08 Ocak 2010
Sayı: SİKB 2010/02

 Kızıl Bayrak'tan
TEKEL direnişi kritik bir döneme giriyor
2009’da sınıf hareketi...
Zamlara ve sosyal yıkım saldırılarına
karşı mücadeleye!
Polis terörü ve cinayetleri protesto ediliyor.
“Polis cinayetlerine ve terörüne son!”.
TEKEL işçisinden
“direnişe devam” kararı.
TEKEL Direnişiyle Dayanışma Komitesi kuruldu!.
4 / C mağduru bir TEKEL işçisiyle konuştuk.
Esenyurt’ta işçiler mücadele ve örgütlenmeyi tartıştı
Sınıf hareketinden.
TKİP III. Kongresi
Açılış Konuşması…
Kapitalizmin küresel krizinin dalgaları 2010’da da yayılmaya
devam edecek.
Gençlik 2010’da düzen karşıtı
mücadeleyi büyütmelidir!
Ekim Gençliği’nden
polis terörü karşıtı çalışmalar.
Emekçi Kadın Komisyonları’ndan çağrı
2009 yılında emekçi kadınlar için yoksulluk, yıkım ve şiddet vardı
Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları’nın TMMOB’daki seçim sürecine dair açıklaması
Emperyalist savaş makinesi namluları Yemen halkına çevirdi!
Kitle hareketi İran’daki Mollalar rejimini sarsıyor..
2010’a girerken - M. Can Yüce
Edirne’de polis terörü ve linç girişimi
Silahı tutan bilek değil yürektir!..
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

2010’a girerken…

M. Can Yüce

Krizli, çatışmalı ve çok daha zorlu bir yıla girdik. Hem dünya ve Ortadoğu düzeyinde, hem de Türkiye ve Kürdistan düzleminde… Elbette umutlar, tümden yok değil, bu durum, sadece çok yönlü mücadele gerekliliğine işaret ediyor, onu koşulluyor.

Öteden beri dünyayı etkisi altına alan kriz, devam ediyor; kimi “krizden çıkma” belirtilerine rağmen 2010 yılının da çok yönlü bir “kriz yılı” olacağı, özellikle istihdam ve işsizlik alanlarında daha da derinleşme eğiliminde olduğu vurgulanıyor. “Şirket iflaslarına” devlet iflaslarının ekleneceği, Yunanistan, İspanya gibi ülkelerin bu durumda olduğu günlük haberlere konu olmaktadır. İşsizlik ve yoksullaşmanın, büyük toplumsal çatışma ve altüst oluşların temeli ve aynı zamanda tetikleyicisi olduğu bilinmektedir. Dünya çapındaki ekonomik ve toplumsal kriz, ciddi siyasal gelişmeler ve değişimleri koşullamaktadır.

Dünya çapındaki büyük kriz, dünyadaki güç ilişkilerini ve dengelerini de etkilemekte, öteden beri süren “çok kutupluluk” eğilimini daha da geliştirmekte ve derinleştirmektedir. ABD’nin tek egemen güç, tek kutuplu, rakipsiz bir dünya düzeni ve stratejisi ölümcül bir yara almış bulunmaktadır. Bu, salt Irak ve Afganistan’daki askeri ve politik başarısızlığından değil, aynı zamanda dünya çapındaki krizin “merkez üssü” olmasından da kaynaklanmaktadır. Bu, onun politik ve askeri üstünlüğüne ciddi bir darbe niteliğinde oldu, aynı zamanda psikolojik üstünlüğüne de ölümcül bir darbe vurdu.

Özellikle Afganistan’da yaşanan yenilgi, bu yenilginin her geçen gün biraz daha büyümesi ve bunun ortaya çıkardığı politik ve psikolojik sonuçlar, 11 Eylül sonrası büyük bir şiddetle uygulanan dünyaya tek başına yön verme, başka bir ifadeyle “Pax Amerikana” politikasının iflasına işaret etmektedir. Afganistan’daki işgal hareketinin açmazları, diğer emperyalist devletlerin iç ve dış politikalarını, bu düzlemdeki tartışma ve çekişmeleri derinleştirmektedir.

Yeni yıl içinde hem kriz ve onun tetiklediği ekonomik ve sosyal sorunlar, hem de hegemonya politikaları ve bunların açmazları, emperyalist dünyanın temel gündem maddeleri olmaya devam edecektir. Başka bir deyişle dünyamız yeni yılda “istikrar” ve düzen değil, istikrarsızlık, kriz ve çatışma etkenleriyle boğuşmak durumunda kalacaktır. İran ve son günlerde gündemin ilk sıralarına çıkartılan Yemen hedef tahtasına oturtulmasına ve bu konudaki baskılar daha da derinleşme eğiliminde olmasına rağmen bu, ABD ve müttefiklerin Ortadoğu ve dünya hegemonya stratejilerinin gerileme ve yenilme sürecini engellemeye yetmeyecektir.

Ortadoğu’da daha etkin bir rol oynama, komşularıyla uyum ve istikrarı sağlama stratejisini uygulayan Türkiye Devleti, kendi içinde ciddi bir çatışma sürecini yaşamaktadır. Bölgede ikinci derecede bir egemen güç olma isteği ve stratejisinin başarısı, “iç sorunlarını” aşmasına bağlıdır. Kuşkusuz “bölge perspektifi”, iç alandaki “yeniden düzenleme” çabalarına belli bir katkıda bulunuyor, ama bunun başarı şansı, her şeyden önce içteki gücüne veya güçsüzlük etkenlerine bağlıdır.

Türkiye’de bu yıla damgasına vuracak en önemli gelişme süreçleri, iktidar çatışmasının gelişme durumu ile bu süreci çok yönlü etkileme gücüne ve potansiyeline sahip Kürt sorununun kendisidir. Daha önceki değerlendirmelerimizde vurguladığımız gibi, Türkiye’de iktidar ilişkileri ve dengeleri yeniden kurulmaya, TC ve iç yapısı yeniden yapılandırılmaya çalışılmaktadır. Bu, basit bir iktidar çekişmesi değil, devleti ve onun üzerinde şekillendiği yapıyı, temelde olmasa da iç ve dış güç dengelerine göre yeniden dizayn etmeyi hedefleyen bir çatışma sürecidir. AKP hükümeti ve onu çevreleyen güç odakları ile Ordu ve üst yargı bürokrasisi arasında geçen, her geçen gün yeni boyutlar kazanan bir iktidar kavgasından söz ediyoruz. Gelinen noktada bu çatışmada AKP bir adım önde görünmektedir. Ancak bu süreçten kimin “muzaffer” olarak çıkacağını şimdiden söylemek çok güç.

Hemen vurgulayalım ki, bu çatışma bir demokrasi ve demokratikleşme çatışması değildir. Yine çatışma, demokratlarla anti-demokratlar arasında geçen bir çatışma değildir. Bunu net olarak vurgularken bu çatışma sürecinin ve ortaya çıkardığı ve ortaya çıkmasına vesile olduğu gelişmelerin önemsiz olduğunu vurgulamak istemiyoruz. Tersine vurguladığımız birinci nokta ne kadar önemli ise, ikincisi de belli ölçülerde önemlidir. Ordunun, istenilen hedef ve düzlemde olmasa da kontrgerillanın tartışma konusu olması, bu bağlamda Cumhuriyet tarihinin kanlı ve karanlık sayfalarının aralanmaya başlanması politik ve psikolojik olarak çok önemlidir. Bir Dersim katliamının tartışma konusu olması, belli ölçülerde de olsa ordunun tartışılması ve “dokunulmaz zırhına” yıpratıcı darbelerin vurulması çok önemlidir. Bu, devrimci tartışma ve düşüncelerin toplumda gelişmesine zemin sunabilecek, tetikleyebilecek bir durumdur.

Kürdistan’da ardı arkası kesilmeyen operasyonlar, DTP’nin kapatılması, üyelerine karşı başlatılan sürek avı, gözaltına alınan üyelerinin utanç verici bir biçimde kelepçelenmesi ve askeri düzene tabi tutturulması, işçi ve emekçilere yapılan saldırılar, TEKEL işçilerine yönelik uygulanan saldırganlık, var olan iktidar çekişmesinin bir demokrasi mücadelesi olmadığını çok net bir biçimde kanıtlamaktadır. Yine 12 Eylül ve 12 Eylül Anayasası'nın özüne ve ruhuna dokunulmaması da bu sürecin niteliği, hedefleri konusunda önemli veriler sunmaktadır. Dolayısıyla bu süreçte olup bitenler üzerinden “demokrasi hayalleri” görmek veya kurgulamak, kendini kandırmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Öte yandan bu çatışma sürecini, taraflarını ve bu çatışmanın ortaya çıkardığı ve ortaya çıkarabileceği sonuç ve etkileri görmemek de kendini basit ve uzaktan bir izleyici konumuna düşürmek anlamına gelmektedir. Bu süreç, doğası gereği, boşluklar, çatlaklar ve her açıdan “politize olmuş” bir kitlesel duyarlılık zemininin ortaya çıktığı bir süreçtir. Bunun devrimci mücadelenin gelişmesi açısından ne denli önemli olduğu inkâr edilmez bir olgudur!

Bir kez daha tekrarlamakta yarar var: Türkiye’de demokratikleşme ve burjuva anlamda demokrasinin gelişmesi ve kurulması, Kürdistan sorununun çözülmesinden geçer. Bu çözüm ise Kürt halkının kendi geleceği ve kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olması, eşit ve özgür bir ulusal varlık olarak tanınmasından başka bir şey değildir. Bunun da sıradan reformlar değil, devrim sorunu olduğu, hayatın her gün doğruladığı ve döne döne kanıtladığı bir gerçekliktir! Kürtler'i bir ulus, eşit ve geleceği üzerinde tek söz ve karar merkezi olarak görmeyen hiçbir çözüm, gerçek anlamda çözüm olamaz! Kürt ve Kürdistan sorunu çözülmeden Türkiye’de, sürmekte olan iktidar kavgasının sonucu ne olursa olsun, demokratikleşme gerçekleşemez. Tersine “iktidar taraflarının” elinde bir baskı unsuru ve bahanesi olmaya devam edecektir!

Hayatın kendisi bu gerçekliği her gün yeniden yeniden doğrulamasına rağmen “bizim” Kürtler, onların politik temsilcileri bu basit gerçeği görüyorlar mı, görüp de gereklerini, onun gerektirdiği politik refleksleri gösterebiliyorlar mı? Yoksa demokrasi hayalleri görmeye, Meclisi onun “mabedi” olarak değerlendirmeye devam mı ediyorlar?

Belediye başkanları gözaltına alınıyor, 12 Eylül karanlığında olduğu gibi askeri düzene sokturularak gözdağı verilerek teşhir ediliyor. Böylece devletin, TC’nin gerçek özü çok çarpıcı bir biçimde kendilerine hatırlatılıyor. Peki, bunun anlamı nedir? Çözüm yeri olarak Meclisi göstermek midir? Yoksa bu, bu düzen içine kabul edilme, bir parya olarak, ama resmen tanınma çizgisinin “doğruluğunu” mu kanıtlamaktadır? Peki, her aşağılanma uygulaması karşısında gösterilen teslimiyetçi tutumun şimdiye kadar itibar gördüğü görülmüş müdür?

Kuşkusuz Kürdistan’da ciddi ve önemli bir devrimci dinamizm var; bu, kendisini çoğu zaman şiddetle dışa vuruyor. Bu önemli, ama pratikte kanıtlandığı ve görüldüğü gibi tek başına sonuç tayin etmeye yetmiyor. Kedisi için, yani özgür istemlerini ve iradesini ifade edecek bir program ve stratejik çizgiden yoksunluk, şiddetle ortaya konulan dinamizmin boşa akmasına, hatta kimi zaman kendisine dönen bir silah işlevini görmesine yol açabiliyor. Temel sorun budur! Yani devrimci dinamizm ile teslimiyetçi çizgi ve tek kişi iktidarına dayalı, Kürt halkının en sıradan demokratik katılımını içermeyen despotik iktidar sistemi arasındaki bağ ve çelişkidir! Bu bağ ve çelişki, bir paradoksal bütündür.

Ne yazık ki, bu paradoksal bütün bu yıla da damgasına vuracak. Bu, “bizim” köleliğimizin devamı, Kürdistan devrimci dinamizmi ve enerjisinin boşa akıtılması, bir kişinin keyfine göre harcanması, dahası bu gücün başkaları için bir “dolgu aracına” dönüştürülmesi anlamına gelecektir. Kürtler, politik Kürtler, onların her düzeydeki sözcüleri ve temsilcileri olduğunu iddia edenler, öncelikle yitirdikleri iradelerini, yani söz, eleştiri, sorgu ve karar süreçlerini etkileme güçlerini yeniden kazanmadan onun bunun için alay konusu olmaktan kurtulamazlar! Demokrasi mücadelesinin, özgürleşme kavgasının en temel ve önemli cephesinin bu olduğu kesin değil midir? Devlet, dost ve düşman karşısında saygın bir taraf olarak değer görmenin temel koşulu bu değilse nedir?

Son sözüm Kürt halkının temsilcisi olduğunu iddia edenleredir: TC sizi tek sıra haline koyup askeri düzen içinde yürütüyor. Bu utanç karesi hepimizin onurunu incitiyor. “TC budur işte” dedirtiyor. Peki, doğruluğunu ve yanlışlığını tartışmadan İmralı’dan, “yüksek iradeden” gelen her söz karşısında tek sıra olup el pençe divan durmak, başka tür bir “emir kulu” zincirine vurulmak değilse nedir?

Bu sorunun dürüstçe yanıtı, yanıt içinde bulunulan durumun dürüstçe analizi, özgürleşmenin başlangıcı olacaktır! Yoksa iki cephedeki kısır döngü dönmeye devam edecek, bu anlamda her yeni yıl, diğer yılların bir tekrarı olacaktır…

Nice özgür ve kendimizin kendi beyinlerimiz ve ellerimizle şekillendirmeye çalıştığımız yıllara…

5 Ocak 2010