18 Haziran 2005
Sayı: 2005/24 (24)


  Kızıl Bayrak'tan
  Devrimci güçlerin önünde Amerikan
saldırı planını bozma görevi duruyor!
  Tayyip Erdoğan’dan Suriye’ye tehdit!
  Her yer Eti her yer direniş!
  Seydişehir işçilerinin 10 Haziran Ankara eylemi
  15-16 Haziran'ın yıldönümünde DİSK’ten yürüyüş
  AB Anayasası’na hayır demek AB’ye hayır demektir!
  Eğitim-Sen tüzük değişikliğine gidiyor
  CHP’nin tarihi ABD emperyalizmine
hizmetin tarihidir
  DTCF’de faşizme geçit yok!
  Ekstra Metal işçisi saldırılara karşı direniyor!
  Dünyada 171 milyon çocuk tehlikeli
işlerde çalışıyor!
  Uluslararası sermayenin küreselleşme saldırısı içinde özelleştirmenin yeri ve önemi (Orta sayfa)
  Sendikalar sınıfsal mücadele vermek
zorunda
  F tiplerinde devrimci tutsaklara yeni saldırılar
  Pakistan işçi sınıfı mücadele tarihinde
yeni bir sayfa açtı

  Bolivyalı işçi ve emekçiler “geçici ateşkes" ilan etti

  Filistin yönetimi: “Filistinli direnişçilerin silahsızlandırılması
gündemimizde yok...”
  İranlı Araplar’ın yaşadığı Huzistan
eyaletinde gerginlik artıyor
  İLGP’den ÖSS’ye karşı basın açıklaması
  Mamak İşçi Kültür Evleri’nden coşkulu ve kitlesel piknik
  Bültenlerden/Genç İşçi
  Bültenlerden/Esenyurt
  Sözleşmeli öğretmen saldırısı; Eğitimde özelleştirmenin ön adımı
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Avrupa Birliği üzerine liberal hayaller ve gerçekler...

AB Anayasası'na hayır demek AB'ye hayır demektir!

AB Anayasası nedir?

Avrupa Birliği Anayasası geçtiğimiz günlerde hem Fransa'da hem de Hollanda'da reddedildi. Neo-liberal politikaların formüle edilmesi olan AB Anayasası'nın Fransa ve Hollanda'da reddedilmesi AB emperyalizmini sıkıntıya soksa da sarsıcı etkiye sahip değildir. Avrupa Birliği, anayasa oylamasına rağmen kaldığı yerden yoluna devam edecektir. 16-17 Haziran tarihlerinde yapılacak Avrupa Konseyi devlet ve hükümet başkanları toplantısı da bunun en açık göstergesidir. Ancak tek farkla, öncesinde gündem konuları arasında yeralan genişleme süreci gündem maddesi olmaktan çıkarılmıştır. Toplantıda 3 Ekim'de müzakereye başlanacak Türkiye ve diğer aday ülkeler gündeme getirilmeden, sermayenin bütünleşmesinin önündeki içsel engeller konuşulacak. Bu genişleme sürecinin durdurulacağı anlamına gelmiyor kuşkusuz. Sadece öncelik AB'nin omurgasını oluşturan ülkelerin işçi ve emekçilerini dize getirmeye verilecek. AB emperyalizmi için ister üyelik adı altında olsun, isterse Türkiye'ye önerildiği biçimde “imtiyazlı ortaklık” adı altında olsun genişleme kaçınılmazdır. Genişleme, emperyalist güç olarak ortaya çıkmak, Avrupa Birliği'nin varlık koşuludur.

Fransa ve Hollanda emekçilerinden red!

AB Anayasa'nın reddedilmesi neo-liberal politikalara, özelleştirmelere, sosyal güvenlik ve eğitim sisteminin kamusal hizmet olmaktan çıkarılmasına, işsizliğe hayır anlamına gelmektedir. “Hayır” aynı zamanda genişleme sürecinin reddedilmesi anlamına da geliyor. Avrupa Birliği'nin genişlemesi sermaye önündeki engellerin kaldırılması, taşeronlaştırma, Doğu Avrupa ülkelerindeki ucuz işgücünün kullanılarak Avrupalı işçilerin birbirleriyle rekabete sürüklenmesi anlamında Avrupa sermayesinin bütünleşmesi demektir. Avrupa Birliği'nin genişleme süreci hak gasplarını kolaylaştırmanın aracı olarak kullanılmaktadır.

Bu nedenle işçi ve emekçiler anayasaya hayır diyerek, Avrupa Birliği'ne ve onun temsil ettiği politikalara da hayır demişlerdir.

Avrupa sermayesi ise sınıf karakterine uygun olarak “hayır” oyundan hoşlanmadı. Fransız işverenler sendikası MEDEF'in başkanı, bunun sosyal hizmetlerin özelleştirilmesini, işçi ücretlerinin düşürülmesini öngören önümüzdeki ay yapılacak Lizbon görüşmelerini olumsuz etkileyeceğini açıkça beyan ediyor. Almanya Sanayi Federasyonu Başkanı ise, hükümetlerin daha hızlı hareket etmesini, kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi ve istihdam konularında bir an önce adım atılmasını istiyor. Avrupa ülkelerinde halihazırda sosyal hizmetlerin %70''i kamu tarafından karşılanmaktadır. Avrupa sermayesi bu nedenle gözünü bu pazara dikmiş durumda.

Türkiye ve AB Anayasası

Fransa'da yapılan seçimlerin hemen ardından hem hükümet düzeyinde, hem de medya aracılığıyla Türkiye'nin durumuna dair ardı ardına açıklamalar yapıldı. Özellikle medyanın köşe tutucuları Fransız halkına verip veriştirdiler. AB Anayasası'na hayır diyerek neo-liberal politikalara, sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasına karşı duran Fransız emekçiler gericilikle suçlandı.

Referandum sonuçlarına dair medya ve hükümetle birlikte başından itibaren Avrupa Birliği'ne evet diyen DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi ve ÖDP Genel Başkanı Hayri Kozanoğlu da açıklama yaptılar. Avrupa Birliği'nden “Emeğin Avrupası” düşünü çıkaran ve bununla avunan DİSK ve ÖDP'nin Avrupalı emekçilerin Avrupa Birliği'ne neden hayır dediklerini anlamaları zor, verdikleri demeçler bu zorluğu gözler önüne seriyor.

DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi “Liberal anayasaya hayır demekle AB'ye hayır demek arasındaki farkı iyi görmek gerekir... Fransa'da ki ‘hayır'ın asıl nedeni sosyal devletin tasfiye girişimidir” açıklamasını yaptı. Çelebi'ye söylenecek tek şey, Avrupa Birliği'nin neo-liberal saldırı dalgasının kısaltılmış adı olduğudur. Avrupa Birliği ile AB Anayasası farklı şeyler değil, bir ve aynı şeylerdir. AB Anayasası Avrupa Birliği'nin temelini oluşturan neo-liberal uygulamaların/politikaların kağıt üstüne geçirilmiş halidir.

AB ile AB Anayasası'nı birbirinden ayırmak sadece DİSK'in değil, sol içinde AB'nin propagandasını yapan ÖDP'nin de temel argümanlarından. ÖDP Genel Başkanı yaptığı veciz açıklamasında “Reddedilen Avrupa'nın bütünleşmesi fikri değil, bunun neo-liberal ve piyasacı bir eksende yürütülmesidir” diyor. Avrupa Birliği'nin kendisi, bütünleşmenin sermayenin hareketliliği/bütünleşmesi üzerinden sağlanmasıdır. AB sınırları içinde, onun öngördüğü koşullarda farklı bir bütünleşme gerçekleştirilemez. Avrupa Birliği başından itibaren sermayenin inisiyatifiyle oluşturulmuştur, işçi sınıfının enternasyonal birliğiyle bir ilişkisi yoktur. Bundandır ki, doğuya doğru genişleme Avrupa işçi sınıfı için kazanç değil kayıp anlamına gelmektedir.

Bu kesimlerin ortak kanısı ise ‘hayır'ın Türkiye'nin müzakere süreciyle ilgili olmadığı. Dışişleri Bakanı Gül “referandum neticesinin Türkiye'yi hiç etkilemeyeceğini” tüm beyanlarında belirtti. Ancak, buna rağmen, hem Türkiye'de hem de Avrupa'da AB Anayasası'nın onaylanmamasının hemen ardından imtiyazlı ortaklık tartışmaları yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.

Almanya'nın gelecekteki başbakan adaylarından Angela Merkel, yaptığı açıklamada, “Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğu”nu yineleyip, Türkiye'nin AB üyeliği yerine imtiyazlı ortak olması gerektiğini müzakerelerde dile getireceğini söyledi. Benzer bir biçimde bir sonraki seçimlerde muhtemelen Fransa Cumhurbaşkanı olacak Sarkozy'de “Türkiye'nin AB üyesi olması iyi fikir değil. Doğru yol imtiyazlı ortaklık” diyerek üyeliğin zor olduğunun altını çizdi.

İmtiyazlı ortaklık nedir?

Türkiye'ye 17 Aralık'ta müzakere tarihi olarak 3 Ekim verildi. Teknik olarak bundan geriye dönüş yok, ancak müzakerelerle birlikte şu an çokça dillendirilen imtiyazlı ortaklık gündeme getirilebilir. Türkiye içinde de AB'nin öngördüğü bazı yükümlülükleri yerine getirmemek için imtiyazlı ortaklığa evet diyenler bulunmaktadır. Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin, Kıbrıs sorunu, Türkiye'nin ABD'ye kölece bağımlılığı (Tayyip'in son ABD gezisindeki tavrı, gezide Rice Türkiye'nin sadık bir müttefik olduğunun altını çizmesi) ve bunu sürdürme konusundaki tavrı, ordunun sermaye devleti içindeki özel konumunu koruma isteği ve benzer nedenler üzerinden ciddi sorunlar yaşadığı açık.

İmtiyazlı ortaklık gerekçelendirilirken, bu sorunlar üstünkörü bir biçimde geçiştirilmekte, Avrupa Birliği'nin azınlık hakları konusundaki tavrı ve liberal sol ile Kürt hareketini avutucu benzer söylemleri gösterilerek, tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklıkta karar kılınması durumunda, devlete “vebal” getiren bu tip siyasi kriterlere uyulmasına gerek kalmayacağı dillendirilmektedir. İmtiyazlı ortaklık durumunda Türkiye'nin masraflı olan çevre standartları gibi yükümlülüklerinden kurtulacağı da ifade edilmektedir. Bunların yanısıra Türkiye neredeyse üye olmuş kadar AB fonlarından yararlanabilecek. Türkiye AB üyesi olmadığı halde Avrupa savunma ve güvenliği konusunda oy hakkına sahip olarak Savunma Bakanları Komitesi'ne üye olacak.

Başından itibaren gündemde olan imtiyazlı ortaklık bu gerekçelerle savunulmaya çalışılmaktadır. Oysa durum hiç de sanıldığı gibi değildir. İster adı imtiyazlı ortaklık görüşmeleri, isterse tam üyelik görüşmeleri olsun, Türkiye'nin müzakere süreci uzun yıllara yayılacak ve bu süreç içinde AB'ye tam bağımlılık sağlanacak.

İmtiyazlı ortaklığı azınlıklara sağlanan haklar üzerinden gerekçelendirmek son derece anlamsız. Bu konuda atılan adımlar görüldüğü üzere kağıt üstünde kalmaya mahkum. Kürt dili üzerindeki yasak hala sürüyor. Malatya DEHAP il yöneticileri Kürtçe türkü söylemek “suçundan” 5 ay hapse mahkum edildiler. Eğitim-Sen kapatıldı. Bu nedenle siyasi kriterler üzerinden yapılan propaganda şoven duyguları beslemek dışında herhangi bir şeye hizmet etmiyor. İmtiyazlı ortaklığı bu gerekçeye dayanarak savunanlar da, AB'nin siyasi kriterlerle, temel hak ve hürriyetlerle ilgilenmediğini çok iyi biliyor.

Avrupa Birliği'nin çevre konusundaki hassasiyeti ise azınlık konusundaki hassasiyetini andırmaktadır. Son olarak İspanya kimyasal atıklarını Mersin açıklarına bırakmış ve atıklar çevre felaketine neden olmuştu. Yine Bergama'da siyanürlü altın çıkarılmasına AB herhangi bir şey söylememektedir. Hiç kuşkusuz AB'nin getirdiği kimi kısıtlamalar vardır, ancak bu kısıtlamalar AB emperyalizminin ekonomiyi kendine bağımlı kılma araçları olarak kullanılmaktadır. AB'nin rekabet gücünü arttırmaya yöneliktir.

Türkiye'nin savunma ve güvenlik konusunda söz sahibi olması da baştan itibaren Türkiye'ye biçilen role uygundur. Ortadoğu ve Kafkaslar'da Avrupa Birliği'nin vurucu gücü olması, emperyalist yağma savaşlarına AB adına katılması; işte Türkiye'ye uygun görülen budur. Ve bunda da övünülecek bir şey yoktur.

İster üyelik, isterse imtiyazlı ortaklık adı altında müzakereler başlasın, Türkiye'nin karşısına çıkarılacak temel konular değişmeyecektir. Kıbrıs'ın üs olarak kullanıma hazır hale getirilmesi, tarımın tasfiye edilmesi, ücretlerin baskı altına alınması, kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi ve AB'nin bundan alacağı pay... Tartışmalar bu çerçevede yürütülecektir. Gerisinin AB ve Türkiye için bir önemi ve belirleyiciliği yoktur.