15 Ocak 2010
Sayı: SİKB 2010/03

 Kızıl Bayrak'tan
Amerikancı rejim toplumsal dinamikleri şiddetle bastırmaya çalışıyor.
TEKEL direnişi ve
gündeme getirdiği sorular...
Sermaye yeni saldırılara hazırlanıyor!
TEKEL’de direniş günlüğü.
Binler TEKEL direnişiyle dayanışma için eylemdeydi
TEKEL, itfaiye ve Esenyurt işçileriyle sınıf dayanışması büyüyor.....
Direnişe omuz vermek için 17 Ocak'ta Ankara'ya!.
Asemat işçisinin kaleminden grev süreci.
Sİ-DER’den Adana sanayi işçilerine çağrı..
Entes’te direniş güncesinden..
Sınıf hareketinden.
TKİP III. Kongresi
Açılış Konuşması…
Sermaye düzeni katletmeye devam ediyor!
Dreyfus’tan Sabra’ya, burjuva hukuku iktidarın dolaysız bekçisidir!
2010 polis terörü ve linç girişimleri ile başladı.
Devlet terörüne karşı dayanışma
Gençlik eylem ve etkinliklerinden
Korkularını kabusa çevireceğiz!.
On binlerce kişi Rosa Luxemburg ve Karl Liebnecht’i mezarları başında andı
Blackwater şirketi yeni ihale peşinde
Ulusal soruna
devrimci yaklaşımın paradoksları - 5
KENT AŞ. direnişi üzerine.
Polis katletti, yargı temize çıkardı 
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Dünden bugüne kontrgerilla hukuku…

Türk sermaye devleti, bir baskı aygıtı olarak örgütlendi. Kolluk güçleri, devrimcilere, işçi ve emekçilere karşı baskı, işkence ve katliamlarda sınır tanımadılar. İşçi ve emekçilere karşı resmen ilan edilmemiş bir savaş içinde oldular. Bu kirli savaşın rahatça sürdürebilmesi için, emekçilere yönelik devlet terörünü yasallaştıran düzenlemeler ve her koşulda işkencecileri koruyacak bir yargı mekanizması gerekliydi. Yasama, yürütme, yargı bu anlayışla şekillendirildi.

Mahkemelere de bu anlayış damgasını vurdu. Songül Yaşa’nın işkencesine onay veren mahkeme ve diğer yargı kurumları tam da bu anlayışla kararlar verdi. Mustafa Suphiler’in katledilmesiyle başlayan süreç Nasturi katliamıyla, 1926 Ağrı, 1938 Dersim katliamlarıyla devam etti. Katliamlar, İstiklal Mahkemeleri’nde muhalifler için alınan idam kararlarıyla devam etti. Aynı mahkemeler, işkenceci katillere ceza vermediler. Mahkemelere göre katledenlerin icraatları yasaldı.

12 Mart cuntasıyla devrimcilere, muhaliflere karşı “sürek avı” başlatıldı; halkın üstüne balyoz gibi çöktü faşist terör; işkenceler, infazlar, katliamlar birbirini izledi. Sonrasında faşist çeteler işçi ve emekçilerin üzerine salındılar. Binlerce devrimci, işçi ve emekçi vahşi bir şekilde katledildi. Sermaye devleti 1 Mayıs 1977’de İstanbul’da, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta yüzlerce insanı katletti. Bahçelievler katliamı, 16 Mart 1978 katliamı, Balgat katliamı, Piyangotepe katliamını gerçekleştirdi. Katledenler, işkenceciler ya hiç yargılanmadılar ya da yapılan göstermelik yargılamalar sonucunda aklandılar.

12 Eylül döneminde yüzbinlerce insan işkenceye maruz kaldı. Sokaklarda yüzlerce infaz yaşandı. Tüm bunlara rağmen işkenceciler, katiller cezasız kaldı. 12 Eylül cuntasının emri altında kan döken katiller, hukuk doğrudan desteğini gördüler. 

“Terörle Mücadele Yasası”ndan başlayarak hukuku, kelimenin gerçek anlamıyla kontrgerilla hukukuna dönüştürüldü. Polise, jandarmaya, MiT’e, işkence ve “katletme” yetkisi olan tüm birimlere, durmaksızın yeni yetkiler verildi. İşkencecilerin, infazcıların, mahkeme salonlarında zor duruma düşmemeleri ve zaman kaybetmemeleri için, yargılama usullerinde sayısız değişiklik yapıldı. Yargılananlar ise hakimler eliyle aklandı.

Mahkemeler eliyle deliller karartıldı, mağdurlar suçlandı

Delillerin karartılmasında, davaların uzatılmasında hakimlere, sınırsız yetkiler verildi. Çünkü kontrgerilla devletinin ihtiyacıydı bütün bu düzenlemeler. Kontrgerilla devleti için işkence yapmış olanlar mahkemelerde hep korundu. Devlet adına işkenceler, infazlar yapan, katliamlar düzenleyen, kaybetme politikasını hayata geçirenler bırakın cezai işlem uygulanmasını, hep el üstünde tutuldular. Mahkemeler de tam da bu anlayış çerçevesinde görevlerini yerine getirdiler. Çünkü işkenceciler ve katiller için daha geniş bir hukuksal “koruma” gerekiyordu.

Sermaye düzeni, yargısını, o yargının bakıp karar vereceği hukuki düzeni kendi ihtiyaçları çerçevesinde şekillendirdi. Bu hukuk, kontrgerilla politikalarını dokunulmaz hale getiren hukuktur. Bu her zaman kağıt üzerindeki yasalarla değil, politikalarla ve politik kararlarla sağlanmıştır.

Milyonlarca işkence, yüzlerce kayıp olmasına karşın, sermaye devletinin savcıları, hakimleri, işkence ve kayıp olayları hakkında istisnalar dışında, neredeyse tek bir dava açmamışlardır. Yüzlerce insan polis tarafından infaz ediliyor. Düzenin kendi yazarlarına göre “sağ yakalanabilecekken!” katlediliyor. Ama bu infazlar için çoğu kez soruşturma bile açılmadı. Açılan davalar ise kontrgerilla hukukunun marifetiyle, hakimlerin davaları uzatmaları sonucu zaman aşımına uğratıldı.

Birinin darbe tehditleri, ötekinin “demokrasi”, “hukuk” havariliği ile tasfiye operasyonları geliştirmesi, kontrgerilla hukuku açısından da bir değişikliğe yol açmıyor. Hukuk, sermaye devletinin genel ve uzun vadeli çıkarları sözkonusu olduğunda, koruması gerekeni hep korudu.

Savcılar, yargıçlar o hale gelmiştir ki, yasaların apaçık suç saydığı linç fiillerini, pervasızca suç olmaktan çıkarmışlardır. Sadece birkaç yerdeki yargı mensuplarının yaklaşımı da değildi bu; onlarca yerde linç saldırısı oldu onlarca yerde de “yargı süreci” aynı şekilde işledi.

Kontrgerilla hukukunun varlık nedeni işkencecileri, katilleri yargılamak değil, aklamaktır.

Adalet, mülkün temelidir. Bu nedenle işkenceciler ve katiller korunuyor, mağdurlar ise suçlanıyor. Bu pislik ancak bir devrimle temizlenebilir. Devrimcilere ve emekçi halka karşı işlenmiş suçların hesabının sorulması, kontrgerilla hukukunun verdiği kararların son bulması, gerçek sorumluların yargılanması ancak işçileri ve emekçileri iktidara taşıyacak devrimci mücadeleyle mümkün olabilir.

 

 

 

İşkencecileri, katilleri kontrgerilla hukuk korumaya devam ediyor…

Bugüne kadarki işkence davalarında işkenceciler değil, genellikle işkenceye maruz kalanlar suçlandı. Bu tarihsel gerçeğin yeni bir örneği de Diyarbakır’da yaşandı. Diyarbakır’da bir gösteriye katılan, ardından gözaltına alınıp işkence gören Songül Yaşa’nın, polis aleyhinde açtığı dava karara bağlandı. İşkencenin niye bitmediğini gösterecek şekilde işkenceciyi koruyan bir karar çıktı. Mahkeme, “Zarar göreceğini bildiği gösteriye katılan uğradığı zarardan sorumludur” diyerek davayı reddetti.

Diyarbakır’da 28 Mart 2006 tarihinde başlayan gösterilerde 10 kişi yaşamını yitirmiş, yüzlerce kişi yaralanmış ve tutuklanmıştı. Aradan geçen 4 yıla rağmen sorumlulara hiçbir cezai işlem uygulanmazken, işkence mağdurlarının açtığı davalar da reddedilmeye devam ediyor.

Diyarbakır’da gözaltına alınan Songül Yaşa, gözaltında kaldığı süre boyunca hakaret, işkence, cinsel tacize maruz kaldı. Songül Yaşa, işkence nedeniyle hastaneye kaldırıldı ve aldığı raporla işkenceciler hakkında tazminat davası açtı. Ancak Songül Yaşa’nın talebi reddedildi. Karara tepki gösteren Avukat Serdar Çelebi, mahkemenin toplumsal olaya katılan kişiye yönelik işkenceyi meşrulaştırdığını söyledi.

Songül Yaşa hakkında olaylara katıldığına ilişkin ne mahkeme kararı ne de tek bir görüntü, görgü tanığı veya herhangi bir delil olmamasına rağmen mahkeme hakimleri meydana gelen yaralanmaların, Songül Yaşa’nın kendi kusurundan meydana geldiği kararına vardılar. Aldıkları kararı hangi delillere dayandırdıklarını, nasıl böyle bir sonuca vardıklarını açıklama gereği bile duymuyorlar. Böylece hakimler, burjuva hukukunun normlarını bile uygulamayacaklarını ilan ettiler.

Mahkeme, Songül Yaşa’nın ‘kendi kusuru’ ile işkence görebilmesini onaylıyor. İşkencecilerin kusurunun olamayacağı sonucuna varıyor. Böylece gösteri ve yürüyüşlere katılmış emekçilere uygulanan işkence mahkeme tarafından meşrulaştırılıyor. Mahkemenin aldığı bu karar, kontra hukukun ne ilk, ne de son örneğidir. Bu karar kontrgerilla hukukunun sadece yeni bir örneğidir.