4 Mayıs 2012
Sayı: SYKB 2012/18

 Kızıl Bayrak'tan
Coşkulu, yaygın ve kitlesel
1 Mayıs
BDP heyetinin ABD gezisi
Yüzbinlerce işçi ve emekçi Taksim Meydanı’nı doldurdu
İzmir’de coşkulu ve kitlesel
1 Mayıs
Ankara’da kitlesel ve coşkulu
1 Mayıs!
Bursa’da iki 1 Mayıs
Türkiye’nin dört bir yanında
1 Mayıs kutlamaları
Kürdistan’da kitlesel 1 Mayıs
1 Mayıs’ta iş cinayetleri
TOGO’da direniş başladı!
Devrimci mirası yaşatmak,
daha ileriye taşımakla
mümkündür!
1 Mayıs dünya genelinde coşkuyla kutlandı
Almanya’da 1 Mayıs

Avrupa’da 1 Mayıs
Özelleştirmenin önündeki hukuki engeller kaldırıldı

“Karar; cezasızlıktır, karar beraattir,
karar yargısız infazı aklamaktır!”
Karadağ cinayeti davasında 7. duruşma
Fethiye davası üzerine
İzmir Öğrenci Kurultayı
üzerine
“Dilimin sınırları,
dünyamın sınırlarıdır!”
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Fethiye davası üzerine...

Bu dava politik bir davadır!

Toplumsal hafızamıza bir utanç davası olarak kazınan N.Ç. kararının yanına, Fethiye’de görülen toplu tecavüz davasının kararı da eklendi. Mahkeme; 27 Nisan 2012 günü açıkladığı kararı ile B.S.’ye tecavüz etmek suçundan yargılanan 8 sanığın tamamı hakkında, “delil yetersizliği” gerekçesi ile beraat kararı verdi.

Fethiye davası, bugün artık yalnızca kadına yönelik cinsel şiddetin ulaştığı hastalıklı düzeyin açığa çıktığı bir örnek değil, aynı zamanda yargılama süreci ile bir kez daha açığa çıkan ikiliklerin, başka bir deyişle çatışma alanlarının somut anlamının kavranmasının da bir aracı olmuştur. Hemen belirtmek gerekir ki, bu başlıklar bugün her ne kadar somut olayla ilişkisi sınırında ele alınsa da, aslında her biri ideolojik-politik bir tartışmanın güncel tezahürlerinden ibarettir. Kısacası, bu tartışmalar içerisinde tutulan saf, aynı zamanda bir politik duruşun da ifadesidir.

Tecavüzcüyü savunmak ve savunmamak ikilemi üzerine...

Fethiye davasının gündeme getirdiği en büyük ikilem; “tecavüz suçu ile yargılananları savunmak-savunmamak” ikilemi olmuştur.

Örneğin karar duruşmasından birgün önce, Aydın, Balıkesir, Bilecik, Bursa, Çanakkale, Denizli, Edirne, Kırklareli, Kocaeli, Kütahya, Manisa, Sakarya, Tekirdağ, Uşak ve Yalova Baro Başkanları ortak imza ile bir açıklama yapmış ve bu açıklamada şu sözlere yer vermiştir:

Savunma hakkından haberdar olmayan haddini bilmezlerin, masumiyet karinesini de duymuş olacaklarını zannetmiyoruz. Bu güruhun kendi cahillikleri ve şartlanmış saldırganlıklarını önce toplumumuzun sağduyusuna, hukuk ve adalet duygusu ile mücehhez vicdanlara ve zorunlu olarak suçu soruşturmakla görevli savcılara havale ediyoruz.”(1)

Görüldüğü üzere, “masumiyet karinesini duymamış haddini bilmezler” ile “hukuk ve adalet duygusu ile mücehhez vicdanlar” karşı karşıya getirilmiştir. Bu çatışmayı anlayabilmek için tarafları, yargılama sürecindeki konumlanışları ve hafızalarındaki yıllanmış acıları ile paralel olarak yakından tanımak mutlak olarak gereklidir.

“Masumiyet karinesini duymamış haddini bilmezler”, 2007’de toplu tecavüze uğrayan B.S., yaşadığı travmayı atlatıp, gördüğü tedavilerin sonucunda mağduru olduğu bu insanlık dışı suçun yargılanması için mücadeleye giriştiği ilk günden beri O’nunla birlikte bu mücadeleye omuz verenlerdir. Önemle altı çizilmelidir ki; bu mücadele neredeyse 4 yıl sürmüştür. Dava bir türlü açılamamış, bir toplu tecavüz vakası ancak 4 yıl sonra mahkeme karşısına getirilebilmiştir. Aynı “haddini bilmezler”, puşi takan genç bir öğrencinin terör suçu kapsamında iki yıl tutuklu yargılandığına şahit olmuşlar ama bu arada tecavüz gibi ağır bir suç ile yargılanan 8 sanığın hiçbirinin tutuklu yargılanmadığını görmüşlerdir. Şahitlikleri bununla da bitmemiştir. Sanık savunmalarında, mağdurun “boşanmış aile çocuğu” olmaktan ileri gelen travmaları ile bütün bunları uydurduğu iddialarını dinlemişlerdir. Üstelik bu aynı kesim, kadın kanıyla sulanan bir coğrafyada yaşamakta, her gün yeni tecavüzlerin yaşandığı sokaklarda dolaşmaktadır ve tecavüz yargılamalarında masumiyet karinesine atfedilen her önemin, nasıl yeni tecavüzleri doğurduğunu günlük deneyimleri ile bilmektedir.

Söz konusu çatışmanın vicdanlı tarafı ise, Ege ve Marmara Bölgesi’nde kurulu çeşitli Barolar’da başkan sıfatıyla görev yapmaktadır. Hemen her biri, hukuk normlarına sıkı sıkıya bağlı bulunmalarının gereği olarak, yargılama sürecine tepki gösteren “kadın örgütlerine” yani “haddini bilmezlere” masumiyet karinesini hatırlatmakta ve aynı zamanda savcıları göreve çağırmaktadır. Yargılama sürecinin belirgin çarpıklığına, etkin soruşturma yürütülmemiş olmasına ise asla değinmemektedirler. Örneğin B.S. 4 yıl boyunca davası açılsın diye çabalarken, savcılara görevlerini hatırlatmak hiç akıllarına gelmemiştir. O kadar vicdanlıdırlar ki, baskın toplumsal değerler karşısında genç bir kadının “ben toplu tecavüze uğradım” diyebilmesinin ne anlama geldiği üzerine bir dakika bile düşünmeksizin, “ben mağdurum” diye bas bas bağıran bu kadına ve o kadınla dayanışma içinde olan diğerlerine, “ya onlar masumsa” diye seslenmekten geri durmamışlardır.

İşte tam da bu “ya masumsa” nidaları sözde vicdan sahiplerinin manipülatif tartışmalarının özünü oluşturur. Zira somut olay, masumiyet karinesi ile ilgili değildir. Aksine, cinsel suçların ve kadın cinayetlerinin her gün yaşandığı bir coğrafyada, yargı karşısına çıkartılabilmiş az sayıdaki örnek olayda toplumsal olarak kadından yana saf tutmakla ilişkilidir. Cinsel şiddet suçlarında, kadının beyanının esas alınması zorunluluğu bugün evrensel olarak tartışılan bir esastır. Bu yazılı bir hukuk kuralı değildir. Ancak çoğu kez mağdurla sanık arasında gelişen ve herhangi bir şahidinin bulunması imkansız olan bu tür suçların bu temel özelliğinin dikkate alınması gerektiğini anlatan, yıllanmış bir deneyimin ürünüdür. Kadının beyanının esas olması demek, “kadının işaret ettiği her kişinin tutuklanması/cezalandırılması” anlamına gelmemektedir. Ancak kadının beyanının esas alınması, bu toplumda hala tecavüze uğradığını itiraf ettiği için katledilen kadınlar varken, böyle bir olay yaşadığını yüksek sesle söyleyen bir kadın ortaya çıktığında bu beyanın büyük bir ciddiyetle karşılanması anlamına gelmektedir.

Herkesin savunma hakkı vardır” düşüncesi güncel olarak avukatların kendi vicdanlarını aklamalarının en temel aracıdır. Oysa bu cümlenin bir devamı olmalıdır. Her avukatın savunacağı kişiyi seçme hakkı da vardır. Avukatlar, iş reddederken gerekçe dahi bildirmek zorunda değildir. Kendi duygu veya düşünce dünyalarına aykırı gelen herhangi bir işi reddedebilirler. Bu şekilde bir reddetme bugün mesleğe yeni başlayanlara ısrarla empoze edildiği üzere, amatörlük değil, insanı insana yabancılaştıran hukuk mekanizması içerisinde kendi değerlerine sahip çıkmanın biricik aracıdır. Kişi isterse kendi değerini, hukuka atfettiği önem üzerinden kurar ve “herkesin avukatı olduğunu” düşünerek kendini kandırır ve farkında olmadan her an sistemin bekasının avukatlığına soyunur, ya da isterse insan kalabilmek için amatörlüğü seçer. Avukatlık mesleği ile sistem ne kadar sıkı sıkıya kenetlenmişse, amatörlükle, yabancılaşmış profesyonellik arasındaki ayrım da aynı oranda bir şiddetle keskindir. Avukatın tarafsız savunmanlığı bir faso fisodur. Avukat da bir insandır ve yaşadığımız düzende, bir insanın taraf olmaması imkansızdır. Bir tecavüz davasında da durum aynıdır. Ya tecavüz suçuna nefretle karşısınızdır ve ilkesel olarak tecavüz davalarında sanık avukatı olmazsınız, ya da olursunuz. Sanığın suçu işleyip işlemediği önemli değildir. Zira burada toplumsal bir sorun vardır, toplumsal bir taraf olma sorumluluğunuz vardır.

Tecavüzcüyü savunanı savunmak ve

kadın haklarını savunmak ikilemi üzerine...

Fethiye davasında sanıklardan birinin vekilliğini Muğla Barosu Başkanı üstlenmiş ve doğal olarak bu durum tepkiyle karşılanmıştır. Muğla Barosu Kadın Hakları Komisyonu ise Muğla Barosu Başkanı Mustafa İlker Gürkan’a yöneltilen eleştiriler karşısında bir açıklama yapmış ve Gürkan’ı savunmuştur. Bu açıklama, bir “kadın komisyonu” tarafından yapıldığı için, üzerinde önemle durmak gerekmektedir. Açıklamada, baro başkanına yöneltilen “tecavüzü meşrulaştırıyor, en azından normalleştiriyor” eleştirilerinin yanlışlığına değinilmiş, sanığın tecavüzcü olup olmadığının yargılama sonucunda ortaya çıkacağı belirtilmiştir. Sanığın “masumiyet” savunması yaptığı belirtilerek, masumiyet savunması yapan bir kişinin, “gerektiğinde bütün dünyaya” karşı savunulmasının avukatlık mesleğinin gereği olduğu söylenmiştir. Ve devamla şunlar söylenmiştir: “(...) Baro başkanı, bu durumda ‘kamuoyu’ korkusu taşımadan bu cesareti göstermeli ve genç kuşaklara örnek olmalıdır”(2). Kısacası bir kadın komisyonu, kadına yönelik cinsel saldırının yargılandığı bir noktada, mesleki “değerleri”, insani değerlerin önüne koymaktan gocunmamış ve hatta Baro Başkanları’na bir toplum önderliği rolü de biçmiştir. Açıklamanın devamında ise şu sözler sarf edilmiştir:

Kadınların insan hakları sorununun, bilerek ya da bilmeyerek kadınların kendisi tarafından daha çok “cinsellik” çevresinde  bir tepki/faaliyete dönüştürülmesi en çok zararını Feminist Hareket görmektedir. Kadınların insan haklarını savunan Feminist hareket, cinsellik zinciriyle, “bağlanmış”, “gündem saptırılmasına” uğramaktadır. Oysa Kadın Hareketi 21. Y.Y.ın umut kapısıdır. “İlzam” yöntemiyle emperyalizm kadın hareketinin bizzat kendisi tarafından üretilen, geliştirilen “Kadının cinsel objeye dönüştürülmesine karşı mücadele” konseptini alarak, kontr-atakla yine kadınların kendisine karşı kullanmaktadır. Bütün  zamanların yüz karası “Kadının cinsel objeye dönüştürülmesine” “meta-cinsiyet zincirine” karşı geliştirilen düşünce ve eylemi alarak, Kadının insan hakları mücadelesini “piyasa ekonomisine” bağlamaya yarayan, toplumsal içerikten, gerçeklikten  uzak bir kapana dönüştürmektedir. Böylece kadın yine başka bir biçimde “cinsel obje” olmaya devam etmektedir. Bu duruma son vermenin yolu, akılcı ve işlevsel bir hukuksal ve toplumsal mücadele vermek ve kadın-erkek ayırmaksızın bütün toplumu bilinçlendirmekten geçmektedir.”(3)

Yani? Gerçekte ne demiştir Muğla Barosu’nun Kadın Komisyonu? Kaba bir alt metin okumasıyla; ‘bir tecavüz davasının toplumsal bir gündeme dönüştürülmesinin, kadının metalaştırılmasına yaradığını’ iddia etmiştir. Başka? ‘Gündemi saptırıyorsunuz’ demiştir. Hangi gündemi? Gündem zaten kadına yönelik şiddet, cinsel suçlar, tecavüzler, kıyımlar değil mi? Her gün bir kadın ölmüyor mu bu ülkede? Tecavüzlerin yarıdan çoğu dile getirilemeden üstü örtülmüyor mu? Kadınlar tecavüzün mağduru değil, zanlısı sayılmıyor mu? Tecavüze uğrayan kadınlar, tecavüzcüleri ile zorla evlendirilmiyor mu?

Ne ironik ki, bir meslek örgütünün kadın komisyonu, tecavüz fiiline karşı birleşmiş bir kesime “siz gündemi saptırıyor, kadını cinsel objeye dönüştürüyorsunuz” demiştir. Ne ironik ki, cinsel suç sicili bu kadar kabarık bir toplumda, cinsel suçlar karşısında taraf olma çağrısı yapanlara, toplumu bilinçlendirmekten dem vurmuştur.

İşte bu yüzden bütün bu yargılama sürecinde en büyük utanç Muğla Barosu Kadın Komisyonu’nundur. Çünkü bir kişinin savunmasını yapmak adına, bir toplumsal sorunu ayaklar altına çiğnemekten, bütün bir kadın cinsine ihanet etmekten geri durmamışlardır.

Söz konusu kadın komisyonunun savunduğu Gürkan ise, davanın ardından Pınar Öğünç’e verdiği röportajda şu cümleleri kurmuştur: “Tecavüze uğradığına inansam, babasını tanıdığım bir kız, ben uğraşırım. Hepimizin sevinmesi lazım tecavüze uğramadığı için bunlar üzülüyor.”(4) Üstelik, Adli Tıp Kurumu’nun dahi çoklu tecavüz vakasını belgelediği bir ortamda, “suçu benim müvekkilim işlememiştir” demenin de ötesine geçerek, “tecavüz yoktur” diyebilmiştir. Şaşırtıcı da değildir, zira Gürkan bütün savunmasını mağdurun, suçu “uydurduğu” üzerine kurmuştur. İşte Muğla Barosu Kadın Komisyonu böyle bir zihniyetin avukatlığına soyunmuştur.

Sonuç olarak...

Tecavüz yargılamalarında tecavüz suçu ile yargılanan sanıkların özel vekilliğini üstlenmek tecavüzü aklamaktır, normalleştirmektir, en hafif haliyle ise kadına yönelik cinsel şiddeti görmezden gelmektir. Bu haksız bir eleştiri değil, somut bir olgunun tespitinden ibarettir. Yargılama ilkelerinin hiçbiri bu gerçeği değiştirmez.

Fethiye davasında savunmanın ileri sürdüğü argümanlar bu olguyu güçlendirmeye yarayan birer veri olarak kayıt altına alınmıştır. B.S.’nin ailesinin boşanmış olmasından kaynaklanan travmaları olduğu ileri sürülmüştür; yani aile kurumunun önemi bir savunma argümanı olmuştur. B.S.’nin Evrensel Gazetesi’ne cinsel şiddetle ilgili yazdığı bir yazı delil gösterilerek, B.S.’nin cinsel özgürlüğü savunduğu, cinsellik konusunda rahat olduğu ileri sürülmüştür. Yani kadının cinsel özgürlüğü savunması tecavüzün yokluğuna yahut meşruluğuna ilişkin bir savunma argümanına dönüşmüştür. B.S.’nin bütün bunları kadın örgütlerinin kışkırtması ile uydurduğu ileri sürülmüş ve mahkemeden hangi örgütlere üye olduğunun tespiti istenmiştir. Yani kadının örgütlü konumlanışı, sırf gündem yaratabilmek için böyle iddialar ortaya atabileceğine ilişkin bir savunma argümanı olarak kullanılmıştır. O zaman? O zaman bu dava politik bir davadır. Tarafları da politiktir. Bütün tecavüz davaları, kadın cinayeti davaları da böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır. Zira bu tür davalarda sanığın suçsuzluğu hep mağdurun kimliğinin “anormalliğine” dayandırılır, ya da yine mağdurun kimliği üzerinden (kısa etek / sanığın mağdura duyduğu tutku dolu aşk vs. ile) hafifletici neden aranır. İşte bu yüzden bu tür yargılama süreçlerine bile isteye özel sanık vekili olarak katılanlar, savunma hakkına ya da masumiyet karinesine hizmet etmezler, aksine, erkek egemen sistemin kendini yeniden üretmesinin birer maşasından ibarettirler!

Av. Şerife Ceren Uysal

http://www.memleketimbolu.net/bolu/haberoku.php?i=24443

Muğla Barosu Kadın Komisyonu açıklamasının tamamına http://www.muglabarosu.org.tr/Mugla-Barosu-Haberler/Page-ce7cdd6b8452484dad3a93ee7aee6e87/default.aspx linkinden ulaşılabilir.

Aynı açıklama

Radikal Gazetesi, Pınar Öğünç, 30.04.2012

 

 

 

“600. gününde keyfi tutukluluğa son!”

Devrimci Karargah davasının son duruşması 30 Nisan günü görüldü. Dava sürecinde tutukluluğu 600 güne ulaşan TÖPG sözcüsü Tuncay Yılmaz, TÖPG üyesi Samih Aydın, SDP üyesi İbrahim Turgut, Bilim ve Gelecek dergisi editörü Osman Baha Okar ve Red dergisi yazarı Hakan Soytemiz için mahkeme öncesi eylem gerçekleştirildi.

12. Ağır Ceza Mahkemesi önünde Milyonlar Adalet İstiyor İnisiyatifi ve tutukluların yakınları tarafından yapılan eylemde keyfi tutukluluk teşhir edildi. “600. gününde keyfi tutukluluğa son. Sosyalistlere özgürlük” pankartının açıldığı eylemde, asılsız iddianamenin birçok defa açığa çıkarılmasına rağmen beraat kararının çıkmadığı anlatıldı.

Basın açıklamasını okuyan Kardelen Taş, baskılara karşı 1 Mayıs alanında olacaklarını ifade etti.

BDP Milletvekili Sebahat Tuncel de bir konuşma yaparak davanın hukuki bir içeriğinin olmadığını ve siyasi olduğunu söyledi.

Yazar Temel Demirer ise 600 günü bulan tutukluluk süresine vurgu yaptı. Baha Okar’ın kardeşi Av. Ayşe Mine Demirci, kardeşine sahip çıkarak muhalif olduğu için Baha’nın tutuklu olduğunu aktardı.

Duruşmada tutuklu olarak yargılanan İbrahim Turgut, Baha Okar, Semih Aydın, Nejdet Kılıç, Şeyma Özcan, Gülseren Poyraz, Benay Can ve Umur Sayadal tahliye edildi.