29 EKİM 2005 Sayı: 2005/43 (43)

  Kızıl Bayrak'tan
  TMY karşıtı mücadelenin görevleri...
  Ordu-hükümet geriliminde son perde
  2006 Bütçesi mecliste; Sömürü ve soyguna karşı mücadeleyi yükseltelim!
  2006 Bütçesi; Vergiler yine işçi ve emekçileri vuracak!
  TÜSİAD gözünü enerji ve ulaşım sektörüne dikti; Sermaye yağmaya doymuyor
Telekom yağmasının önündeki engeller temizleniyor
Yargı "siyasallaştırılıyor" mu? Yoksa düzen siyasetinin göbeğinde mi duruyor?
  Umut tacirleri emekçileri soymaya devam ediyor
  Burjuva parlamentosundan pislik akıyor
  Eğitim-Sen'de neler oluyor?
  Sosyal güvenlik açıkları sermayenin eseridir!
  İstanbul Migros işçileri; Haklıyız, kazanacağız!
  İzmir'de 6 Kasım tartışmaları
  Demorkari mücadelesi ve Kürt sorunu: "Demokrasinin sınırlarını genişletme" programı/ Orta sayfa
  Erdemir örsündeki OYAK
  Gecekonduları niçin yıkmalıyız?/ Y. Akkaya
  "Uygar dünya" Pakistan halkını ölüme terketti
  Suriye emperyalist saldırganlığın hedef tahtasında
  Azerbaycan; Aliyev hanedanlığı kendini güvende hissetmiyor
  İşgal ordusu bölgedeki "kalıcı üslerini" genişletiyor
  Genç bir komünistin mücadele günlüğü; Kayaları parçalayan dalgaların sürekliliğidir
  Anti-emperyalist mücadele üzerine
  Medyatik uyuşturucu futbol
  Başarının sırrı / Sosyalist-Şoreşger
  Bültenlerden / Tersane İşçileri Bülteni
  Bültenlerden / Anadolu Yakası İşçi Bülteni
  Basından/ Beşar rejimi daha ne kadar yaşar?
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

“Yargı siyasallaştırılıyor” mu? Yoksa düzen siyasetinin göbeğinde mi duruyor?

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın, Üniversite Hastanesi'ne tıbbi cihaz alımında usulsüzlük yapıldığı iddiasıyla başlatılan soruşturma kapsamında 14 Ekim'de tutuklanarak cezaevine konulmuştu. Aşkın'ın tutuklanmasına gerekçe olarak da, Yeni Türk Ceza Kanunu'nun “delillerin yokedilmesi, gizlenmesi veya değiştirilmesi”ne ilişkin maddesi gösterilmişti.

Tutuklamanın ardından YÖK, rektörüne sahip çıkma adına Van'a bir rektör konvoyuyla çıkarma yaptı. Gerek bu hareketi gerekse yaptığı açıklamalar nedeniyle YÖK'le hükümet arasında epeydir süregelen gerginlik bir kez daha tırmandırılmış oldu.

Konuya ilişkin gelişmeler, haber ve yorumlardan da görüldüğü gibi, burjuva medya için kaçırılmaz fırsat teşkil etmiş durumda. Gelişmeler basında günübirlik ele alındığı için burada tekrar etmenin bir anlamı bulunmuyor. Bu gelişme nedeniyle tekrar gündeme getirilen “yargı bağımsızlığı”, “yargının siyasallaştırılması” türünden iddialara bir kez daha değinmek daha yararlı olacaktır.

YÖK, rektörler, CHP ve Barolar hükümeti yargıyı siyasallaştırmakla suçluyor. Hükümet ise YÖK'ü ve rektörleri Van çıkarması ve açıklamaları nedeniyle “yargıyı etkilemeye çalışmak”la...

Rektör Aşkın'ın tutuklanma usulü konusunda YÖK'ün, Barolar'ın, CHP'nin itirazlarında doğruluk ya da haklılık payı olabilir. Ancak konu bu değildir. Konu, YÖK'teki, CHP'deki hatta ve maalesef Barolar'daki bu bayların yargının siyasallaşmasından ne anladıkları, siyasallaşma ve bağımsızlık tabirleriyle yargıya ne yükledikleridir.

Açık ki, yargının siyasallaşmasından anladıkları, sadece, kimi yargı kurumlarının hükümetin denetimine girmesidir. Onları yargının zaten siyasi bir kurum oluşu, sınıf siyaseti çerçevesinde örgütlenmiş ve donanmış oluşu zerre kadar ilgilendirmemektedir. YÖK ve CHP için böyle bir anlayış ve anlatış “anlayışla” karşılanabilir. Ne de olsa bu ikisi de –tıpkı yargı kurumu gibi- sınıf siyaseti çerçevesinde örgütlenmiş yapılardır. CHP, bir burjuva partisi olarak zaten görevini yapmaktadır. YÖK ise, 12 Eylül siyasetinin üniversiteleri düzen siyaseti çerçevesinde zapt u rapt altına alma projesi kapsamında örgütlenmiş bir kurumdur. Baroların ise bu ikisinden farklı olması, farklı davranması beklenirdi.

Bir düzen ve devlet kurumu olarak yargının zaten siyasal bir kurum olduğunu anlatmak için yüzlerce örnek verilebilir. Sadece çok ünlü davaları saymak bile bu yazının kapsamını aşar. Bu yüzden sadece, İstiklal Mahkemeleri'ni, İhtilal Mahkemeleri'ni (1960), Deniz Gezmiş ve dönemin hemen tüm benzer davalarını geçerken anıp bugünden birkaç örnek alalım.

Uğur Kaymaz davası, Kürtlerle ilgili tüm davalar gibi, tümüyle siyasi bir dava olarak ele alınmakla kalmıyor, davaya ilişkin tali gelişmelerde de, devletin diğer kurumları ve bu kurumların başındaki şahıslar yargıyla elele düzen siyasetini icra ediyorlar. Devletin Kürt siyasetini hala anlamayan varsa, sadece Uğur Kaymaz davasını izlemesi anlamasına yardımcı olacaktır. Öncelikle, 12 yaşında bir çocuk kurşunlanarak öldürülmüş, sonra bu infazı haklı çıkarmak için terörist ilan edilmiştir. Çocuğun yaşı başta olmak üzere tüm kanıtlar aksini gösterince, infaza katılanlar hakkında dava açılmış, fakat benzer tüm davalarda olduğu gibi, bu davanın da katillerin aklanması komutuyla birlikte açıldığı anlaşılmıştır. Şimdi Eskişehir'de görülen dava ile ilgili gelişmeler, bu il yönetiminin en tepesindekilerle davayı gören mahkemenin elbirliğiyle devletin Kürt siyasetini icra etmeyi nasıl sürdürdüklerini ortaya seriyor.

Günün bir başka çarpıcı örneği Orhan Pamuk davasıdır, ki bu dava da devletin en hassas iki sorunu -Kürt ve Ermeni sorunu- ile ilgilidir. Yazar Orhan Pamuk hakkında, bir açıklamasında Kürtler'in ve Ermeniler'in öldürülmesinden sözettiği için, Türklüğe ve Türkler'e hakaretten dava açılmıştır. Kürtler'i, Ermeniler'i ya da Türkler'i öldürmekten değil...

Türk burjuvazisinin asker vesayetini içselleştirmiş siyasi düzeni, hiç kimsenin devlet siyaseti dışında düşünmesine, hele hele bu tür düşünceleri açıklamasına tahammül edememektedir. Tahammülsüzlüğünü de yargı ve ceza kurumunu harekete geçirerek ortaya koymaktadır.

Ancak burjuva yargı kurumu sadece siyasi davalarda “siyasi” davranmıyor. Aynı düzen siyasetini ekonomiye ilişkin davalarda da sürdürdüğü Telekom davasında açık seçik görüldü. Sendikanın açtığı davada yürütmeyi durdurma isteminin reddi, sermaye yargısının, sermaye sınıfının çıkarlarını her alanda korumaya and içtiğini gösterdi. Bu tutum, sadece, hükümetinden medyasına tüm baskı unsurlarının işletilmiş olmasından kaynaklanmış da olamaz. Eğer özelleştirmeler devlet politikasına aykırı bir hükümet icraatı olsaydı, yargı devletin daha güçlü kurumlarına sırtını dayayıp, “babalar gibi” hükümete direnmesini de becerebilirdi. Bunu yakın geçmişte kanıtlamıştı.

Özetle, hükümet yargıyı, üniversiteleri vb. siyasallaştırmıyor. Olsa olsa, zaten siyasi birer kurum olan bu devlet organlarını kendi siyaset çizgisine çekmek için uğraşıyor. Güttüğü politika devlet politikasıyla örtüştüğü oranda da, doğal olarak bundan sonuç alıyor.

Siyasal yargı-bağımsız yargı tartışmaları, en fazla, işçi ve emekçilerin zihinlerini bulandırmaya yarıyor. Yargının siyaset dışı kalması, bağımsız olması ihtimali varmış gibi bir yanılsamaya yolaçıyor. Devleti ve devlet kurumlarını sınıflar üstü gösterme çabalarına destek sunuyor.

Oysa işçi ve emekçi kitlelerin bilince çıkarması gereken, devletin de devlet kurumlarının da burjuva sınıfa ve düzene ait olduğudur. İşçi sınıfı ve emekçilerden yana işleyecek bir yargı bağımsız ya da siyaset dışı ve üstü değil, tersine işçi sınıfına ve siyasetine bağlı olabilir. Bu da ancak bir işçi devletinin kurumu olarak örgütlenmesiyle mümkündür.

 

-----------------------------------------------------------------------------------------

Uğur Kaymaz davasında polis terörü

21 Kasım 2004'te Mardin'in Kızıltepe ilçesinde faşist sermaye devletinin kolluk kuvvetleri tarafından katledilen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babası Ahmet Kaymaz ile ilgili Eskişehir'de görülen davanın 2. duruşmasına bu kez de polis terörü damgasını vurdu. Hatırlanacağı gibi ilk duruşmayı izlemek isteyenlere polis denetimindeki sivil faşistler taş ve sopalarla saldırmıştı.

24 Ekim günü mahkemenin başlama saatinde davayı izlemek için yola çıkan SDP, DEHAP, Halkevleri, ESP, Mücadele Birliği ve Ekim Gençliği'nden oluşan grup polis engeliyle karşılaştı. İlk başta davanın izlenmesinde bir sakınca görmeyen, üst aramaları yapıldıktan sonra davayı izleyebileceğimizi söyleyen polis, birden karar değiştirerek davayı sadece birinci dereceden akraba ve kimi kurum temsilcilerinin kendi kimliklerini belgelemek şartıyla izleyebileceğini söylemeye başladı. Davayı izlememizin yasal hakkımız olduğunu söylememiz üzerine polisin azgınca saldırısı başladı. Saldırı üzerine ara sokaklara girildi ve “Katil devlet hesap verecek!” sloganı haykırıldı.

Yapılan müdahale sonucu iki okurumuzun da aralarında bulunduğu 11 kişi, sivil polis ve çevik kuvvet tarafından coplar ve tekmelerle dövülerek gözaltına alındı. Çevik kuvvet otobüslerinde kasklarla ve coplarla dövülerek Çarşı Karakolu'na götürüldük. Karakolda da tekme ve yumruklarla ağır hakaretlere uğradık. Kadın arkadaşlarımıza yönelik tacizde bulunan düzenin bekçi köpeklerinin saldırıları burada da devam etti. Sağlık kontrolünden sonra götürüldüğümüz Emniyet Müdürlüğü'nde normal üst araması yapıldıktan sonra keyfi bir şekilde uygunsuz üst araması dayatılan Ekim Gençliği okuru bir arkadaşımız, uygunsuz üst aramasını kabul etmediği için burada da azgınca dövüldü ve bu şekilde arama yapılmaya çalışıldı. Gözaltına alınan 11 kişi aynı gün çıkarıldıkları savcılık tarafından saat 19.30'da serbest bırakıldı. Savcılıkta ifade verdikten sonra kötü muamelede bulunan polisler hakkında suç duyurusunda bulunuldu.

12 yaşındaki bir çocuğu “terör örgütü” üyesi olduğu gerekçesiyle katleden zihniyet, davayı izlemek için orada bulunan devrimci, demokratlara karşı vahşi bir saldırı gerçekleştirmiştir. Bizler biliyoruz ki; sokak ortasında gerçekleştirilen katliamların, “faili meçhul”lerin ve işkencede katletmelerin tek sorumlusu sermayenin faşist devletidir ve bu düzen yıkılıp yerine sosyalizm kurulmadıkça sermaye devletinin bu katliamları devam edecektir.

Ekim Gençliği/Eskişehir