23 Ekim 2009
Sayı: SİKB 2009/41

  Kızıl Bayrak'tan
  İşbirlikçi Türk sermaye devleti, ABD emperyalizminin planları doğrultusunda bölgede aktif saldırganlık rolüne hazırlanıyor
  "Barış grubu" tasfiye sürecinin parçasıdır
Üniformalı bilirkişiler aklıyor
Kıdem tazminatına göz diken ve çanak tutan asalaklara karşı işçi-emekçi barikatlarına
Kadıköy'de binler sağlık hakkı için alanlara çıktı
  İşçi ve emekçi eylemlerinden
  İşçilerle konuştuk...
  Metal işçilerinin boynunda 50 yıldır asılı duran pranga MESS
  25 Kasım uyarı grevi tabanda adım adım örgütlenmelidir
  Gençlikten...
  Mesleki dönüşüm projesi ile avukatlar derin bir sömürü ile karşı karşıya!
  Kızıl Bayrak'a yönelik faşist saldırı İBB önünde protesto edildi
  İMF ve Dünya Bankası İstanbul toplantısı üzerine Korkut Boratav'la konuştuk
  Dünya işçi ve emekçi hareketinden
  BM Tarım örgütüü Raporu dünyadaki açlığı belgeledi
  Katliamcı düzen zindanlarıyla birlikte er ya da geç yıkılacaktır..
  Hasta tutsaklar için eylemler sürüyor
  Yerel işçi bültenlerinden...
  Bir kez daha 10 yıl önce ve 10 yıl sonra - M. Can Yüce
  Devrimci ve Demokratik Yapılar Arasında Diyalog ve Çözüm Platformu'ndan açıklama
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Barış grubu” tasfiye sürecinin parçasıdır...

Kürt halkının ulusal eşitlik ve
özgürlük istemini
toplumsal bir devrim sağlayabilir!

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın, üç “barış grubu”nun Türkiye’ye gelmesi için çağrı yapması üzerine 26’sı Mahmur Kampı’ndan, 8’i Kandil’den olmak üzere 34 kişilik bir “barış grubu” Türkiye’ye giriş yaptı. Avrupa’dan ise 16 kişinin gelmesi bekleniyor. “Barış Grubu”, Habur sınır kapısında toplanan DTP’li milletvekilleri, çeşitli siyasi çevreler ve binlerce kişi tarafından karşılandı. MHP hariç, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den CHP Lideri Baykal’a kadar geniş bir çevre tarafından “barış grupları”nın gelişi “olumlu” ve “iyi” karşılandı.

Dikkat çeken nokta, Öcalan’ın çağrısından bir gün önce, ABD tarafından, üst düzey PKK yöneticilerinden Murat Karayılan, Rıza Altun ve Zübeyir Aydar’ın uyuşturucu kaçakçısı olarak ilan edilmesi, aynı gün Irak-Türkiye Bakanlar Kurulu’nun iki ülke başbakanlarının katılımıyla bir araya gelmesi, “güvenlik” de içinde olmak üzere çeşitli alanlarda 48 anlaşmaya imza atmaları, yine eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in birkaç gün önce Taraf gazetesine verdiği röportajda; “PKK 6 aya kadar silah bırakacak” açıklamasında bulunmasıdır. Tüm bu veri ve olgular birlikte düşünüldüğünde, olup bitenin bir “barış süreci” değil, ama Kürt hareketi ve onun silahlı kolunun açık bir tasfiye sürecinin yeni ve üst bir evresiyle karşı karşıya olduğudur.

PKK lideri Abdullah Öcalan, avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamada, “Demokratik siyasette ciddi bir tıkanma yaşanmaktadır. Bu durum beraberinde hukuki, sosyal, kültürel ve askeri alanları da tıkamaktadır. Kürt sorununa ilişkin yaşanan tıkanmışlığı aşmak; çözümün, demokratik siyasetin önünü açmak gerekiyor. Bunun için önerim; daha önce gelen Barış Grupları benzeri, Avrupa’dan ve yine içinde Mahmur’dan halkımızın da bulunduğu Güney’den olmak üzere iki grubun; Kürtler’in bu ülkede nasıl yaşayacaklarını, birlikte yaşayabilmenin zorunlu prensiplerini ortaya koymak, Kürtler’in hak ve özgürlüklerine ilişkin temel isteklerini tartışmak üzere Türkiye’deki tüm çevrelere giderek iki halkın birlikte yürümesi için olmazsa olmaz niteliğindeki temel taleplerini dile getirmelidirler” dedi.

Tam da bu sözler edilirken, sömürgeci sermaye devletinin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, geniş bir heyetle Irak’ı ziyaret etmesi, onlarca antlaşmaya imza atması dikkat çekmektedir. İmzalanan antlaşmaların önemli bir kısmı “terörizmle mücadele” adı altında Kürt halkına yönelik dizginsiz bir baskı ve zulmü kapsayan antlaşmalardır. Bu süreçte Erdoğan tam bir pervasızlıkla “teröre ve PKK’ye karşı mücadele”nin devam edeceğini, ortaya atılan “açılımlar”ın Kürt halkı için değil, amaçlarının“terörle mücadeleyi yürütmek, PKK’ya katılımları engellemek, PKK’ya katılanları dağdan indirmek, PKK’yı silahsızlandırmak” olduğunu açıkça ifade ediyordu.

Tüm bunlara rağmen, PKK yöneticileri “barışın ve iyi niyetin bir ifadesi” olarak sömürgeci sermaye devletine güven vermek için Mahmur’dan, Kandil’den, Avrupa’dan üç “Barış Grubu”nu ellerine de Meclis’e, Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na sunulmak üzere mektuplar vererek Türkiye’ye gönderdiler. Eldeki veri ve olgular yan yana getirildiğinde, “Barış Grubu”nun ziyaretinin teslimiyet projesi çerçevesinde sermaye devleti ile belli bir temas içinde uzun teknik bir hazırlık, planlama, görüş alışverişlerinin sonucunda ortaya çıkarıldığı görülebilir. Öyle ki, Öcalan’ın çağrısının ardından bir gün bile geçmeden, bu projeyi PKK’nin hemen benimseyip harekete geçmesi, bu projenin Öcalan’ın kamuoyuna yansıyan açıklamasından öte bir boyut taşıdığını gösteriyor. Bu çerçevede MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in geçtiğimiz günlerde 12 Ekim tarihli Taraf gazetesinde Neşe Düzel’e “PKK altı ayda dağda indirilebilir” açıklamasının arkasından Öcalan’ın çağrısının gelmesi herhalde rastlantı sayılamaz.

Dahası, PKK’nin “Barış Grubu” teslimiyet projesinin, sermaye devleti ile birlikte uzun bir sürece dayalı olarak hazırlandığı, yine Taraf gazetesi genel yayın yönetmeni Yasemin Çongar’ın 16 Ekim tarihli “Apo’nun çağrısı” başlıklı yazısında aktarılanlardan açıkça ortaya çıkıyor. Yasemin Çongar yazısında, özel bir görüşmede kendisine söylenenlerden, ayrıca devletin içinden ve yakın çevresinden duyduklarından, ortaya çıkan projenin olağan ve beklenilen bir gelişme olduğunu ifade ediyor:

“Dün Öcalan’ın avukatları aracılığıyla yaptığı ‘Basına ve Kamuoyuna’ başlıklı açıklama, belki de beş hafta önce işittiğim ve yazdığım bu beklenti nedeniyle çok şaşırtmadı beni. Aklıma iki olasılık geldi. İlkin, Öcalan’ın başından beri bu hazırlıklardan haberli, hatta devlet eliyle yürüyen ‘PKK’ya silah bıraktırma’ planının doğrudan parçası olduğunu ve kendisinden beklenen çağrıyı tam zamanında yaptığını düşündüm. Ardından, ikinci ve daha güçlü bir ihtimal olarak, Öcalan’ın devlet ve diğer ilgili taraflarla PKK arasında çeşitli biçimlerde süren temaslardan dolaylı da olsa haberli olduğu ve bu süreçle uyumlu bir çıkış yapma gereği duyduğu fikrine kapıldım.”

“Barış Grubu” adı altındaki teslimiyet projesi yeni de değildir. Öcalan’ın çağrısı ile 10 yıl önce de PKK, iki grup militanını birer ay arayla Türk sermaye devletine teslim etmişti. O zaman gönderilenler gözaltına alınarak tutuklanmış ve çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştı. Bir grup silahlarıyla birlikte, diğer grup ise Avrupa’dan silahsız gelmişti.

PKK’nin “Barış Grubu” adı altındaki teslimiyet projesi, sömürgeci sermaye devletinin “milli birlik, beraberlik ve huzur projesi”ni kendi yönünden tamamladığını göstermektedir. Bundan dolayı burjuva kalemşörler de ortak koroya katılarak bunun bir “barış projesi” olduğunu ifade etmektedirler.

Oysa barış, karşılıklı olarak savaşan güçlerin savaşa gerekçe olan politik hedeflerinin bir kısmından vazgeçerek aralarındaki çatışmalara son vermeleri anlamına gelir. Bu tür barışlar çoğunlukla devletler arasında gerçekleşir. Ancak sınıf mücadelelerinde iktidar için savaşan, ezen ve ezilen sınıf ya da ulusların savaşında barış imzalamak imkansızdır. Karşılıklı birbirinin düzenini yıkmak ve birbirlerini ortadan kaldırmak için savaşanlar arasında barış olmaz. Geçici ateşkesler ve geri çekilmeler yaşanabilir. Ancak bunlar geçicidir ve savaş daha şiddetli çatışmalarla yeniden başlar ve sürer, ta ki taraflardan birinin kesin zaferine kadar. Bu, toplumsal sınıf mücadelesinin apaçık bir gerçeğidir. Kim ki, ezenle ezilen arasında başlayan bir savaşı ezenin egemenliği sürdüğü koşullarda durdurmaya çalışıyorsa, objektif olarak ezenin yanında saf tutuyor demektir. Bu nedenle bugün savunulan “barış”ın egemen sınıfların “barış”ı olacağı açıktır. Böylesi bir “barış”ın anlamı, sisteme teslim olmaktır. Yaşanan durum tam da budur.

Açıktır ki; barış, teslim olmakla sağlanamaz. Barışseverlik düzene sığınmak değildir. Gerçek barışı savunanlar, barışseverler, bunun sınıf savaşıyla kazanılacağını bilen ve bunun için mücadele eden komünistler ve devrimcilerdir. Onlar, savaşın sınıflar arası çatışmalardan, çelişkilerden doğduğunu bildikleri için, barışın da egemen sınıf iktidarının yıkılmasıyla, devrim ve sosyalizmle geleceğini bilirler.

Her egemen sınıf, kendi “barış”ını dayatır ve onun propagandasını yapar. Bugün de sermaye düzeninin “barış” propagandasının içeriği; “silahlarınızı bırakın”, “ideolojiniz öldü”, “gelin teslim olun ve barış içinde yaşayın” şeklindedir. Düzenin bu “barış” propagandası ile liberal reformizmin ve Kürt hareketinin barış çağrıları öz olarak aynı noktada buluşmaktadır. Bu türden bir “barış” çağrısının sermaye düzeninin işine geleceği açıktır. Bu, aslında “barış” değil, teslimiyettir; kendi ideal ve hedeflerinden vazgeçmek, düşmanın iradesini kabul etmektir.

Sömürgeci sermaye devletinin “Kürt sorununun çözümü”nden, aynı anlama gelmek üzere “barış”tan anladığı, Türk ve Kürt halklarının hak eşitliği temelinde gönüllü birliği ve kardeşleşmesi değil, Kürt hareketini tasfiye ederek Kürt halkını denetim altına almaktır. Gelinen aşama, Kürt halkına yönelik yıllardır süren kirli savaşın ufak tefek rötuşlarla bir uzantısı ve onun özel bir evresinden ibarettir.

Açıktır ki, tıpkı öncekiler gibi son ABD patentli politika da Kürt sorununa çözüm getirmeyecektir. Kürt sorunu; “dağdakilerin düz ovaya inmesi”, bazı kültürel kırıntıların verilmesi, bireysel düzeyde etnik kimliğin kabul edilmesiyle çözülemez. Zira, Kürt sorunu çözülmeden tüm ağırlığıyla orta yerde kalacaktır. O, ancak siyasal temelde, yani ezilen Kürt ulusunun ulusal eşitlik ve özgürlük istemlerinin karşılanmasıyla çözülebilir. Bunu da ancak toplumsal bir devrim sağlayabilir.