23 Temmuz 2005
Sayı: 2005/29 (29)


  Kızıl Bayrak'tan
  Faşist terör dalgasının perdesi resmen açıldı
  Uğur Kaymaz Davası'nda saldırı
  Telekom çalışanlarının 19 Temmuz eylemi; Parçalı güçler ve eylemler tablosunun aşılması için daha çok çaba!
  Tayyip Erdoğan'ın TÜSİAD ziyareti; Sermayeye dost emekçiye düşman!
  Cambaztepe emekçilerinden yıkıma karşı militan direniş
ÖSS sonuçlarında değişen bir şey yok!
Limanlar yağmaya açılıyor; Liman işçisi direnişe hazırlanıyor
  F Tipi şehir projesi; İstanbul'a vize uygulamak gerekiyormuş
  İlaç tekelleri Türkiye'de de çocukları kobay olarak kullanmak istiyor; Geleceğimiz satılık değil!
  Kıbrıs tartışmaları ve Ankara Anlaşması
  Direnen Ulagay işçileri kazanacak!
  Türk-İş ve yabancı sermaye; Emperyalizme karşı olmayanlar özelleştirmelere de karşı değildir!
  Kürt hareketinde İmralı süreci ve Türkiye'de Kürt sorunu/3 (Orta sayfa)
  Gelişmeler ve görevler
  Militarizme ve şovenizme karşı aydınlar bildirgesi
  Faşist hareket İran'a yönelik emperyalist saldırganlığın neresinde?

  Bush-Şaron haydutlarının dayattığı "barış" çöktü; Siyonistler kapsamlı bir saldırıya hazırlanıyor!

  Irak'ta katledilen sivillerin sayısı 100 bini aştı
  AB şefleri devlet terörünün zeminini döşüyor
  GOP İşçi Kurultayı'na doğru; Ortak sorunlarımıza ortak çözümler üretmek için!
  Bültenlerden/ İşçiden işçiye
  İLGP yaz çalışmalarından; Meslek liseleri gerçeği üzerine
  2. Çiğli İşçi Kurultayı hazırlık çalışmaları sürüyor
  Mamak İşçi Kültür Evi Kadın Komisyonu; İşçi Kültür Evleri'yle dayanışmayı yükseltelim!
  Basından; At gözlüğüne çuvalsız uyarı / Ragıp Duran
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Kürt hareketinde İmralı süreci ve Türkiye'de Kürt sorunu/3

H. Fırat

“Ulusal Sorun ve Kürt Hareketi” başlıklı dizi yazımızın İmralı süreci ve Türkiye'de Kürt Sorunu konulu yeni alt bölümü kapsamında yayınladığımız konferans kayıtlarının son bölümüne bu sayımızda yer veriyoruz. Bir sayı ara vereceğimiz dizi yazıya daha sonra konuya ilişkin değerlendirmelerle devam edeceğiz...

Kürt hareketindeki devrimci damarı kurutmak çabası

Türk burjuvazisi Cumhuriyet döneminin ilk Kürt isyanlarını bastırdıktan sonra böylece Kürt sorununu da çözdüğüne inandı. İsyanların başını o güne dek hep Kürt feodalleri ve oluştuğu kadarıyla o zamanın Kürt burjuva öğeleri çekiyordu. İsyanlar bastırıldıktan sonra Türk burjuvazisi bunları büyük ölçüde kendine entegre etmeyi başardı. Böylece ulusal sorun feodal-burjuva sınıfların sorunu olmaktan çıktı. Cumhuriyet'i izleyen Kürt isyanları döneminin kapanması, Kürt hareketinde burjuva-feodal önderlik döneminin de kapanması anlamına geliyordu. ‘60'lı yılların ikinci yarısından itibaren yeni bir sosyal muhteva ile kendini gösteren Kürt hareketi, bu kez artık belirgin biçimde alt sınıfların damgasını taşıyordu. Sosyal ve ulusal uyanış burada içiçe idi, biri ötekini besliyordu. Burjuvazinin Kürt sorununu bitirdiğini sandığı bir sırada, sorun yeni bir düzeyde kendini yeniden göstermeye başlıyordu.

Kapitalist gelişmenin hızlanması bir yandan iki ulusu binbir bağla birbirine yakınlaştırırken, öte yandan Kürtler'de ulusal uyanışı mayaladı, modern ulusal kimliği ve bilinci geliştirdi. Özellikle kent küçük-burjuvazisi ve ilerici aydınları arasında yaşandı bu. Alt sınıflar içinde sosyal uyanışla içiçe bir ulusal uyanış başgösterdi. ‘60'lı yılların ikinci yarısında Kürt sorununun TİP'in Kürdistan'daki “Doğu Mitingleri” üzerinden kendini duyurması bu açıdan bir rastlantı değildi. Bu mitinglerin şiar ve istemlerine baktığımızda sosyal uyanış ile ulusal uyanışın içiçeliğini somut olarak görürüz. Örneğin “Batıya fabrika, doğuya baraka, bu mudur harika!” şiarı, bu içiçelik olgusunu veciz bir biçimde dile getirmektedir.

Ulusal uyanışa paralel olarak Kürt ulusal akımlarının ilk filizleri ‘60'li yılların sonunda kendini gösterdi. ‘70'li yıllarda ise bu akımlar çok sayıda parti ve grup halinde gelişip serpildiler. Ulusal sorunu ve özgürlük mücadelesini eksen alan sayısız Kürt grubu çıktı ortaya. Bunlar kendilerini aynı zamanda sosyal sorun ve mücadele üzerinden de ifade eden gruplardı. Hepsi de marksist-leninist olmak iddiasındaydı; dünyadaki kutuplaşmada emperyalizme karşı sosyalizmin, işçi sınıfının ve halkların yanında olduklarını söylüyorlardı, ki bunda samimiydiler de. Bu, yeni dönem Kürt hareketinin ilerici-devrimci bir düşünce çizgisinde gelişmesi demekti. Nitekim bu yeni uyanış içinde kendini bulan Kürt katmanları arasında ilerici değerlerin, devrim ve sosyalizm fikirlerinin önemli bir etkisi, hiç değilse saygınlığı vardı.

Abdullah Öcalan İmralı'dan beri sistematik bir biçimde işte buna da, köklü tarihsel temelleri olan bu etkiye de saldırıyor. Devrime ve devrimci sosyalizme ilişkin herşey daha ilk İmralı savunmalarından itibaren cepheden bir saldırıya konu edilmişti. Gelinen yerde iş Marksizm'i “kapitalizmin bir mezhebi” ilan etmeye kadar vardı. İlk İmralı savunmalarından farklı olarak daha sonraki dönemde saldırı daha sinsi bir biçim kazandı, cepheden saldırı yerini duygusal okşamalar eşliğinde içini tümden boşaltmaya bıraktı. İçi boş ve samimiyetten tümüyle yoksun bir duygusal söylemle sosyalizmden söz ediliyor, arada Marks, Engels ve Lenin'e saygılar bildiriliyor, ama bununla birarada sosyalizmin bilimsel temellerine karşı bayağılığa varan bir saldırı ve karalama kampanyası yürütülüyor. Bürokratik yozlaşmanın, bunun yolaçtığı karşı-devrimin, bunun ideolojisi olan modern revizyonizmin tüm faturası bilimsel sosyalizme ve Ekim Devrimi'ne çıkarılıyor. Üstelik bu saldırı kampanyası herhangi bir ciddi inceleme ve eleştiriye de dayandırılmıyor. Burada safsata ile teorik hafiflik elele gidiyor. Kullanılan yöntem ve dayanılan mantık, gerçekte ilkel bir anti-komünist demagojiden ibarettir. ‘89 çöküşü sosyalizmin iflasının ve Marksizm'in “kapitalizmin bir mezhebi”nden başka bir şey olmadığının tartışılmaz, herhangi bir tartışmayı gereksiz kılan sözde kanıtı olarak sunuluyor. Söylenenlerin başı ve sonu neredeyse bundan, bu sofist ve demagojik mantıktan ibaret. Tarihin o karmaşık ve çelişkili seyri, o bildiğimiz süreçler ve aşamalar orta yerde duruyorken, vardığı yeri görmüyor musunuz denilerek Yeltsin-Putin Rusyası'na işaret etmek ve buradan da Marks'ın temsil ettiği sosyalizmin aslında kapitalizmin bir mezhebi olduğu sonucuna varmak, basitçe ilkel bir demagojidir. Fakat bu kadarı bile ilerici Kürt kitlesi içinde kafa karışıklığı yaratmaya, bu kitleyi devrime ve sosyalizme duyulan yakınlıktan uzaklaştırmaya, onu yeniden kurulu kapitalist sömürü düzeni ile barıştırmaya önemli ölçüde yetebiliyor. Bu çaba, Kürt ilericileri ve devrimcileri arasında, politik yaşama gözünü devrim ve sosyalizm mücadelesi içinde açmış insanlar üzerinde yapacağı tahribatı, hiç değilse şimdilik, fazlasıyla yapıyor.

Bu çerçevede İmralı süreci Kürt hareketinin ilerici-devrimci bilincine ve birikimine büyük bir darbe oldu. Bunu Türkiye devrimine büyük bir darbe olarak da düşünebiliriz. Türkiye'de Kürt sorunu tarihsel olarak ‘60'lardan itibaren hep kendini ilerici devrimci kimlik üzerinden ifade etmiştir. Kürdistan çok sayıda devrimci ve devrimci örgüt çıkarmış bir topraktır. Şimdilerde Marksizmle, devrimle ve devrimcilikle bağı tümden koparılarak, Kürt devrimci dinamiği tümden dumura uğratılmak isteniyor. Bu Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesi ile Türkiye işçi sınıfının devrimci iktidar mücadelesi, Kürt ulasal hareketi ile Türkiye devrimci hareketi, Kürdistan'ın özgürleşmesi ile Türkiye devrimi arasındaki bağı koparmak çabasıdır işin aslında. Olup bitenlerin etki ve kapsamına bu genişlik içinde bakmak gerekir.

Abdullah Öcalan'ın devrime ve sosyalizme karşıtlık içinde geliştirdiği yeni çizginin en temel işlevlerinden biri de budur. O çok bilinçli bir tutumla bu konuda Türk burjuvazisine ve sistemin efendilerine güven vermeye çalışıyor. Bu, Türk burjuvazisine ve devletine sınıflar mücadelesi alanında verilmiş çok önemli bir destektir. Kürt hareketinin zirvesinden bu desteği dolaysız olarak almış olmak Türk burjuvazisi ve devleti için az bir kazanım değildir. Ama Kürt sorununun oluşturduğu potansiyel devrimci dinamiği, bu dinamikten beslenen ve tarihsel bir temele sahip olan o devrimci damarı kolay kolay da kurutamazlar, bu ayrı bir sorun. Türkiye'deki Kürt sorununu kurulu düzenle uzlaşma ve barışma içinde çözmenin olanağı yoktur. Güney'deki türden bir çözüm de Kuzey'de olanaklı değildir. Sonunda hayatın gerçekleri üstün gelecektir ve Türkiye'deki Kürt dinamiği yeniden devrimci bir mecraya girecektir.

Kürt sorununun çözümü burjuva düzene sığmaz

Türkiye'deki Kürt sorunu İmralı'da geliştirilen etnik kültürel haklar programı ve buna dayalı anayasal reformlar stratejisiyle çözülmez, çözülemez. Kürt sorunu derin tarihsel köklere dayalı son derece önemli ve kapsamlı bir siyasal sorundur. Sorun, Ortadoğu'nun en eski halklarından biri olan Kürtlerin bugünkü ulusal kölelik statüsünden kurtulması sorunudur. Ezilen uluslar siyasal kurtuluşa erişmek, özgür ve eşit olmak isterler. Bu onların en doğal hakları ve önüne geçilmesi olanaksız istemidir. Ulusların özgür, eşit ve kardeşçe ilişkiler içinde olmasının önündeki engel, temelde özel mülkiyet düzenidir, buna dayalı burjuva sınıf egemenliği sistemidir. Özel mülkiyet düzeni ortadan kaldırıldığında, burjuvazini sınıf egemenliği yıkıldığında halkların eşit ve özgür olabildiğini, böylece gönüllü birlik temelinde kardeşçe ilişkiler içinde kaynaşabildiğini tarih bize gösterdi. Bilimsel sosyalizm bunu teorik olarak böyle ortaya koymuştu, sosyalizm uygulamaları ise bunu pratik olarak kanıtlamış bulunuyor.

20. yüzyılın sosyalist kuruluş deneyimleri birçok bakımdan kusurlu, yetersiz, sorunlu ve sonuçta başarısız oldular. Ama tüm bu kusurlu ve sorunlu pratiğe rağmen, ulusal sorunun çözüm süreci planında ve hiç değilse bir döneme kadar, bu aynı deneyimlerin esası yönünden başarılı olduklarını görüyoruz. Bir “halklar hapisanesi” olan Rusya'da gerçekleşen Ekim Devrimi ezilen ulusların köleliğine derhal son verdi. Ulusları özgürleştirip onlara temel ulusal haklarını kazandırmakla kalmadı, gelişip serpilmeleri için gerekli siyasi ve kültürel koşulları da çok yönlü olarak yarattı. Ekim Devrimi'nin izlediği politika ve yarattığı koşullar sayesinde kabile düzeyindeki halklar, ki bugünün Orta Asya cumhuriyetlerini oluşturan halkların durumu tümüyle bu idi, zaman içinde modern uluslar haline geldiler. Her ulus Sovyetler Birliği çatısı altında ayrı bir cumhuriyet olarak örgütlendi. Tüm dillerin ve kültürlerin gelişip serpilmesi için gerekli koşullar yaratıldı. En küçük ulusal azınlıkların (ki bunlar arasında birkaç onbinlik nüfusuyla Kafkasya Kürtleri de vardı) dilleri ve kültürlerinin gelişimi için bile büyük çaba harcandı. Dünün halklar hapishanesi özgür ulusların kardeşçe ilişkiler içinde yaşadığı, birbirlerine sevgi ve saygı ile bağlandığı, ulusal baskı ve eşitsizliklerin tarihe gömüldüğü bir büyük birlik halini aldı.

Ekim Devrimi'nin ulusal sorundaki büyük başarısı tersinden de Sovyetler Birliği'nin dağılması esnasında sınavdan geçmiş oldu. Elbetteki uzun onyılları bulan kapitalizme geriye dönüş süreci herşeyi bozduğu gibi uluslar arasındaki ilişkileri de zaafa uğratmış, bu arada büyük Rus şovenizmine önemli bir alan açmıştı. Fakat buna, bu büyük tahribata rağmen Sovyetler Birliği'ni oluşturan cumhuriyetler ciddi bir sorunla karşılaşmaksızın peş peşe devlet bağımsızılıkların ilan ettiler. Bütün bunlar, Ekim Devrimi öncesi dönemden miras bazı sorunlar dışında, esasa ilişkin bir sınır problemi yaşanmaksızın gerçekleşebildi. Bu şaşırtıcı değildir, zira o sınırlar Sovyetler Birliği döneminde belirlenmiş halde zaten vardı, Sovyet ülkesi sınırları belli bir Cumhuriyetler Birliği idi. Yer yer çıkan sınır anlaşmazlıklarının ise, ki Moldavya buna bir örnektir, Ekim Devrimi öncesi dönemden, yani Birinci Dünya Savaşı'ndan miras olduğunu bize konunun uzmanı tarihçiler söylüyor. Aynı sorunsuz ayrılmanın Çekoslavakya'da yaşandığını biliyoruz. Bugün Çek Cumhuriyeti ve Slovakya sorunsuz iki komşu ülke olarak duruyorlar orta yerde. Sosyalizm döneminin siyasal-kültürel mirasının olanaklı kıldığı bu türden barışçı ve yumuşak ayrılmaları, ulusal eşitsizlikleri ve anlaşmazlıkları döne döne yeniden üreten kapitalist toplumlarda göremezsiniz. Yugoslavya'nın durumu bile kendine özgü bir biçimde bunu kanıtlamaktadır. Halk devrimini sosyalizme doğru ilerletme olanağı bulamadan yozlaşan ve kapitalizme erken bir tarihte dönen bu ülke, bu aynı sürece paralel olarak aynı zamanda halklar arası ilişkilerin de en çok tahrip olduğu ülke örneği olarak duruyor önümüzde. Bu sonuç tam da aynı nedenlerle bir rastlantı değildir. Fakat Yugoslavya bile devrim süreci içinde halkları kardeşçe kaynaştırmanın ve ayrı cumhuriyetlerin federal birliği içinde birleştirmenin olumlu bir örneği olabilmiştir, belli bir tarihi dönem için. Oysa devrim öncesi dönemin gerici Yugoslavyası kendi çapında bir başka “halklar hapisanesi” idi, buna köklü bir biçimde son verense halk devrimi olmuştu.

Burjuva düzen her türlü melaneti olduğu gibi ulusal sorunları da yeniden ve yeni boyutlarda, yeni biçimler içinde ve halkları birbirine düşman edecek tarzda üretiyor. ‘89 yıkılışını yaşayan ülkelerin bugünkü tablosu bize bunu gösteriyor. Halk devrimi Yugoslavya halklarını birleştirip kaynaştırmıştı, kapitalizme geriye dönüş onları kanlı boğazlaşmalar içinde düşman hale getirdi. Ekim Devrimi Ermeni ve Azeri halklarını kaynaştırmıştı, oysa şimdiki sözde bağımsız gerici burjuva rejimler onları yeniden kanlı bıçaklı hale getirmiş bulunuyor. Bütün bunlar bize ulusal sorun ile burjuva sınıf düzeni arasındaki organik ilişkiyi gösteriyor. Bu düzenin üstesinden gelmeden, bu üstesinden geliş çabası içerisinde halkları yakınlaştırıp kaynaştırmadan, özgürlüğe ve eşitliğe dayalı bir gönüllü birliği gerçekleştirmek de olanaklı olamaz.

İmralı'dan beri gösterilen sistematik çabayla Kürt dinamiği devrimci bir dinamik olmaktan tümüyle çıkarılmak isteniyor. Ne var ki sorunun kendisi, derin tarihsel kökleri ve tüm kapsamıyla o bildiğimiz Kürt sorunu, onun potansiyel olarak temel oluşturduğu devrimci dinamik, öylece yerli yerinde duruyor. Türk burjuvazisi ve onun sınıf iktidarı ayakta kaldığı sürece bu sorun kolay kolay çözülemez. Kürtlerin siyasal eşitlik istemleri kabul görse elbette çözülür, ama çağımızın burjuva düzeni altında bu olacak şey değildir. Bugünün gerici burjuvazisinin böyle bir çözüm üretmesi ne teorik, ne de pratik olarak mümkün. Kürtlerin siyasal eşitlik istemlerinin kabulü, burjuva sınıf düzeninin cumhuriyetle birlikte yarattığı siyasal, kültürel ve ideolojik yapının, buna dayalı dengelerin tümden çökmesi demektir. Ve bu olacak şey değil. Egemen ulusun tüm ayrıcalıklarına son vererek, yerine iki ulusun birbirine karşı sevgisine, saygısına, her alanda tam eşitliğine ve bu temel üzerinde gönüllü birliğine dayalı bir cumhuriyet ya da cumhuriyetler birliği kuramazsınız bu gerici burjuva sınf düzeni içinde.

Böyle bir sistem ancak bu düzeni devirme mücadelesi içerisinde ve bu mücadelenin zaferi sayesinde kurulabilir. Bunu olanaklı kılacak devrimci sınıf mücadeleleri süreci, işçi sınıfı önderliğinde halkların devrimci yakınlaşması, kaynaşması ve böylece her türden gerici şartlanmışlıklardan arınması süreci de olacaktır. Devrim mücadelesi içinde köklü devrimci demokratik eğitim ve dönüşüm bu anlama gelecektir. Küçük-burjuva ve köylü katmanları toplumun milliyetçiliğe ve şovenizme en yatkın kesimleridir. Burjuvazi bunları denetim altında tuttuğu sürece, toplumda kitlesel temellere ve desteğe sahip çok güçlü bir şoven damar da var demektir. Ama aynı küçük-burjuvazi, aynı köylülük, kuşkusuz bunların özellikle emekçi katmanları, işçi sınıfı tarafından kurulu düzene karşı bir devrimci mücadele çizgisine kazanıldığı zaman da, ortaya şovenizm ya da milliyetçilik değil özgür ulusların gönüllü birliğinin çıktığını biz Ekim Devrimi pratiğinden ve Sovyetler Birliği tarihinden biliyoruz. Türk ve Kürt halkları arasında karşılıklı güvene, bunun beslediği sevgiye ve saygıya, bunları olanaklı kılacak özgürlük ve eşitliğe dayalı bir gönüllü birlik çözümü elbette olanaklıdır. Fakat işte bu, proletarya devriminin ulusal soruna ilişkin çözüm programından başka bir şey de değildir. Sorunu köklü ve kalıcı biçimde çözülmesinin başkaca da bir yolu yoktur.

Ezmek ve çözmek

Bugünün Türkiye'sinde Kürt sorunu konusunda temelde iki çizgi var. Biri, yasal düzenlemelerle kültürel, dilsel, eğitsel bir takım hakların tanınmasına dayalı anayasal reform çizgisi. Ötekisi ise iki ulusun gerçek özgürlük ve tam eşitlik temelinde gönüllü birliğine dayalı devrimci çözüm çizgisi. Yani devrimci sınıf partisinin ulusal soruna ilişkin devrimci çözüm programı. Bir de ABD emperyalizmi faktörü, onun Kürt sorununa ilişkin çözüm çizgisi var kuşkusuz. Fakat Türkiye sözkonusu olduğunda ABD'nin Kürt sorunundaki çözüm çizgisi, anayasal reform çizgisinin bir versiyonundan başka bir şey değildir gerçekte. Belki şöyle söylemek daha doğrudur. Bugün İmralı üzerinden savunulan, yarın Türk burjuvazisinin bir başka versiyonunu gündeme getirebileceği anayasal reform çizgisi gerçekte ABD'nin Türkiye'deki Kürt sorunu için uzun yıllardır düşündüğü çözüm şeklinin kendisidir. Elbette koşulların değişmesine ve çıkarlarının gereklerine bağlı olarak ABD yarın başka bir tutumla ortaya çıkabilir. Bu, tümüyle olayların akışına, emperyalist egemenlik mücadelesinin ihtiyaçlarına ve bu çerçevede ABD emperyalizminin öncelikli çıkarlarına bağlıdır. Fakat hiç değilse bugün için ve görünür gelecek içinde izlenen çizgi anayasal reformlarla yatıştırma çizgisidir.

‘90'lı yıllar boyunca Amerikan emperyalizmi bir yandan Türk devletinin Kürt halkına karşı yürüttüğü kirli savaşı desteklerken, öte yandan salt bir kez daha ezerek bir şey çözemeyeceğini anlatmaya çalıştı aynı Türk devletine. Ezin, silahı bırakmak durumunda bırakın, ama sonra bir biçimde de siyasal sisteme enterge edin, edemezseniz yine sorun kaynağı olurlar, anlatılmak istenen buydu. Bilindiği gibi bu, önce ez ve sonra çöz formülü, ABD emperyalizminin dünyadaki tüm muhalefet akımlarına karşı izlediği ve işbirlikçilerine hararetle tavsiye ettiği bir yol ve yöntemdir.

12 Eylül'le birlikte ‘70'li yılların geniş çaplı devrimci hareketi ezildi. Büyük bir yenilgiydi bu ve neredeyse hiç savaşılmadan alınmıştı. Bu nedenle ideolojik ve moral açıdan da alabildiğine yıkıcı etkiler bıraktı. Tasfiyecilik diz boyuydu, yılgınlık, inançsızlık ve devrimden kaçış kitlesel boyutlardaydı. Özal'la birlikte ezilmiş hareketin sisteme adım adım entegre edilmesi dönemi başladı ve bunu kolaylaştıran politikalar izlendi. “Ilımlı sol” olarak kodlanan terbiye edilmiş sola düzen legalitesi içinde alan açılması bu anlama geliyordu, bu politikanın gereği idi. Başarısı görüldüğü ölçüde ‘90'lı yılların ortasında, devletin gizli anayası olan “milli siyaset belgesi” üzerinden “milli” bir politika olarak kayda da geçirildi. Bugünün ÖDP'si ve EMEP'i, geçmişte devrim adına direndikleri için ezilen, ezildikten sonra sisteme entegre edilerek tesirsiz hale getirilen akımların terbiye edilmiş ve sistemin legalitesi içine alınmış uzantılarıdır. Önce ezmek ve sonra çözmek olarak formüle edilen tutumun kendine özgü bir uygulamasıdır bu.

Amerikancı burjuvazinin kaymak tabakasını temsil eden TÜSİAD daha '90'lı yılların başından itibaren Kürt sorununda böyle çifte bir politikanın, ezme politikasını tamamlayacak bir sözde çözüm politikasının savunucusu kesilmişti. “Ez ve çöz” bir Amerikan formülüydü ve Amerikancı burjuvazi bu konuda kendisi adına devleti yönetenlerden daha gerçekçiydi. Önce ez, sonra ama bir biçimde de çöz... Yalnızca ezerseniz o yarın yine bir biçimde yeniden ortaya çıkar diyor Amerikalı akıl hocaları; sisteme entegre de edeceksiniz, dolayısıyla ezdikten sonra bir entegrasyon programı da uygulayacaksınız. Entegre etmekse, alan açmaktır, bunu gerektirir. Alan açmadan entegre edemezsiniz. Ezersiniz, yıldırırsınız, içine kapanır. Ama yarın gücünü bulur, yeniden ortaya çıkar. Ama ezer, sonra inisiyatif sizdeyken elicenaplık gösterip bir şeyler verirseniz, böylece sorunu yatıştırmış ve sorunun beslediğin güçleri sisteme entegre etmiş olursunuz.

ABD ve İsrail faktörü

Türk burjuvazisi, ABD'nin Ortadoğu'da kapsamlı bir müdahaleye giriştiğini, bunu uzun yıllara yayarak sürdürmek istediğini ve bu çerçevede Kürt sorununu kullanacağını da gördü. Daha da önemlisi, son birkaç yıldır buna karşı bir şey yapamayacağın da görmektedir. Amerika'nın başa çuval geçirmesi, derin bir anlamı, mesajı ve sonuçları olan bir olaydır. Bu sembolik olay kapsamlı bir politik mesaj yüklüdür. Nitekim başına çuval geçirilen taraf da bu mesajı yeterli açıklıkta aldığını göstermiş bulunmaktadır. Çuval olayı Türk devletinin Güney Kürtlerine ilişkin “kırmızı çizgileri”nin tuz buz edilmesidir ve Türk devletinin bunu karşısında Amerika'ya karşı yapabileceği hiçbir şey yoktur, olamamıştır, çünkü yuları çok yönlü olarak Amerika'nın elindedir. 60 yıllık Amerikancı düzenin Güney Kürdistan'daki gelişmelerin yön değiştirebilmesi için Amerika'nın Irak'ta direnişin darbeleri altında düşebileceği açmazlardan yarar ummaktan başka yapabileceği bir şey kalmamıştır halihazırda.

Türk burjuvazisi ve devleti Amerika'nın Kürt sorununu deştiğini ve Ortadoğu'daki egemenlik mücadelesinde bu sorunu etkili bir biçimde kullanacağını gördü. Amerika bunu Irak'ta kullandı, halihazırda faydasını görmüş durumda. Bugün özellikle Suriye'ye karşı bunu bir silah olarak hissettiriyor ve aynı şeyi koşullar oluşursa İran'a karşı da yapmak istiyor. Halen Irak'ta yolu kesilmiş bulunuyor, henüz Irak sorununu halledemediği için dışına taşamıyor, ama yine de daha şimdiden İran meselesi ısıtılıyor. İran'a müdahale, aynı zamanda Kürt sorununun bu çerçevede kullanılması demektir.

Türk burjuvazisinin ve devletinin açmazı bundan da ibaret değil. İsrail Arap ve İslam dünyasının kendisiyle sorunlu olan devletlerini ulusal, etnik ve mezhepsel sorunlar üzerinden vurmak istiyor ve bu çerçevede Kürt sorunu onun için kullanabileceği etkili bir silah. İsrail bu silaha çoktan el atmış durumda, özellikle de Irak üzerinden. Bunun daha baba Barzani'den beri kırk yıla yaklaşan bir geçmişi var. ‘80'li ilk yıllara ait bir İsrail gizli belgesi, düşman devletlerin iç sorunlar üzerinden nasıl karışıklıklara itilebileceğine dair stratejik bir hat çiziyor ve bu arada Irak'ın üçe bölünmesini somut bir hedef olarak tanımlanıyor. Tam da bugün tartışıldığı gibi, güneyde Şii bölgesi, ortada Sünni Arap bölgesi ve kuzeyde ise Kürt bölgesi öngörüyor.

İsrail Amerika'nın da ötesine geçerek bugün Güney Kürdistan üzerinden bağımsız bir Kürt devleti hedefliyor. Amerika, Türkiye ile ilişkilerinden ve Irak'ın bugünkü iç dengelerinden dolayı buna henüz cesaret edemiyor, ya da bunu henüz amaca uygun bulmuyor. Buna Güney Kürtleri de henüz cesaret edemiyorlar, bugün için bu kadarını kaldıramayacaklarını düşünüyorlar. Bu nedenle sorun henüz bugünkü sınırlar içinde kalıyor. Ama İsrail'in bu konuda fazlasıyla pervasız olduğuna da kuşku yok.

Son iki yıl içerisinde Türkiye-İsrail ilişkilerin geren, sorunlu hale getiren de bu pervasızlık oldu. Bir ara Tayyip Erdoğan'ın ağzından duyduğunuz İsrail karşıtı bazı söylemlerin gerisinde Türk devletinin MGK'da kararlaştırılmış bu milli politikası var gerçekte; İsrail madem Kürt sorununu bu kadar çok karıştırıyor, biz de bu dönemde onların Filistin'de yaptıklarının insanlık dışı olduğunu söyleyelim, ordan yüklenelim, hiç değilse onu bu konuda biraz sıkıştıralım diye düşünmüş olmalılar. Bu iş için de bilinen dinci kimliğinden dolayı Tayyip Erdoğan biçilmiş kaftandı. Yani Tayyip Erdoğan Türk devletinin resmi İsrail politikalarını aşarak bir şey söylemiş değil, yalnızca İsrail'in Güney Kürdistan'daki pervasızlıklarına ifade uygunsa söylem düzeyinde bir “milli” misilleme yapılmış oldu. Nitekim bu söylemler ilişkileri epeyce gerdiği halde İsrail'le yoğunlaşan ilişkilerin mimarı ordu cephesinden bunu dengeleyen hiçbir açıklama gelmedi. Gelemezdi, zira Tayyip Erdoğan'nın söylemleri gerçekte “milli” bir mesajın İsrail'e ulaştırılması çabasının ifadesiydi. Aynı dönemde bir “derin devlet” kuruluşu olan ASAM stratejistlerinin İsrail'in Güney Kürdistan'daki icraatlarını hedef alan değerlendirmeleri de bunu doğruluyor.

Türk devletinin bir açmazı da burada. Sorun içteki Kürt meselesi olmaktan çıkmış, ABD'nin desteğiyle bugün epey bir ilerleme kaydetmiş Güney Kürdistan sorunuyla birleşmiştir. Şimdi Güney'de bir devlet şekilleniyor, fiilen bağımsız bir devlet bu. Şu an Irak'ta işleyen tek devlet yapılanması Güney Kürdistan'daki yapılanmadır ve Türk burjuvazisi bunun ne türden bir sorun kaynağı haline geleceğini çok iyi biliyor. Nitekim böyle bir devletsel oluşumu bir savaş nedeni olarak da görüyordu yakın zamana kadar. Amerikan emperyalizminin hizmetinde Irak savaşı içinde yer almaya yönelik o güçlü eğilimin gerisinde de Güney Kürdistan'a ilişkin derin kaygılar vardı. ABD hizmetinde savaşa katılmayı savunanlar bunu, “Biz Bağdat'a gitmezsek, savaş Diyarbakır'a gelir; Bağdat'ta kaçınacağımız savaşı Diyarbakır'dan cephe kurarak karşılamak zorunda kalacağız”, söylemiyle gerekçelendiriyorlardı. Demek istiyorlardı ki, o zaman Güney Kürtleri Amerika'nın hizmetinde savaşır ve bu sayede devlet olma olanağı elde ederler; bu ise hem Türkiye'nin bünyesindeki Kürt sorununu azdırır ve hem de Güney'deki devlet zamanla Kuzey Kürdistan üzerinde hak iddiasında bulunur, Büyük Kürdistan ideali güder; böylece Irak savaşına katılarak pekala engelleyebileceğimiz bir oluşumla kendi Kürdistanımız üzerinden karşı karşıya kalırız...

Kültürel hak kırıntılarıyla sorunu yatıştırmak

12 Eylül'ün en karanlık döneminde Kürt hareketi bir patlama yaşadı ve bildiğimiz 20 yıllık mücadele yaşandı. Kürt sorunu topluma ve Kürtler içinde milyonlara mal oldu, bu arada uluslararasılaştı, dünya politikasının gündemine girdi. Çözümünü bulamadı, ama varlığını ve ağırlığını fazlasıyla duyurmayı başardı. Çözümünü bulamasa da, daha sonra yozlaşma yaşasa da, kendini çözüm gündemine koymayı başardı. Bugün legal Kürt siyasetinin Kürdistan'daki gücü bile, Kürt sorununun Kürt halkının bilincinde nasıl yer ettiğini gösteriyor. Bu bilinç ortadan kaldırılamaz. Hareket tahrip edilebilir, önderliği teslim alınabilir, hareket yozlaştırılabilir, ama bu bilinç yokedilemez. Kürtler bir ulusal kimlik bilincine ulaştılar, bunu ortadan kaldırmak artık olanaklı değildir.

Bütün bunlar aynı zamanda Türk burjuvazisine bu sorunun üzerinden atlayamayacağını da göstermiş oldu. Resmi planda hala da sürdürülmekte olan inkarcı politikaya rağmen bu böyle. Resmi plandaki tutum ve söyleme rağmen, gerçekte burjuvazi bu sorunu böyle bitiremeyeceğini gördü. Bundan dolayıdır ki olanaklıysa eğer bir başka türlü bitirmek istiyor ve bunun için çalışıyor. Kürtlerin son 40 yıllık mücadelesinden sonra bugün artık bir takım şeyleri kabul ediyor, etmek zorunda kalıyor. Kürt kimliği ve dili gerçeği artık lütfen kabul ediliyor. Ama bunlarla Kürt sorununu siyasi alanın dışına hapsetmek, salt kültürel bir kimlik sorununa indirgemek, Kürt ulusal haklarını siyasal alanın dışına daraltmak istiyor. Kürtlere bir takım kültürel hak kırıntıları vererek, mümkünse Kürt sorununda bu bilinci, bu oluşmuş kimliği bu sınırlarda eritmek istiyor. Bu saatten sonra onun dilini, kimliğini reddedemeyeceğini, bunlara yasak koyamayacağını da biliyor. Bunları vererek, dünkü mücadelenin bilincinde uyandırdığı bütün öteki şeyleri tahrip etmeye çalışıyor. Kültürel kırıntı düzeyindeki tavizlerle büyük idealleri ve bunun ürünü devrimci-demokratik istemleri ortadan kaldırmak istiyor.

İmralı çizgisinin anlamı ve işlevi de kendini bu çerçevede gösteriyor. Bu çizgi çerçevesinde ulusal sorun siyasi içeriğinden koparılıyor, salt dil ve kültür sorununa indirgeniyor. Egemen ulusun siyasal tekeli tartışma dışı tutuluyor, ona dokunulmuyor. O tekel sürmek kaydıyla, bu tekelin hükmü altında bir alt kimlik olarak, kültürel-dilsel kimlik olarak bir alan açılması isteniyor. Bu sınırlar içerisinde Kürt sorununun çözümüne Türk burjuvazisi dünden razı. Çünkü bu beladan başka türlü kurtulamayacağını fazlasıyla anlamış bulunuyor. Bu saatten sonra Kürtlerin ne kültürünü ne de dilini yasaklayamayacağını, inkar ve asimilasyonla çözme şansını tümde yitirdiğini çok iyi biliyor. Bütün sorun, bu kadarıyla sorunu gerçekten yatıştırıp yatıştıramayacağındaki ciddi tereddütlerden çıkıyor. Bu saatten sonra Türkiye'de Kürtleri inkar etmek mümkün değil. Kürtleri mutlaka bazı tavizlerle tatmin etmek, böylece yatıştırmak gerekiyor. Ama devletin bugün hala buna hazır olmadığı, bunda fazlasıyla zorlandığı da bir gerçektir. Yatıştırma ve uyuşturmaya yönelik bu türden reformların sorunu daha da azdıracağına dair kuşkular çok güçlü. Ortadoğu'daki yeni ve Güney Kürdistan'daki son gelişmelerin ardından buna ilişkin kuşkular daha da azmış, Kürt sorununa dayalı korkular gitgide büyümüştür. İşi zora ve dolayısıyla çıkmaza sokan bu.

Ulusal kültürel özerklik programının özü, ulusal sorunu devlet ve siyaset alanından koparmak, siyasal alanı tümüyle egemen ulusun ayrıcalık alanı haline getirmek, ezilen ulusa ise salt kültürel haklardan ibaret bir alan açmak/bırakmaktır. Abdullah Öcalan'ın ulusal soruna bugünkü yaklaşımı da, Ulusal sorunda kaynağını II. Enternasyonal'den alan bu reformist programın günümüzün Kürt sorununa uyarlanmış bir biçiminden başka bir şey değildir. Bu yaklaşım çerçevesinde ulusal özgürlük ve eşitlik bilinci yerine kültürel haklara dayalı güdük bir etnisite bilinci, bunun ifadesi olarak post-modern “üçüncü alan” ve sivil toplum konuluyor. Kürtlerin Türk ulusal kimliğinin her bakımdan egemen olduğu bir siyasal bünye içerisinde kendi alt kültürel kimliklerini belli sınırlar içerisinde ifade edebilecekleri bir reform programı öneriliyor.

Bu, Türk burjuvazisinin Avrupa uyum programıyla, Kopenhag kriterleri denilen sözde demokratik reform programıyla da uyuşuyor. Bu sınırlardaki istemlere gelinen yerde burjuvazi bir şey demiyor artık. Yanlış anlaşılmamak kaydıyla parça parça da veriyor, yani taviz vermiş görünmemek kaydıyla parça parça da veriyor. Ama ne zamanki tartışma siyaset alanına, siyasal istemler alanın kaydı, bildiğimiz gibi müthiş bir gerici şoven bir refleks gösteriyor. 17 Aralık Zirvesi öncesinde Avrupa gazetelerine verilen ilana gösterilen tepki bunun bir ifadesiydi. Basklılara ne verilmişse onu istiyoruz, Kıbrıs'ta ne talep ediliyorsa biz de onu talep ediyoruz deniliyordu bu ilanda. Basklılara ne verilmiş? Basklılar şimdi özerk bir bölgesel yönetime ve kendi yerel parlamentolarına sahip. Kıbrıs'ta Türkler için ne istendiği belli; şimdiki fiili devletin eşit federe devlet olarak tanınması. Kürtler adına bunları istediniz mi tümüyle siyaset alanına giriyorsunuz ve bu şoven Türk gericiliğini ayağa kaldırmaya yetiyor.

Siyaset alanına girmemek, kültürel hak kırıntılarıyla yetinmek, egemen ulusun siyasal ayrıcalıklarını tartışma dışı tutmak anlamına geliyor. Devlet egemen ulusun tekelinde olacak, yani üniter yapı bugünkü biçimiyle korunacak. Artı egemen ulusun dili resmi dili olarak kalacak, devletin ulusal kimliği de egemen ulus üzerinden tanımlanacak. Ama bu arada ezilen ulusa dil ve kültür planında sınırlı bir özgürlük alanı açılacak! İmralı'nın başı sonu işte budur. Abdullah Öcalan'ın 5 bin yıl geriye giderek Sümer rahip devletinden ya da günümüz anarşist felsefesinden yararlanarak evirip çevirip, cilalayıp ambalajlayıp ortaya sürdüğü bütün bir programı, o tuğla büyüklüğündeki savunma-kitaplarının bütün bir özü-özeti bundan öte bir şey değildir.