yıkımı koşullamakta, doğayı ve yaşamı yıkıma sürüklemektedir.

Çok yönlü krizler ve sonuçları

Daha dün, 1989’da Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra “tek kutuplu dünya”nın ortaya çıktığını ve ABD’nin dünya çapında politikayı biçimlendirebilecek ve dünyanın kaderini belirleyecek tek güç olduğunu, önündeki engellerin “Doğu Bloku”nun yıkılışıyla ortadan kalktığını, diğer güç odaklarının ise ABD’nin dünya liderliğini kabul etmekten başka seçeneklerinin kalmadığını ilan etmişlerdi. Liberal-kapitalist ekonomik modelden başka bir alternatifin bulunmadığını, dolayısıyla sınıf çatışmalarının da son bulduğunu da iddialarına eklemeyi ihmal etmemişlerdi.

Ne var ki bu palavraların ömrü çok kısa oldu. Artık tek kutuplu dünyadan ve liberal kapitalist ekonominin alternatifsizliğinden söz eden kalmadı.

İkinci paylaşım savaşı sonrası dönemle başlayan ve ‘70’li yıllara kadar devam eden dönem, kapitalizmin iktisadi canlanma ve büyüme dönemiydi. ‘70’li yıllara gelindiğinde ise kapitalist dünya ekonomisinin soluğu kesilmek üzereydi. Dolayısıyla 2008’de Amerika’da kendini ortaya koyan finansal sistemin çöküşü, ‘70’li yıllardaki krizin devamıydı.

Kapitalist dünyanın yapısal iktisadi bunalımına emperyalist rekabet, hegemonya krizi ve savaşlar eşlik ediyor. Doğu Bloku’nun yıkılışını izleyen I. Körfez Savaşı, ABD’nin sarsılan dünya egemenliğini yeniden güçlendirmek ve rakipleri karşısında inisiyatifini korumak amacına dayalı bir ilk girişimdi ve yeni bir savaşlar serisinin de başlangıcıydı. Somali, Haiti ve 1998’de NATO’nun Yugoslavya savaşı bunun ardından geldi. 2001’de ise “21.yüzyılın savaşları” ilan edilmiş, hemen ardından Afganistan ve 2003’te Irak hedefe çakılmıştı. Bu ülkelere yönelik emperyalist işgal ve savaşlar, -tiksindirici bahaneler bir tarafa bırakılırsa- sistem için ve sistemin jandarması olan ABD için şu ya da bu nedenden dolayı sorun oluşturan ülkelere boyun eğdirmek, bu bölgelerde egemenlik oluşturmak ve bunu pekiştirmek amacı taşıyordu. Bu o dönem ABD ve onun eteğine tutuşan emperyalistlerin ortak amacıydı.

Bu böyle olmakla birlikte, Amerikan emperyalizminin daha stratejik hedef ve amaçları da vardı. ABD emperyalist dünya içindeki hegemonyasını güçlendirmek, kendisine rakip olarak öne çıkma potansiyeli taşıyan öteki emperyalist odakları denetim altında tutmak istiyordu. Gerçek ve potansiyel rakiplerine nefes aldırmayarak, onları kendisine mecbur kılmak, özellikle de Rusya ve Çin gibi emperyalist devleri kendi bölgesel güç sınırlarına hapsetmek ve böylece rakipsiz dünya gücü olmak ABD’nin stratejik hesap ve amacıydı. ‘90’lardan bu yana sürdürülen emperyalist saldırganlık ve savaşların gerisinde ABD’nin rakiplerinin sahneye çıkmasını önlemek ve böylece rakipsiz dünya gücünü korumak vardır.

Bu tutum ve buna dayalı girişimler tek kutuplu dünyanın sonunu ve “yeni” düzensizlikleri getirmekle kalmadı, bir kez daha emperyalist savaşları da insanlığın gündemine sokmuş oldu. Ortadoğu bunun ana sahası haline geldi. Zira Ortadoğu, dünya egemenliği için vazgeçilmez önemdedir ve dünyaya hakim olmanın yolu buradan geçmektedir. ABD, AB, Rusya ve Çin’in Ortadoğu üzerinde birbirleriyle kıyasıya bir hegemonya rekabeti içinde olmaları ve yeni bir emperyalist paylaşım savaşını zorlamaları, bölge devletleriyle kirli pazarlıklara ve anlaşmalara dayalı ilişkiler, stratejiler geliştirmeler bu ihtiyacın bir sonucudur.

Hegemonya krizindeki ve emperyalistler arası ilişkilerdeki sertleşmenin bir sonucu olarak emperyalist dünyada iç saflaşma ve çatışmalar keskinleşmekte, bunun tetiklediği yerel savaşlar yaygınlaşmakta ve dünya savaşı tehlikesi giderek büyümektedir. Ortadoğu ve Asya-Pasifik’teki sıcak gelişmeler emperyalist odakların daha büyük savaşlara hummalı bir hazırlık içinde olduklarını göstermektedir.

Emperyalist kapitalist sistem çok yönlü bunalımını dışarıda saldırganlık ve savaşlara daha fazla baş vurarak, toplumların iç siyasal bünyelerinde ise siyasal gericiliği ağırlaştırarak, dikta rejimlerine geçişe hazırlanarak ve giderek faşizmin kurumsallaşmasının yollarını döşeyerek atlatmaya çalışmaktadır. Zira sosyal hak ve kazanımlara yönelen kuralsız ve insafsız sömürü ve yağmayı kölelik koşullarında sürdürmek hedefi, “teröre karşı mücadele” adı altında demokratik hak ve özgürlüklerin gasp edilmesini zorunlu kılmaktadır.

Sınıfın, emekçilerin ve halkların direnişi

Yukarıda özetlenen tüm bu gelişmelerin yaratacağı kaçınılmaz sonuçlar arasında öne çıkacak olan olgulardan birinin ne olacağını ise sistemin elitleri ve uzmanları itiraf etmektedir. Bu, “sosyal patlama” ve “toplumsal şiddet” olarak tanımlanmaktadır. Gelmesi kaçınılmaz olan büyük sosyal fırtınalardan korktukları ve bunu engellemek istedikleri için, dünyanın egemenleri, “adaletli gelir”den ve “eşitlik”ten ikiyüzlüce de olsa daha çok söz etmek zorunda kalmaktadırlar. Fakat sözü edilen “adaletli gelir” ve “eşitlik” kapitalizmin doğasına aykırıdır ve mevcut haklar da kapsamlı bir şekilde tasfiye edilmektedir. Kendi işçi sınıfına ve emekçilerine onları yatıştırabilecek tavizler vermek olanağını tüketmiş bulunan, var olan kısmi hakları bile artık katlanılamaz yük kabul eden emperyalist burjuvazi, daha sert saldırı paketleri uygulamakta ve daha ağır olanları da uygulamak üzere hazırlamaktadır.

Tüm dünyada çeşitli vaatlerle iktidara gelen düzen partileri, sermayenin reform paketleri adına gündeme getirdikleri kemer sıkma politikalarını uygulamakta, yeni iş yasalarına, emeklilik yaşının yükseltilmesine, toplu tensikatlara ve daha bir dizi yıkım saldırısına onay vermekte, böylece sermaye sınıfının hizmetçileri olduklarını ortaya koymaktadırlar. İşçi ve emekçiler kendi deneyimleri üzerinden bu gerçeği daha fazla görüp anlamaktadırlar. Dolayısıyla dünyanın her yerinde olduğu gibi AB’de de klasik burjuva düzen partilerine, burjuva parlamentolara, parlamenter demokrasiye, seçim sandıklarına gitmeyerek burjuva seçim aldatmacasına karşı inançsızlıklarını yansıtmaktadırlar. Burjuva politikacılara ve liderlere hırsız, mafya, sahtekâr ve dolandırıcı yakıştırmaları da yine bunun göstergesidir.

Bunun içindir ki dünya işçi sınıfı ve emekçileri, emperyalist kapitalist barbarlığa karşı kaderlerini eline alma çabası göstermekte, direnme yolunu tutmakta, kurtulmak için bir çıkış yolu aramaktadırlar. Dünya genelinde işçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve ezilen halkların kapitalist sömürüye ve talana, baskıya ve teröre, emperyalist saldırılara ve savaşlara, doğanın tahribatına karşı yıldan yıla daha geniş kitleler halinde harekete geçmeleri, bu çıkış arayışının ve kurtuluş özleminin ifadesi olmaktadır. Devrimci bir önderlikten, devrimci bir program ve hedeften yoksun bulunsalar da işçiler, emekçiler ve halklar direnme yolunu seçiyorlar. İşçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkların direnişi hemen her ülkede, özgün koşullara bağlı olarak grevler, direnişler, işgaller, genel grevler, kitle gösterileri, isyanlar, silahlı direnişler, gerilla mücadeleleri vb. biçiminde kendini göstermektedir.

Halkların ve emekçilerin öne çıkan bu direnişleri, sosyal-siyasal mücadelelerinin yeni dalgası olmakta, daha büyük sosyal patlamaların gelmekte olduğunu bildirmektedir. Bu durumda, bütün gelişmeleri devrim doğrultusunda örgütlemek için fırsata çevirmek, yarının sert sınıf mücadelelerine her düzeyde ve biçimde hazırlanmak, güncel ve tarihsel bir sorumluluk olarak devrimcilerin önünde durmaktadır.

 

 

 

 

Katar’a yönelik ambargo devam edecek”

 

Geçtiğimiz günlerde batılı emperyalistlerle Katar krizinin tarafları arasında yapılan görüşmelerin ardından Katar, kendisine abluka uygulayan Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve Bahreyn’in sunduğu “talep listesi”ni reddettiğini duyurmuştu.

Dört ülkenin dışişleri bakanları ise 5 Temmuz’da Mısır’da bir araya geldi. Görüşmenin ardından yapılan ortak açıklamada, talep listesine yanıt veren Katar’ın “kayıtsız ve ciddiyetten uzak” tutum sergilediği belirtilirken ambargonun devam edeceği ifade edildi.

Suudi ve Mısır dışişleri bakanlarının yaptıkları açıklamalarda, “talep listesi”ni Katar’ın reddettiğine değinilerek “ambargonun devam edeceği”, sürecin nasıl bir şekilde devam edeceğinin ise önümüzdeki günlerde “uygun bir zamanda” belirleneceği ifade edildi.

Suudi Dışişleri Bakanı Adil el-Cubeyr “Türkiye’nin tarafsızlığını sürdürmesini temenni ediyoruz” ifadelerini kullandığı konuşmasında şunu belirtti: “Katar’a yönelik siyasi ve ekonomik ambargo devam edecek. Uygun zamanda uluslararası kanunlar çerçevesinde ek adımlar atacağız.”

Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şükri ise Katar’ın olumsuz tavrına işaret ederek dört ülkenin çekincelerinin karşılık bulmadığını söyledi. Katar’ın 6 başlıkta adım atmasını beklediklerini ifade eden Şükri; Katar’ın, Körfez ülkeleriyle arasındaki sorunlara dair çerçevenin sunulduğu, Riyad’da 2013 ve 2014’te yapılan iki anlaşmaya tam olarak uyulması vurgusu yaptı. Şükri’nin sıraladığı başlıklar arasında “teröre karşı savaş” demagojisi de yer alırken, öne çıkan bir diğer başlık ise, Mayıs ayında Trump’ın Suudi Arabistan ziyaretinde yapılan Arap İslam-Amerikan Zirvesi’nde varılan sonuçlara uyulması oldu.

 
§