13 Ocak 2017
Sayı: KB 2017/02

Dinci faşist iktidar çark etmeye devam ediyor
Türkiye’nin İncirlik’le imtihanı
Darbe fırsatçılığı sürüyor: OHAL 3 ay daha uzatıldı
Kamu Çalışanları Birliği: İhraçlara karşı direniş mevzilerine!
Kamu Çalışanları Birliği Programı üzerine-2
Kölelik ve sefalet dayatmasına karşı tek seçenek mücadele!
20 Ocak grevi kıvılcım olabilir
Kazanmak için sınıf dayanışması
Petro kimya işçilerinin mücadele tarihine giriş - 1
Günsan Elektrik direnişinin ardından…
Emperyalist güçler arası hegemonya mücadelesi
NATO’dan Doğu Avrupa ülkelerine askeri yığınak
Dünyada işçi eylemleri
Hollanda genel seçime hazırlanıyor
Hollanda’da esnek çalışma ve olmayan grev yasası
Kapitalizm, kriz ve kadınlar
Emperyalist savaşlar ve kadın
“Vardım, varım, varolacağım”
Devrimci kadın önder Rosa Luxemburg’u saygıyla anıyoruz
Nükleer enerji ne kadar güvenli? – I
Asgari ücret değil insanca yaşayacağımız ücret istiyoruz!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht devrim ve sosyalizm kavgamızda yaşıyorlar!

“Vardım, varım, varolacağım”

 

20. yüzyıl, tarihe bunalımlar, savaşlar ve devrimler yüzyılı olarak adını yazdırdı. Yüzyılın başında, kapitalizm belli bir gelişmenin ardından nihayet yeni bir aşamaya, emperyalizm aşamasına ulaşmıştı. Bu gelişme ile birlikte çağ artık emperyalizm çağıydı. Emperyalizm çağı ile birlikte kapitalizm, boylu boyunca genel bir bunalımın içine yuvarlandı. Bunalımı emperyalist ve gerici savaşlar serisi izledi. 1904 Rus-Japon savaşı bunun ilk örneğiydi. Onu, devrimler tamamladı. Bunun ilk örneği ise 1905 Rus Devrimi oldu. İktisadi bunalım ve emperyalist egemenlik mücadelesi militarizmi ve silahlanmayı azdırdı. Sonuçta insanlık, 1914 yılında, ilk emperyalist dünya savaşı ve onun sebebi olduğu büyük acılar ve yıkımlarla karşı karşıya geldi.

Emperyalist savaş sorunları daha da ağırlaştırdı, çelişkileri daha bir keskinleştirdi. Sistemin en zayıf halkası Çarlık Rusya’sı idi ve sistem oradan yarıldı. Önce 1917 Şubat Devrimi ile Çarlık devrildi. Ardından da Bolşevik Parti’nin devrimci önderliği altında birleşmiş işçi sınıfı, yoksul köylülüğün desteğini de kazanarak, büyük sosyalist Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdi.

Sosyalist Ekim Devrimi büyük bir sarsıntıydı; batısı ve doğusu ile tüm dünyada yankı yarattı. Bir yandan Doğu’nun ezilen halklarının uyanışını hızlandırıp, tarih sahnesine çıkmalarına yol açarken, diğer yandan yaşlı kıta Avrupa yıllarca süren bir devrimci çalkantılar dönemine girdi.

Beklenen devrim patlak veriyor

Bunalımın yıkıcı etkilerinin en çok hissedildiği yerlerden biri de Almanya idi. Emperyalist savaş yaşamı işçiler için çekilmez hale getirmişti. Açlık ve işsizlik gibi sorunlar can yakıyordu. Diğer ülkelerden sınıf kardeşlerini boğazlamaları için büyük kafileler halinde cephelere sürülmek istenmeleri, tümüyle haksız, gerici ve emperyalist nitelikli bir savaşın kanlı planlarına alet edilmeleri bardağı taşıran damla oldu. Mücadeleye atılmak kaçınılmaz hale geldi. Almanya bir anda işçi grevleri ve direnişleri ile sarsılmaya başladı. Bunları Almanya’nın pek çok yerinde işçi, asker ve çiftçilerin gerçekleştirdikleri siyasal kitle gösterileri tamamlıyordu. Adeta bir kaçınılmazlıkla devrimi mayalıyorlardı. Almanya bir boydan bir boya bir devrimci çalkantılar ülkesi oldu. Mücadele giderek bir sınıf mücadelesine dönüştü.

Almanya’da işçi sınıfının uyanmasını, asker/denizci ve çiftçilerle birlikte ayaklanmalarını tetikleyen sadece iktisadi yıkım ve savaş değildi. Büyük sosyalist Ekim Devrimi de onların uyanmalarında, harekete geçmelerinde ve Bolşeviklerin beklediği devrimin, yani 18 Kasım Devrimi’nin patlak vermesinde çok büyük rol oynadı. Alman işçi sınıfı, asker ve çiftçileri Ekim Devrimi’nin deneyimlerinden, somut olarak da işçi, köylü ve asker sovyetlerinden çok etkilenmişti. Kiel’de donanma erleri ayaklandı, işçilerle birlikte sokaklara hakim oldular. Bir işçi ve asker konseyi kurdular. Münih’te ise bir işçi, asker ve çiftçi sovyeti kuruldu.

İşçi sınıfı her yerde tüm gövdesi ile mücadele sahnesindeydi. Her yerde deyim uygunsa ordular halinde savaşıyordu. Kısacası Almanya’da, Lenin’in deyimi ile her şey vardı ve her şey yapılabilirdi. Ne var ki ve ne yazık ki Almanya’da işçi sınıfı devrim için hazırlıklı değildi ve devrimci çalkantıları merkezileştirip iktidar hedefine yönelten, demek oluyor ki devrimi zafere taşıyacak olan bir devrimci parti yoktu. Nitekim, bu iki olmazsa olmaz eksiklik devrimin kaderini tayin etti. Beklenen devrim gerçekleşmedi, kaybedildi.

SPD ve 4 Ağustos ihaneti

İşçi sınıfına hakim olan SPD idi. Bebelleriyle, baba Liebknechtleriyle ve Marx ve Engels’in “halefi” Kautskyleriyle tartışmasız bir otoriteye sahipti. Parlamenter alanda zaferden zafere koşuyordu. Seçimlerde her defasında 4 milyon oy alıyordu. Parlamentoda 110 milletvekili vardı. Dev gibi sendikalara hükmediyordu. Onbinlerce üyeden oluşan büyük bir partiydi. Sonuç olarak işçi sınıfının ezici çoğunluğu onun önderliği altındaydı, onun tarafından yönlendiriliyordu.

SPD sadece Alman işçi sınıfının değil, II. Enternasyonal’in de temel direği, gözbebeğiydi. Tüm ülkelerin sosyalistlerinin gözünde enternasyonal mücadelenin öncüsü sayılıyordu. Teorik alanda da tartışmasız bir konuma sahipti. Teori mabedinin üzerinde ise, boylu boyunca Karl Kautsky uzanıyordu. Bolşevik-Menşevik anlaşmazlığına müdahale de dahil, her yerde partilerin iç işlerinde hakem rolü oynuyorlardı. Oturaklılığı ile ayrıca hayranlık uyandırıyordu.

Fakat bu parti devrimci bir parti değildi. Kautsky’nin ustalıkla düzenlediği formülasyonlardan ibaret teori ile SPD’nin pratiği arasında her zaman bir kopukluk vardı. Başlarda az çok devrimci öğeler taşıyan teorisi zamanla parti dışı aydınlara hitap eden bir çalışma haline geldi. Teori ile pratik arasında rahatsız edici bir kopukluk oluştu. Teorisyenler zaman içinde akademisyenler ve büro memurları haline geldi, teori akademikleşti. Eylemsizlik hakim özellik oldu. Özü itibariyle SPD gerçekte günlük mücadelelerde başarılı, oportünist ve seçim düşkünü bir parti idi. Şaşaalı görünümünün ve hayranlık uyandıran oturaklılığının gerisinde bir kofluk ve çürümüşlük vardı. Emperyalist savaşla birlikte oportünist niteliği daha bir güçlendi. Parti içinde Rosa ve Liebknecht’in başını çektiği devrimci öğelere karşı acımasız olunurken, burjuvaziye karşı alabildiğine uzlaşmacı bir çizgi izlendi.

Tüm bunların elbette ki maddi bir temeli, açık bir söyleyişle emperyalizm olgusu ile bağı vardı. Zaman içinde “büro memuru” haline gelmiş parti önderleri ve üyelerinden oluşan bürokratlar, sendikaların başına çöreklenen sendika bürokratları, hatırı sayılır genişlikteki işçi aristokrasisi ve aynı hamurdan yoğrulmuş parlamenterler yığını; - bunların tümünü besleyen ve büyüten, emperyalizmin sunduğu imkanlar ve kırıntılardı. Nitekim Alman emperyalizmi bunun karşılığını 4 Ağustos’ta ziyadesiyle aldı.

SPD 4 Ağustos’ta, tepeden tırnağa haksız, gerici ve emperyalist olan bir savaşı “vatan savunması” olarak niteledi. Bu aşağılık gerekçenin arkasına sığınarak, kendi emperyalist burjuvazisinin kanlı planlarını onaylamak anlamına gelen bir tutum takındı, savaş bütçesini onayladı. Böylece, sadece Alman işçi sınıfı tarihi bakımından değil, tüm dünya tarihi bakımından da, büyük bir ihanetin altına imza attı. Böylece, SPD’nin oportünizmi sosyal-şoven bir karakter kazanmış oldu.

Geciken müdahale ve “Kaybedilmiş Devrim”

İşçi sınıfını devrim için hazırlayabilecek ve devrimi zafere ulaştırabilecek yegane silah örgüt, yani devrimci bir parti olabilirdi. SPD böyle bir parti değildi ve en son 4 Ağustos ihaneti ile bunu kesin olarak kanıtladı. Her şeye rağmen, bu görevin hakkını ancak ve ancak Rosa, Liebknecht ve Franz Mehring’in içinde yer aldığı, parti içindeki devrimci kanat, yani Spartakistler verebilirdi. Ne yazık ki, bu yapılmadı ya da yapılamadı. Başta tüm haklı ve sert eleştirilerine karşın Rosa Luxemburg olmak üzere Spartakistler, işçi sınıfının ana gövdesinden kopmamak gerekçesi ile SPD’den zamanında kopmadılar. Parti içinde deyim uygunsa umutsuz bir savaşı tercih ettiler. Doğal olarak dev gibi parti örgütüne ve başta Kautsky olmak üzere otoritesi tartışmasız parti önderlerine güç yetiremediler. Tüm çabalarına rağmen zaman onların aleyhine işledi. SPD’nin işçi sınıfı üzerindeki hakimiyeti sürdü.

Spartakistler, ancak emperyalist savaşın yol açtığı yıkımın gitgide büyüdüğü bir aşamada oportünist ve sosyal-şoven kanattan kopup Almanya Komünist Partisi’ni (KPD) kurabildiler. Bu oldukça geç kalınmış bir hamleydi. Buna rağmen, bir yandan Rosa, diğer yandan yoldaşı Liebknecht, cansiperane biçimde büyük kitleler halinde savaşan işçileri etkilemek ve hedefe yönlendirmek için geceli gündüzlü çabaladılar. Devrimci kalkışmanın olduğu her yerde onlar vardı. Ama yetmiyordu, KPD işçi sınıfının ancak küçük bir bölümü üzerinde etkili olabiliyordu.

Savaş suçlusu Alman tekelci burjuvazisi, SPD’nin işçi sınıfını dizginlemesini ve hareketini geriye çekmesini yeterli görmedi. SPD’yi doğrudan işbaşına getirdi, yani hükümete terfi ettirdi. Hain işçi Noske’si, Ebert’i ve Scheidemann’ı ile SPD hükümeti artık bir emperyalist hükümetti de. KPD’liler ise işçi sınıfının yaşamını çekilmez hale getiren emperyalist savaşa ve bu caniyane savaş için kendi emperyalist burjuvazisi ile alçakça ve utanç verici biçimde işbirliği yapan SPD yöneticilerine karşı her yerde ve her vesile ile “Kahrolsun hükümet“ ve “Kahrolsun savaş“ diye haykırdılar. Binlerce işçinin katıldığı gösterilerde dosdoğru devrimi ve sosyalizmi hedef olarak gösterdiler. İşçi, asker ve çiftçi konseyleri çağrısı yaptılar. Bu yüzden büroları ve matbaaları basıldı, düzenledikleri gösterilere acımasızca saldırıldı, tutuklamaya maruz kaldılar. Pek çok KPD üyesi ise, hunharca katledildi. Ancak onlar her defasında “sıkı durun, yenilmedik” deyip, kaldıkları yerden mücadeleye devam ettiler.

Karl Liebknecht’in son hamlesi, Berlin’de, kraliyet şatosunun balkonundan binlerce işçi ve askerin önünde ilan ettiği sosyalist cumhuriyet oldu. Büyük bir heyecan ve coşkuya yol açan bu hamleye, SPD hainleri karşı-devrimci bir hamle ile, devrimci olmayan bir sovyet ilanı ile karşılık verdi. Alman tekelci burjuvazisi ardı arkası gelemeyen devrimci çalkantılar yüzünden korku içindeydi. En başta Berlin polis müdürü gibi hareket eden işçi Noske olmak üzere, SPD şefleri zıvanadan çıkmışlardı. Alçakça bir pusu ile Rosa ve Liebknecht’i yakalayıp, tutukladılar. Hiç vakit geçirmeden (15 Ocak 1919’da) dipçiklerle kafalarını parçalayarak, vahşice katlettiler. Darbe ağır, kayıp çok büyüktü. Lenin’in deyimi ile, sadece Alman proletaryası değil, dünya proletaryası ve sosyalizm iki seçkin önderini yitirmişti.

Almanya bir süre daha devrimci çalkantılara sahne oldu. Adeta devrimin kıyısından döndü. Sonuç olarak, bilinen nedenlerle devrim yenildi. Bir “kaybedilmiş devrim” olarak tarihe not edildi. Bu devrimin gerçek kahramanları, en başata da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht ise, hala devrim ve sosyalizm kavgamızda yaşıyorlar. Devrimin kartalı Rosa Luxemburg anıt mezarından, yeni bir caniyane savaşa hazırlanan iki savaş suçlusu Alman burjuvazisinin ve bilumum oportünist ve sosyal-şovenlerin suratına bir kez daha şu paha biçilmez haykırışta bulunuyor:

Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin ‘düzeniniz’. Devrim daha yarın olmadan, ‘zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır!’ ve sizleri dehşet içinde bırakıp, gür sesi ile şunu haykıracaktır:

Vardım, Varım, Varolacağım!’”

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in anıları önünde saygı ile eğiliyoruz.


 
§