24 Haziran 2011
Sayı: SİKB 2011/24

 Kızıl Bayrak'tan
Eylemli dayanışmayı yükseltelim, mücadeleyi büyütelim!
Anayasal hayaller ve gerçekler!
YSK’ya tepki dalga dalga...
AKP Ortadoğu’da efendilerine sorun çıkarmıyor
Sivas’ın hesabını sormak için alanlara!
2 Temmuz hazırlıklarından....
KESK baskıları protesto etti
Meclisteki “sendikacılar”
kime hizmet ediyor?
Kamu TİS sürecinde işçiler ihanet kokusu alıyor
Taksim’de 15-16 Haziran yürüyüşü!
Metal işçileri süreci değerlendirdi
ÇHD Genel Başkanı Avukat Selçuk Kozağaçlı ile yoğunlaşan devlet terörü üzerine konuştuk...
Alaattin Karadağ davası sürüyor
Geçen bir dönemin dersleriyle yeni döneme çok yönlü hazırlık!
Liseli gençlik’ten LYS protestoları
Sokaktan “güvenoyu” yok!.
İngiltere’de burjuvazi pervasız saldırıya,
işçi sınıfı genel greve hazırlanıyor
Suriye’de rejim zorlanıyor
Hatay’da bir
Hollywood hikâyesi
Essen’de “İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği” gecesi başarıyla gerçekleşti
Kapitalist ahlak timsali Melih Gökçek’ten inciler
Gümüşköy Platformu içerisinde yer alan SES İzmir Şube Denetleme Kurulu Üyesi Dr. Ergün Demir ile konuştuk.
“Kayıpların sorumluları mecliste!”
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

ÇHD Genel Başkanı Avukat Selçuk Kozağaçlı ile yoğunlaşan devlet terörü üzerine konuştuk...

Karanlık tabloyu yıkmak için mücadeleyi yükselteceğiz”

Kızıl Bayrak: Devrimci güçlere yönelik polis terörü zaten kesintisiz biçimde devam ediyor. Kürt halkı üzerinde estirilen terörün düzeyini biliyoruz. Hopa örneğinde olduğu gibi polis terörü alabildiğine yaygınlaşmış ve şiddetlenmiştir. Bu düzeyde bir polis şiddetini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Av. Selçuk Kozağaçlı: Birkaç ayrı düzeyde değerlendirebiliriz bu meseleyi. Düzeylerden birincisi şudur: Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı oligarşinin bir kanadının iktidarıdır. Kendisini gerçekten yavaş yavaş ve zaman içerisinde inşa edebildi. Önceleri devletin bürokratik iktidarıyla oligarşinin bu siyasal kanadı arasında bir açı vardı. Bu açıyı hatırlıyoruz hepimiz. Orduyla kavgalılardı, yargıyla kavgalılardı, sermayeyle kavgalılardı. Fakat bu açı gittikçe daraldı ve nihayet AKP tamamen devletleşti. Dolayısıyla oligarşinin bir kanadı, geçici bir süre için -yeni bir krize kadar- diğer bütün kanatlarını egemenliği altına aldı. Devletleşmenin tipik bir göstergesi de aslında polis terörünün yükselmesi. Birinci düzey budur ki; bence en önemli olan konulardan birisidir. Bunu ileride jandarmanın tamamen ordudan ayrılıp İçişleri Bakanlığı’na bağlanarak polis gibi kullanılması ve profesyonel ordu kurulması yoluyla ordunun tamamen hükümetin denetimine alınması izleyecek.

Yine HSYK üzerinden yürütülen operasyon büyük oranda tamamlandığı için polisin veya jandarmanın işkence iddiasını soruşturacak savcılar ve bunları yargılayacak mahkemeler siyasal iktidarın neredeyse tamamen kontrolü altına alındı. Tablo böylece birleştirilince, AKP’nin devletleşmiş olmasının polis terörüne önemli ölçüde hız kazandırdığı söylenebilir. Bir polis rejiminden söz edebilir miyiz? Aslında Türkiye’de her zaman devletin şiddet tekelini kötüye kullandığı; halkın, halkların, ezilenlerin, yoksulların üzerinde şiddeti fütursuzca kullandığı bir rejimin olduğunu biliyoruz. Bunda herhangi bir dönem ciddi iyileşme, yumuşama görmedik. Zaten rejimin tabiatına da aykırı gibi gözüküyor bu gibi bir yumuşama. O yüzden tabii ki bir polis rejiminden söz edebiliriz. Diğer koşullar da dikkate alındığında, çeşitli versiyonlarıyla birlikte elbette faşizmden söz edebiliriz. Çeşitli düzeylerde bir baskı rejiminden söz edebiliriz. Bunların hepsi mümkündür. Artarak da devam edecek gibi görünüyor baskılar. Bu devletleşme sürdükçe halk üzerinde, yoksul ve ezilenlerin üzerinde daha çok şiddet kullanılacak bir döneme giriyor gibi gözüküyor.

TMY ve PVSK değişikliği sola, devrimci muhalefete,
Kürt siyasal hareketine yapılmış gibi dursa da
bedelini tüm toplum ödüyor”

- Devlet ‘99’da Kürt hareketine 19 Aralık katliamıyla da devrimci harekete ciddi darbeler vurduktan sonra, AB ile bütünleşmek adı altında bazı yasal düzenlemeler yaparak polis keyfiyetine sınırlama getirdiği iddiasındaydı. Fakat kısa bir süre sonra çıkan TMY ve PVSK ile iddianın aksine bir durum yaşandı. Bu düzenlemelerden sonra da polis terörü ve cinayetleri tırmanışa geçti. O günden bu güne yaşanan bu tırmanışın seyrini, -gözlemleriniz ve deneyimleriniz ışığında- anlatabilir misiniz?

- Şimdi belki AB hakkındaki fikrimizi etraflıca konuşmak gerekiyor bu soruyu doğru yanıtlayabilmek için. AB bir ekonomik birlik olduğu kadar bir siyasal birliktir. Yine hukuk alanında da önemli bir yakınlaşma var AB’ye üye ülkeler arasında. Türkiye buna yıllardır aday. Avrupa Birliği ülkelerinde polis şiddeti sorunu çözüldü mü sorusu, belki aynen şu sorular gibi: AB yoksulluğu çözdü mü, AB halkın siyasete etkin katılımı sorununu çözdü mü? Hayır, diye cevaplanabilir. Bu soruların hepsinin cevabı hayır! Bugün zaten sosyal güvenliği yükseltemiyor olması, kuruluş temellerinde bir ilke olarak var olduğu iddia edilen yoksullukla mücadeleyi tamamlamamış olması, tamamlayamayacak olması sebebiyle bölgesel bir emperyalist güç olarak varlığını sürdürmesinin zorlaştığı görülüyor. Bütün Kuzey Afrika’daki ve Kafkasya’daki gelişmelerden sonra AB’nin de gücü ve ekseni kaymaktadır. Dolayısıyla AB’de de sorun aslında çözülmüş değil. Biraz kendilerini tehdit altında ­hissettiklerinde; küresel yoksulluk eylemlerinde, İtalya’da görüldüğü gibi, göçmen eylemlerinde Fransa’da görüldüğü gibi zaten AB polisi de son derece ağır şiddet kullanıyor. Ölümlere, yaralanmalara yol açıyor. Örneğin, 19 Aralık ile bir ilişki kurulabilir, kuruldu da daha önce. Avrupa standartları diye bir iddia vardı o dönem. Ama Avrupa’da hapishanelerin durumu gerçekten korkunç; yani bu ne standardıydı? 19 Aralık bir katliamdı, ama 2000 yılından 2007 yılına kadar ve bugüne kadar süren hapishane direnişi aslında Türkiye hapishanelerini belli düzeyde yaşanılabilir tutuyor. Çünkü bu örgütlü bir direniş, bütün devrimciler bulundukları yerden hapishane koşullarının iyileştirilmesi için mücadele ediyorlar, günlük bir mücadele bu ve sürekli devam ediyor. Bir dönem ölüm oruçlarının lokomotifliğinde yürüdü, bir dönem ayakkabı aramasından telefon görüşmesine kadar başka eylemlerin... Yani dolayısıyla Avrupa’da çoğu iktidar alanı aslında Türkiye’ye göre daha sıkışmış kemikleşmiş durumda. Hiçbir standart öngörebilecek durumda değiller. Avrupa’da siyaset yapmak gerçekten zor. Sadece göçmenlere veya mültecilere yönelik değil kendi devrimci ya da sosyalist siyasetlerine karşı da, yerli sol siyasetlere karşı son derece sert bir politika, sınırlayıcı bir tutum var bütün Avrupa’da. Sağ gittikçe yükseliyor. Dolayısıyla şunu söylemeye çalışıyorum aslında, entegrasyon hayalinin Türkiye’yi demokratikleştireceği düşüncesi başından beri hatalıydı. Hep söyledik, AB’ye yaklaşarak ya da girerek ülkenin demokratikleşmesi mümkün değil. Çünkü Avrupa zaten bunu tamamlayamadı. Veya demokratikleşmekten şunu anlıyorsanız; genel seçimler, demokrasi tanımımız şöyleyse; genel gizli oy açık sayım aday olmanın önündeki engellerin kaldırılması....

Evet, Türkiye son genel seçimlerinde şekli demokrasi unsurlarını, %10 barajına rağmen, politika yapmanın önüne çıkarılan engellere rağmen büyük oranda geçekleştirmiş görünüyor. Herhangi bir Avrupa ülkesinden daha uzun sürmüyor oyların sayımı. Herhangi bir Avrupa ülkesinden daha çok itiraz gelmiyor oy kullanma alanlarında. Kürt siyasal hareketi üzerindeki baskılar, zaten yaşadık hep birlikte ama bunun dışında çok yaygın bir itiraz gelmedi. Dolayısıyla bundan daha fazla demokratikleşmek diye bir şey yok. Eğer demokrasi anlayışı buysa; şu anda Türkiye demokrasisi en az Avrupa standardındaki kadar kötüdür. Devrimciler ve Kürt siyasal hareketi üzerinde yürütülen artı operasyonlar ve saldırılar belki bundan biraz farklılık gösteriyor ama bu konuda da biz Avrupa’ya değil Avrupa bize benzeyecek yakın zamanda. Avrupa kendi göçmenlerine mültecilerine yoksullarına daha ağır şiddet uygulamaya başlayacak, bu da gözle görülebiliyor zaten. O yüzden esas sorunun şu olduğunu düşünüyorum: PVSK değişikliğini, TMY değişikliğini yapan bu hükümet ile entegrasyon veya açılım iddiası olan da aynı hükümettir. Bunların bir arada yürümesinin mümkün olmadığının farkındalar. Şiddeti tırmandırarak, milliyetçi söylemi tırmandırarak, devletin kutsallığı söylemini tırmandırarak, sola düşmanlık yaparak devrimciliği ve yahut sol muhalefeti “eşkıya” diye ilan ederek yürütülen bir iş bu. Bununla da iyi oy aldı açıkçası. Bu burjuva siyasal iktidarlar için çok açık bir yönelim. Ne şekilde oy alıyorsanız, seçimi size ne kazandırdıysa, o şekilde devam edersiniz, öyleyse korkarım bu tırmanış sürecektir. AKP hükümeti şiddetle, milliyetçi söylemle, devletçi söylemle; Kürtlere, devrimcilere, yoksullara karşı savaş ilan ederek %50’ye yakın oy aldı. Bu tutumu değiştirmesi için şu anda herhangi bir baskı altında değil. Elbette her hareket kendi dinamiği ile bu baskıyı yaratmaya çalışacak. Devrimciler mücadeleleriyle, Kürt siyasal hareketi kendi siyasal programıyla…

Ama hükümetin en azından oy kaygısıyla demokratikleşeceği ya da oy kaygısıyla yumuşayacağı gibi bir şey düşünmek hata olur. Bu oya nasıl çıktılarsa hangi sert ve aslında saldırgan yöntemle, daha bu yöntemi uygulayacakları kanaatindeyim. Tabi bunu sadece bir siyasal sorun olarak görmemek lazım, eğer bir kere polisin öldürmesine göz yumarsanız bir kere cezasızlık politikası uygulamaya başlarsanız bu bütün polisi kapsar. İşte Çağdaş Gemik, işte Baran Tursun, işte Festus Okey işte bu değişikliklerden sonra sıradan polislerce hiçbir siyasal niteliği olmayan 100’ün üzerinde öldürme... Çünkü kontrol edebileceğimiz bir şey değil. Bu bir alt kültür, bir siyasal iktidar desteği, bunu bir kere verdiğimizde ­trafik polisleri de insan öldürmeye başlar. Biraz artırdığınızda belediye zabıtaları da insan öldürmeye başlar. Hükümet adına ya da herhangi bir iktidar adına güç kullandığını düşünen herkes öldürmeye, yaralamaya, katletmeye başlar. Bunun da gözönünde bulundurulması gerek. Sadece TMY ve PVSK değişikliği sola, devrimci muhalefete, Kürt siyasal harekete yapılmış gibi dursa bile sonuçlarını bütün yoksullar hatta bütün toplum hep birlikte göğüslüyor ve hep birlikte bedelini ödüyor.

İşkence sokakta, kolluk araçlarında, nezarethanede, karakollarda, cezaevlerinde yaygın ve
sistematik biçimde devam ediyor”

- Hukuksal cephede 2000’den bu yana yaşanan değişim sürecini anlatabilir misiniz? (DGM’lerin kaldırılması ve yeni kurulan mahkemeler vb..) Neler değişti?

- Aslında bir reform döneminden söz etmek mümkün. Burada tek tehlike reform kelimesinin olumlu anlamıdır. Tarihsel olarak reform iyi çalışmayan eskimiş eksik kötü bir şeyin yeniden şekle sokulması daha işlevsel daha iyi daha yararlı hale getirilmesi anlamına geliyor. Yine kelime anlamı da böyle; reform yeniden şekillendirme demek. Bu olumlu anlamı unutmaya hazırsak bir reform döneminde olduğumuz söylenebilir. Çok büyük yapısal değişiklikler yapıldı; ceza yasası, infaz yasası, muhakeme yasaları değişti, bunların altındaki yönetmelikler tekrar değişti. Şimdi yine çok büyük bir atılım yapıyorlar. İdari yargılama usulü, idare mahkemeleri Danıştay dönüşü tamamen değiştiriliyor. HSYK ve kapının önünde koca bir anayasa değişikliği iddiası var, hatta yeni anayasa iddiası var.

Hepsi kötü mü oldu? Hayır. Halkların mücadelesi içerinde çeşitli hukuksal barikatlar kazanılabilir, bunlar bu mücadelenin kazanımları sayılabilir. Hiçbirisinden de geri adım atmamalıyız. Paris Komünü’nden bu yana tarih bize gösteriyor ki hangi nedenle olursa olsun siyasal iktidarın bazı güvenceler vermeleri, demokratik alanı genişletmeleri mücadelenin bir başarısıdır. Buna inanmak gerekiyor. Ama buradaki ikiyüzlülüğe de aldanmamak gerekiyor. PVSK ve TMY örneğinde olduğu gibi bir yandan olumlu yönde değişiklik yapıldığı iddia edilirken, bir yandan bütün kazanımlar biçiliyor ve geçmişten daha kötü yeni formlar inşa ediliyor. İşte devlet güvenlik mahkemeleri bunun çok tipik bir örneği. DGM, birinci kuruluş döneminde halkın örgütlü gücü tarafından alt edildi. DİSK başta olmak üzere emek ve sınıf örgütlerinin etkili mücadelesiyle kaldırıldı, tabi o dönem devrimcilerin sınıf içerisindeki örgütlenme düzeylerinin ve mücadelelerinin de çok büyük rolü vardır. Hemen arkasından darbe dönemlerinde, sıkıyönetim mahkemeleri olan mahkemelerle birlikte yeniden kuruldu. Ve yine aslında büyük boykotlar, büyük tanımama ve gayrı meşru kabul etme eylemleriyle yeniden kaldırma noktasına gelindi. Fakat bugün özel yetkili mahkemelerin Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden çok daha fazla hükümetin uzantısı olduğu açıktır.

Evet Devlet Güvenlik Mahkemeleri bir milli güvenlik siyaset belgesini takip ediyorlardı, MGK tarafından yönlendiriliyorlardı. Bu da şu demekti: Devletin çıkarları, bekası, menfaati karşısında hak hukuk adalet tanımayız ve gerekiyorsa hukuksuz ceza verin, gerekiyorsa sadece tedbir için yıllarca insanları tutun, iradelerini kırmak için işkenceye göz yumun. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin konsepti buydu. Bugün ise özel yetkili mahkemelerin geldiği durum, toplu davaları da düşündüğümüzde, bir Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne dayanmaktan çok, bir hükümet programına ve mevcut hükümetin ihtiyaçlarına bağlıdır. Örneğin Hopa’nın kendisi ya da çeşitli kentlerde yapılan Hopa protestoları veya Berna’yla Ferhat’ın davalarına yönelik şiddet... Şimdi benzeri birçok eylemden bu eylemleri ayıran şey, doğrudan başbakana yönelik olarak yapılmış olmalarıdır. Nedir? Başbakanın seçim otobüsüne, mitingine, konuştuğu bir salona yönelikse eyleminiz inanılmaz bir tepkiyle karşılaşıyorsunuz. Başbakan adeta kutsal bir kişi haline getirilmiş durumda. Yumurta atmak, slogan atmak, pankart açmak gibi aslında son derece demokratik protestolar bile eğer karşısında başbakan varsa inanılmaz bir saldırganlıkla karşılanıyor. Özel yetkili mahkemeler doğrudan kendilerini görevli sayıyorlar. Ölüme varan bir şiddet ve işkence uygulanıyor. İşte bu DGM’ler ile özel ­yetkili mahkemeler arasındaki temel farkı gösteriyor aslında; birisi daha konsept mahkemelerdi. Nitekim yapılan bir TESEV araştırmasıyla, bu mahkemelerin hakim ve savcılarının devletin güvenliğini adaletin önünde gördüğü kanıtlanmıştı.

Ama özel yetkili mahkemelerde durum daha da ilginç. Ben bu mahkemelerin bir “devlet” kavramı bir devlet “konsepti” üzerinden çalıştığını düşünmüyorum. Doğrudan algıları başbakanı, onun hükümetlerini, bunların temsil ettiği kavramların korunması haline gelmiş durumda. Bu yüzden halkın her kesimi, tabii yine en başta devrimciler ve muhalefetin örgütlü unsurları, hemen arkasından Kürt siyasal hareketi, hemen arkasından her türlü toplumsal muhalefet hükümete karşı bir tehdit olarak algılanıyor ve özel yetkili mahkemelerin konusu olarak kabul ediliyor. Olumlu bir hukuksal gelişmeden söz edeceksek, gelişmeleri ancak bu kotayla okumalıyız. Örneğin, fiziksel işkencedeki tür değişikliği olumlu bir gelişme olarak bugüne kadar yansıtıldı. Yani artık elektrik, Filistin askısı, buza yatırma, lastik içerisinde tutma, tırnak sökme gibi, klasik fiziksel işkenceye az rastlanıyor olması bir olumluluk olarak yansıtıldığı bir süreçteyiz. Ama bugün biliyoruz ki işkence sokakta, kolluk araçlarında, nezarethanede, karakollarda, cezaevlerinde yaygın ve sistematik biçimde devam ediyor. Bazı tür değişiklikleri var. Ve bazı yapısal değişiklikler var ama bunların hiçbirisi olumlu bir gelişmeye işaret etmiyor. Yaygınlıkta bir azalma yok, aksine artma var. Sistematiklikte bir azalma yok aksine artma var ve eğer ihtiyaç duyarlarsa hemen daha ağır gibi duran klasik yöntemlere de başvurulabilecek. Böylesi donanımda bir kolluk var karşımızda. Dolayısıyla işkenceyle ilgili bugüne kadar alındığı varsayılan yoldan da tamamen geri dönüldüğünü, işkence konusunda 1980’ler seviyesine geri döndüğümüzü üzülerek söylemek gerekiyor.

Çünkü eğer kolluk bu psikolojiyle devam edecekse, özel yetkili mahkemeler, savcılar, cezasızlık eğer bu şekilde sürdürülecekse, işkencenin azalmasına imkân yok. Sistematik olmaktan çıkarılması için hiçbir imkân yok. Belki 2000’den bu yana hukuksal değişim sürecinin çerçevesini çizecek olan şey yeni anayasa kavramıdır veya bunun hazırlıklarının yapılıyor olmasıdır. Mevcut parlamento seçimlerinden çıkartılmış parlamentoların yapacağı anayasaların, ülkemizin içerisinde bulunduğu emperyalist zinciri ve algıyı kırabilecek düzeyde olmayacağını biliyoruz. Tarihsel deneyimlerimizle yoksulların, ezilenlerin, sınıfın, halkların ihtiyaçlarının gözetilmeyeceğini biliyoruz. Çünkü bunlar yapmıyorlar bu anayasayı. Bir halk anayasası mevcut parlamenter modelde imkânsızdır. Bu yeni anayasa da 2000’lerden bu yana devam eden hukuksal süreçteki gibi bazı kolaylıklar yaratır mı? Gerçekten endişeliyim. Sözlü olarak ya da yazılı olarak yaratıldığı varsayılan her iyiliğin altındaki düzenlemeler ve hükümet politikasıyla ‘82 anayasasından geriye götürülme tehlikesi taşıyor. Bugüne kadarki bütün anayasa değişiklikleri ve reform paketlerinin bizi düzenlemenin kendisinden, yani güya reforme edilen düzenlemenin kendisinden daha geriye götürdüğünü gördük. Yeni anayasa için de bundan fazlasını beklemek şimdilik gereksiz iyimserlik olur diye düşünüyorum.

Kendimizi bütün ülke muhalefetinin avukatı olarak görüyoruz”

- Polis terörü ve cinayetlerine yönelik hukuksal ve siyasal mücadelenin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz. Bu mücadele nasıl güçlendirilebilir, ileri taşınabilir? ÇHD’nin bu konudaki çalışma ve mücadele planı nedir?

- Bu konuda aslında bir farkındalık yarattığımız ortada. Yine dediğim gibi yakın dönem siyasal katletmelerden yeni adli katletmelere kadar, Alaattin’den Festus’a, Çağdaş’tan Baran’a, Engin’den Bismilli İbrahim’e kadar... Bir farkındalık yarattık. Bu mücadeleyle oldu. Siyasal katledilmelerde yoldaşları, adli katledilmelerde yakınları, demokratik kitle örgütleri, emek örgütleri ile ­birlikte önemli bir süreç yaşadık, kampanya süreçleri oluşturduk. Medyanın belli ölçüde öne çıkarabilmesini sağladık ki bu çok zor bir iş. Medyanın sermaye bileşimi ortada, hükümetle ilişkileri ortada, hükümet tarafından nasıl yönlendirildikleri ve nasıl zarar görebilecekleri ortada, bağımsız bir medyanın, sosyalist bir medyanın yeteri kadar inşa edilemediği ortada, siyasal hareketlerin kendi yayınlarının geniş bir tabana ulaşamadığı, çeşitli nedenlerle ortada. Buna rağmen ben önemli hukuksal ve siyasal başarılar elde ettik diye düşünüyorum. ÇHD’nin bu konudaki durumunu da birleştirerek anlatabilirim.

Çağdaş Hukukçular Derneği bu konuda gerçekten insan üstü bir çaba gösterdi. 1974’ten bu yana bizim en önemli çalışma alanlarımızdan birisi yargısız infazlar, faili meçhuller ve polis şiddeti, sadece polis değil devlet şiddeti. 11 şubemizde de bu konuda komisyonlarımız var. Genel Merkez üzerinden koordine ediyoruz ve avukat eğitiyoruz. Avukatların bir yargısız infaz davasında, bir işkence davasında, bir sokak eylemine saldırı davasında, ister mağdur avukatı olsun ister devlet tarafından yargılanan eylemcilerin, insanların avukatı olarak nasıl bir hat çizmeleri gerektiği konusunda önemli bir gelenek yarattık. Çağdaş Hukukçular Derneği olarak kendimizi bütün ülke muhalefetinin avukatı olarak görüyoruz. Elbette kendimizi bu muhalefetin içinde kabul ediyoruz

Bu tablonun daha da karanlık olacağı konusunda karamsarlığa yer yok. Türkiye’nin birçok yerinde, birçok ayrı kanaldan, bir çok siyasal gelenekten insanlar bu karanlık tablonun yıkılması için mücadele ediyorlar. Yine birçok demokratik kitle örgütü, sendika, vakıf, dernek mücadele ediyor. Çağdaş Hukukçular Derneği önümüzdeki 5 yıl içerisinde, kentsel dönüşüm saldırısıyla barınma hakkının ortadan kaldırılmasına, güvencesiz çalıştırılma saldırısıyla çalışma ve sosyal güvenlik hakkının ortadan kaldırılmasına, disiplin soruşturmalarına, okuldan atmalarla eğitim hakkının gasbına veya yüksek harçlarla eğitim hakkının ortadan kaldırılmasına, kadına karşı saldırılarla cinsel ayrımcılığa nasıl karşı çıkıyor ve yapısal araçlar geliştiriyorsa; birincil bir iş olarak devlet terörüne karşı da önemli çalışmalar geliştiriyor ve geliştirecek. Önümüzdeki 5 yıl içerisinde en önemli işlerimizin bunlar olduğunu düşünüyoruz. Ve bu işi de iyi yapmak için, layıkıyla yapmak için gayret gösteriyoruz.

Bugüne kadar bize yapılan hiçbir başvuruyu fiziksel imkânsızlık ya da maddi yetersizlik nedeniyle geri çevirmedik. Özellikle polis terörüne ilişkin her başvuruyu kabul edip, davaları ve soruşturmayı yürüttüğümüz gibi, hiç başvuru almadığımız halde basından kamuoyundan öğrenip, aileye ve yakınlara ulaşıp hukuksal destek vermeye başladığımız olaylar oldu. Halihazırda devam eden 30’un üzerinde dosyada avukatlık yapıyoruz. Örneğin Hopa/Erzurum/Ankara/İstanbul’da devam eden süreçte 20’ye yakın dernek üyesi avukat olaylara ilk anından itibaren müdahale edip hukuksal yardım vermeye çalıştı. Hatta olaylara ve saldırıyı doğrudan engellemek amacıyla müdahale etmeye çalıştık. Avukat arkadaşlarımız da gözaltına alınarak işkence gördü. Yine dediğim gibi mahallelerde çalışıyoruz. Barınma hakkının korunabilmesi için. Bu da çok önemli bir mücadele. Önümüzdeki yıllarda hükümetin en çok gözünü diktiği alanın gayrımenkul rantı olduğunu düşünüyorum. Bu saldırı milyonlarca yoksulun yaşadıkları evlerden, semtlerden sökülüp atılmasını ve bir kere daha 1950’lerde olduğu gibi periferiye gönderilmesini kapsıyor. Buralarda yeni büyük rant alanları açılıyor. Burada da kentsel dönüşüme karşı etkili bir mücadele yürütüyoruz. Yine paralı eğitimin iyice yerleşmesiyle birlikte aslında öğrenci muhalefetinin de son derece zor bir duruma düştüğünü görüyoruz. YÖK disiplin yönetmeliği neredeyse öğrencileri her türden siyasal faaliyete yaklaştırmamaya çalışıyor. Oysa ki özellikle de paralı eğitime ilişkin, üniversite sorunlarına ilişkin ­mücadele son derece önemli. Burada da yine hiçbir başvuruyu çevirmeyecek yetkinliğe ulaştık. Üniversitelerden bireysel ya da toplu gelen bütün başvuruları karşılayabiliyoruz. Ve henüz de daha büyük bir potansiyelimiz var. Bu yüzden endişemiz yok. Dernek üyesi olsunlar olmasınlar bizimle birlikte çalışan avukat arkadaşlarımız var. Kurum avukatları sendika avukatları bizimle birlikte çalışıyorlar. Geniş, büyük bir mücadele alanı, ama bu alanın her yerinde ÇHD’nin olmasını sağlamaya çalışıyoruz.

Son olarak belki konuşmalarımın içinde söylediğim şeyi tekrar etmeliyim. Birlikte çalışmak çok önemli. Ama nasıl? Seçim için birlik yapmak, blok oluşturmak dikkat çekici bulundu mesela herkes açısından. Ama ben bu türden bloklardan daha da önemlisinin şu olduğuna inanıyorum: Eğer Türkiye devrimci hareketi bir bütün olarak mücadelesini yükseltir, kendi alanlarında ve yapılarında, çalışma önceliklerinde siyasal faaliyetini yükseltir ve toplam gövdesini geliştirirse, bunun gerçekte Kürt siyasal hareketinin geleceğine de Kürt halkının haklarına da, ve elbette Türkiye’deki bütün halkların, yoksulların, ezilenlerin, ayrımcılığa uğrayanların haklarına da daha önemli katkı sağlayacağına inanıyorum.

Parlamento seçimleri için oluşturulan blokların bu gerçek değeri yaratamayacağı endişesi içerisindeyim. Şüphesiz bu gelişmeler de önemlidir, şüphesiz buradaki hareketlilik de siyasal bir hareketliliktir. Ama gerçekten ihtiyacımız olan şeyin Türkiye devrimci hareketi açısından, Türkiye’de devrimciler ve sosyalistler açısından, kendi yaşam alanlarında kendi faaliyet zeminlerini büyütüp bu gövdeyi geliştirmesi olduğuna inanıyorum. Bunu başaracağımıza inanıyorum, bunu başardığımızda hem Doğu Akdeniz’den Kuzey Afrika’ya, Ortadoğu’ya Kafkaslar’a ve hatta bence orta vadede Avrupa’ya; hem de yanıbaşımızdaki Kürt siyasal hareketinin ve Arap özgürlük hareketlerinin mücadelesine daha ciddi ve güvenilir destekler verebileceğimize inanıyorum. Bunun başarılacağına ve tarihsel olarak aslında başarılmak zorunda olduğuna, yoksa Türkiye’nin bu gidişiyle Avrupa Birliği entegrasyonundan bile daha tehlikeli bir biçimde “bölgesel güç olma” iddiasıyla karanlık bir ülke haline dönüşeceğini, kendi yoksulları ve kendi halkları için karanlık bir ülke haline dönüşeceğini düşünüyorum. Hepimizin kendi bulunduğumuz yerden bu fikre, bu hedefe odaklanmamız gerekir diye düşünüyorum.

Kızıl Bayrak / Ankara