İçindekiler:

23 Nisan 2021
Sayı: KB 2021/Özel-16

1 Mayıs’ı savunmak için...
1 Mayıs’ta mücadele alanlarına!
Haklarımız ve geleceğimiz için...
Keyfi yasakları tanımıyoruz!
İEKK: Yaşasın birlik, mücadele, dayanışma!
DGB: Özgürlüğümüz için 1 Mayıs’ta alanlara!
1 Mayıs çağrıları yasak tanımıyor
Emekçi penceresinden 128 milyar doların hesabı
Geleceksizliğin panzehri örgütlü mücadele!
1 Mayıs’ın tarihsel önemi ve devrimci özü - H. Fırat
Lenin’den işçilere 1 Mayıs çağrısı...
Burjuva siyaset de yasak!
Lüks haline gelen “Dinlenme hakkı!”
Küba Komünist Partisi 8. Kongresi
Almanya ve İsviçre’de 1 Mayıs hazırlıkları
Emperyalist rekabet ve Ukrayna gerilimi
ABD ve NATO’nun Afganistan “yenilgisi”
Natanz nükleer tesislerine sabotaj...
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Çalışma yaşamında lüks haline gelen
“Dinlenme hakkı!”

Ç. İnci

 

Bundan yılar önce Paul Lafargue “Tembellik Hakkı” adlı kitabında “et ve kemikten oluşan makinelerin, yani işçilerin” dinlenme hakkına dair önemli vurgular yapmıştır. İşçi sınıfının uzun saatler vahşi kapitalizmin çarkları arasında ezilmesine ve bu hak için mücadelenin gerekliliğine dikkat çekmiştir. “Özgürleştirici makine, özgür insanları köleleştiren bir araca dönüştürüyor” diyen Lafargue, şu gerçeğe işaret etmektedir: “Makine geliştikçe ve insan çalışmasını durmadan artan bir hız ve kesinlikle yendikçe, işçi, dinlenme süresini aynı oranda uzatacak yerde, makineyle yarışırcasına çabasını iki kat artırıyor. Saçma ve öldürücü bir yarışma bu!”

Kapitalistlerce uzun yıllar süresince artı-değer sömürüsünü artırmanın ve işçileri köleliğe boyun eğdirmenin tüm “incelikleri” öğrenilmiş, bugüne taşınmıştır. Dün olduğu gibi bugün de sermaye sınıfı, fırsatını bulduğu her durumu lehine çevirmektedir. Gelişen teknolojiye ve verilen uzun hak mücadelelerine rağmen işçilerin dinlenme hakkı bugün de gasp edilmektedir. 8 Martların, 1 Mayısların öncelikli talebi olan, sınıf mücadelesiyle evrensel kazanıma dönüşen “8 saatlik iş günü” fiilen 10-12 saate çıkmakta, kimi yerlerde bu süre daha da artabilmektedir. İşçiler kendilerini fiziken ve ruhen yenileyebilecek dinlenme, tatil imkânlarından yoksun bir şekilde, robotlardan beklenen bir performansla çalışmaya zorlanmaktadır.

Öncelikle işsizlik baskısı, işçilerde patronların istemlerine “rıza gösterme” zorunluluğu yaratmaktadır. Patronlar geçim derdiyle mecburiyet içinde olan işçiye pervasız davranabileceğini düşünmekte, sömürüyü daha da artırmanın yollarını her fırsatta denemektedirler. İşsizlikle, açlıkla, yoksullukla “terbiye edilen” işçi yığınlarına patronlar fabrikalarda orman kanunlarını dayatma imkanı bulmaktadır. Örneğin işçiler düşük olan ücretlerini biraz olsun artırabilmek adına uzun saatler çalışmaya, fazla mesailere gönüllü olmaktadır. Böylelikle patronlar bu şekilde fazla mesai dayatmasını işçilerin “rızasını alarak” yapmış görünmekte, hatta kimi gözlemlere dayanarak söylenebilir ki böylesi fabrikalar işçiler için “ücretleri iyi” olarak görülebilmektedir. Öte yandan giderek artan örgütsüzlüğe paralel olarak fazla mesai ücretini bile ödemeye gerek duymadan çalışma saatini fiilen 10-12 saat yapan fabrikalar vardır. İşsizlik baskısı sonucu “En azından bir işim var” düşüncesiyle işçiler buna da “rıza” göstermekte, esasta mecbur bırakılmaktadır.

***

Sermaye sınıfının sömürüyü gizlemekte, işçilerin bilincini manipüle etmekte geçmişten bugüne biriktirdiği deneyim ortadadır. Bu deneyimin en önemli ayağı kuşkusuz dinsel gericiliğin toplumsal yaşamı biçimlendirmedeki etkisidir. Zira patronların dayatmalarına işçilerin “rıza” göstermelerinin gerisinde dinsel gericiliğin bilinçlerde yarattığı etki oldukça belirleyicidir.

Lafargue, kitabında, “Çalışmayı savunmak gerekirdi, yoksa zorla kabul ettirmek değil” vurgusuyla, “İktisatçılar Malthus’un kuramını, din de perhizciliği ve çalışma dogmasını öğütler bize” demekte ve eklemektedir: “İşçi sınıfı, her şeyi basite indiren o iyi niyetiyle özünü körü körüne aşılamalara ve doğal taşkınlığıyla gözü kapalı kendini çalışmaya ve perhize kaptırdığı için, kapitalist sınıf, kendini tembelliğe, zoraki zevke, verimsizliğe ve aşırı tüketiciliğe vurmuştur.”

Günümüz Türkiye’sinde AKP iktidarıyla birlikte dozu giderek artan gericiliğin etkisi karmaşık ilişkiler ağı şeklinde işçi-emekçi kesimlerde yankı bulmaktadır. “Çalışmanın kutsallaştırılması” dini otoritelerce sıklıkla öne çıkarılmaktadır. “Çalışma” bu şekilde kurulu düzenin ihtiyaçları çerçevesinde işçilerin bilinçlerinde manipüle edilmiş bir anlama kavuşmaktadır. “Çok çalışanın en sevilen kul olacağı” söylemi fabrikalarda patronların en sevdiği işçi olma hevesine dönüştürülmektedir.

Öte yandan “ekmeğini-rızkını kazandığı yere minnet duyma” hissi patronların her türlü istemine boyun eğmeyi kolaylaştırmaktadır. İslam Ansiklopedisi’ne göre “nasip, pay; kendisinden faydalanılan şey, yiyecek, azık” anlamlarına gelen rızk kelimesi, İslam tarihinde hak sahiplerine devlet tarafından aynî (erzak) veya nakdî olarak dağıtılan şeyleri ifade etmekteydi. Devlet tarafından hak sahiplerine dağıtılan maaş anlamında kullanılan bu terim bugün patronların ödediği maaşı da ifade ettiğinden, rızkını verene itaatin içselleştirilmesinde bu dini kültürün etkisi belirleyicidir.

Bu konuya biraz daha ayrıntılı baktığımızda İslamiyet’te çalışmaya özel önem verildiğini görürüz. “Allah çalışanı sever” denilerek, tembellik kavramına yer yoktur. Çalışmanın ibadetlerle ilişkisi kurulur. Ancak; “Ve çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir…” (Necm Suresi, 39.-42. Ayetler)

Bu ayetlerin günümüzdeki yansısına baktığımızda kutsanan “çalışma”nın karşılığının herkes için aynı olmadığı görülecektir. https://dergi.diyanet.gov.tr/ adlı adresten de ulaşılabilecek olan bilgilere göre, “İnsanların, pek çok konuda olduğu gibi, mal-mülk hususunda da eşit seviyede olmalarının mümkün olamayacağı gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Çünkü ‘Rızıkları farklı kılan Allah’tır.’”

Yine Nisâ Suresi, 32. Ayet’te “Allah’ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin.” denilmektedir.

Aynı Diyanet kaynaklarında, “Servet ve refah yönünden herkesin eşit olması, ideal manada dahi, insanlara bir fayda sağlamayacaktır. Her şeyden önce insanlar eşit beceri ve kabiliyetlere sahip olmadıkları gibi, eşit derecede mala-mülke sahip olmaları da mümkün değildir. … Hatta İslâm, az çalışanla çok çalışanı da bir tutmaz. Aksi halde insanlar tembelliğe sevk edilmiş olurdu. Diğer taraftan, insanların bazısının zengin, bazısının fakir oluşu veya bir kısım insanlar iyi imkanlara sahip oldukları halde bazılarının sahip olamayışı, insanların daha fazla çalışmasını sağlayacaktır. Bu da insanların maddi refahını artırdığı gibi, bir ülkenin iktisadi yönden gelişmesine de katkıda bulunacaktır.” denilmektedir. Bu alıntılardaki düşünceler farklı biçimlerde dini referanslarla toplumu biçimlendirmeye hizmet eden Diyanet yayınlarının çoğunda görülmekte, dini vaazlarda işlenmektedir.

***

Çalışma, ekmek, rızk kutsallaştırılırken, emek bu denklemde görmezden getirilmektedir. Bu şekilde de patronlara karşı emeğini koruma bilinci manipüle edilmiş olmaktadır. Çok çalışmanın ahirete yönelik bir ibadet gibi formüle edilmesinin çarpık sonucu, emeği korumanın yollarından biri olarak dinlenme hakkının gözetilmesinin de önüne geçebilmektedir. Hızlı iş çıkarmak, istenen sayıyı ve daha fazlasını vermek işçiler için amaçlaşmakta ve hızlı çalışmanın işçiye ne ücret ne statü açısından somut bir getirisi olmasına rağmen, bu, işçiler arasında bir rekabete bile dönüştürülebilmektedir.

Yine kimi gözlemelere dayanarak ifade edilebilir ki bu çarpık bilinçle fabrika içindeki en ağır ve zor işi yapmak da övgü beklenilen bir duruma dönüştürülmekte ve aksi “işten kaçmak, tembellik vs.” olarak kodlanabilmekte, bir anlamda ağır koşullarda çalışmak olağanlaştırılmaktır. Tablo böyle de olsa, bu kuşkusuz kapitalizmde işçilerin işi severek yaptığı anlamına gelmemektedir. Ancak sonuçta, işçilerin sınıf bilinci olmadığı koşullarda, derdi kârları artırmak olan ve işçileri hızlı ve uzun sürelerde çalışmaya zorlayan sermaye sahiplerinin çarkları bu şekilde sorunsuz dönmektedir. İşçiyi fazlasıyla yıpratan, sağlığının bozulmasına, erken yaşlanmasına neden olan bu ağır koşullara karşı emeğin korunmasına yönelik çalışma saatlerinin azaltılması, dinlenme saatlerinin artırılması, koruyucu önlemler, yüksek ücret gibi talepler geri planda kalmakta, iş kazaları artmakta ve patronların kasaları dolmaktadır.

İş kazalarına davetiye çıkaran bu tabloda bahsettiğimiz geri bilinç, iş kazalarına karşı gösterilen tepkileri de manipüle etmektedir. Zira kadercilik empoze edilmiş bilinçlerde, iş kazasına karşı koruyucu olan ancak alınmayan önlemler konusunda yeterli farkındalık oluşmamaktadır.

Kadın işçiler açısından ise, kapitalizmde esasen dinlenme hakkından bahsedilemeyeceğine dikkat çekmek gerekmektedir. Zira mevcut durumda kadın işçiler, olduğu kadarıyla iş dışı dinlenme sürelerini ev iç işlerle ve aile bireylerinin ihtiyaçları ile ilgilenerek geçirmektedir. Kadın işçiler uzun çalışma sürelerinden geri kalan zamanlarına bu işleri ya gece geç saatlere kadar ya da sabah erken kalkarak yapmaktadır. Yine kimi gözlemlere dayanarak söylenebilir ki kadın işçiler ev içi işleri yetiştirebilmek için izin istemektedirler.

***

Kapitalist toplumda çalışma işçi için eziyete dönüşmektedir. Sınıf bilinci olmadığı koşullarda mevcut duruma rıza gösteren, boyun eğen işçi sınıfı yaşamak için çalışmak zorundadır. Ancak dinlenme hakkı da dahil çeşitli haklardan yoksun bir halde artık sadece işsiz kalmamak için “yaşamak” durumunda kalmaktadır. Uzun saatler boyu güneşe hasret, uykuya hasret bir şekilde, ölmeyecek kadar yeten ücretlerle kapitalistler için çalışılmaktadır.

“Bir kere çalışma işçinin dışındadır, yani onun özsel varlığına ait değildir. Onun için çalışırken kendini olumlamaz, inkar eder, mutlu değil, mutsuzdur, fiziksel ve zihni enerjisini serbestçe geliştiremez, bedenini harcar ve zihnini yok eder. ... Onun için çalışması gönüllü değil, zorlamadır; zorla çalıştırılır. Dolayısıyla bir gereksemenin doyurulması değildir; sadece çalışmanın dışındaki bazı gereksemeleri doyurmak için bir araçtır.” (Marx, 1844 Felsefe Yazıları)

İşçinin emeğine ve kendine yabancılaşmasının son bulacağı “Komünist toplumun yüksek bir evresinde, bireylerin iş bölümüne köleleştirici bağımlılığı ve onunla birlikte kol ve kafa emeği arasındaki karşıtlık yok olacağı zaman, çalışmanın yalnızca bir yaşama aracı olmaktan çıkıp, bir ilk dirimsel gereksinim durumuna geleceği zaman; bireylerin çok yönlü gelişmesi ile birlikte, üretim güçlerinin de artacağı ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının bollukla fışkıracağı zaman; ancak o zaman burjuva hukukunun sınırlı ufku kesin olarak aşılabilecek ve toplum, bayrakları üstüne ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!’ diye yazılabilecektir…” (Marx)

Çalışmanın yaşamsal bir gereksinim olacağı yarınlara ulaşmak için bugünden emeğin korunmasına yönelik talepler, özellikle dinlenme hakkına ilişkin talepler için verilen mücadele önemli bir yer tutmaktadır. İnsanca çalışma koşulları için işçi sağlığına uygun molalar ile birlikte daha kısa çalışma günü, daha uzun hafta sonu ve yılık ücretli izin ve yüksek ücret talepleri için verilecek mücadelenin eğiticiliğiyle, haklar konusunda bilinçlenmenin artmasıyla kapitalizmin tüm gericiliğiyle işçilerde neden olduğu bilinç yozlaşması da temizlenecektir.

 

 

 

 

 

TPİ’de sözleşme süreci
sona yaklaşıyor

 

İzmir TPİ Composite fabrikasında toplu iş sözleşmesi görüşmeleri sona yaklaşıyor. Birçok sosyal maddede anlaşmanın sağlandığı görüşmelerde, son oturumların konusunu ücret ve kıdem zamları oluşturuyor. İşçileri temsilen görüşmeye katılan Petrol-İş sendikası ile TPİ sermayedarının 13-14 Nisan günlerindeki oturumlarından sonuç çıkmadı. Sendikanın %25 ücret zammı ve kıdem yılına göre ücretlendirme taleplerine karşı sermayedarın ücretlere en son %20 ve her kıdem yılı için 10 kuruş zam teklifi etmesi üzerine anlaşma sağlanamadı.

Görüşmeler sona yaklaşırken, fabrika içerisinde de tartışmalar yoğunlaşıyor. Pandemide özel izinlerle ve sektöre göre oldukça düşük ücretlerle mesai baskısı altında çalıştırılan TPİ işçileri, özellikle derinleşen krizle birlikte artan hayat pahalılığına karşı ücretler konusunda patronun teklif ettiğinden çok daha fazlasını istiyorlar. Aynı süreçte içerde sermayedar tarafından yayılan “Grev yapmak yasak” propagandası sendika temsilcileri tarafından da pekiştiriliyor.

Son yıllarda nerdeyse işçilerin grevlerinin tamamı Cumhurbaşkanlığı tarafından yasaklanıyor, işçilerin üretimden gelen güçlerini kullanmaları engelleniyor. Geçmiş dönemlere nazaran özellikle pandemiyle birlikte AKP-MHP iktidarının sermayeyi korumak adına yürüttüğü politikaların bu kadar gün yüzüne çıktığı bir dönemde, patronlar bu yasaklara dayanarak zenginleşmeyi sürdürüyorlar. Yasalara göre grev hakkı olsa dahi fiilen grev yaptırılmaması bile patronlara TPİ’deki gibi “yasak” söylentilerini rahatça yaymasına zemin yaratıyor. Salgın sürecinde patronla işbirlikçi tutumu daha da görünür hale gelen sendika bürokrasisinin de bu yalan söylentinin yayılmasını sağlaması, bu süreçte TPİ işçisinin silahını şimdiden düşürmesi amacına hizmet ediyor.

Petrol-İş sendikasının, TİS süreçleri devam eden fabrikalarda grevlerin yasaklanması ihtimalinin göz önünde bulundurulması telkinlerini yaydığı belirtiliyor. Dolayısıyla TPİ’de yaşananlar hiç şaşırtıcı değil. Telkinle sınırlama ve fiili meşru mücadeleye sevk etmeme tutumu, greve hazırlanmama sonucunu doğuruyor. İşçinin hak arayışına patron ve devletten önce müdahale ediliyor oluşu, günümüzün icazetçi sendikal anlayışının örneklerinden biri sadece.

Tek tek bileşenleriyle, iktidarıyla, devletin tüm imkanlarıyla sermaye sınıfının, işçi sınıfına yönelik bu baskı ve saldırılarına karşı TİS sürecinde mücadeleye geçmek, milyonlarca emekçinin biriken öfkesini açığa çıkartacak eylemli bir hareket imkanıdır. Bunun farkında olan sermaye sınıfı işçiyi işsizlik sopasıyla açlığa ve yoksulluğa terk ederken, çözümsüzlük ve umutsuzluk yaymayı da sürdürüyor. Ekonomik nedenlerle her gün birden çok insan intihar ediyor. Kötü çalışma koşulları iş cinayetlerini beraberinde getiriyor. Her türlü baskı ve tehdit uygulamalarıyla sindirilmeye çalışılıyoruz.

Bütün bu sorunları bir araya gelerek, ortak hareket ederek aşabilir, mücadeleyle yarını değiştirebiliriz. Tüm bunlardan yola çıkarak TPİ işçisinin bugün haklarımız ve geleceğimiz için GREV diyebilmesi, bizlere reva görülen bu koşulları kabul etmemesi gerekmektedir. TİS süreci sona yaklaşsa dahi hiçbir şey için geç değildir. Asıl şimdi işçinin gücünü ortaya koymanın zamanıdır. Bizlerin ağırlaşan çalışma ve yaşam koşulları üzerinden zenginleşen TPİ patronuna, biz çalışmadığımızda onun hiçbir şey yapamayacağını göstermek için birleşelim, haklarımız için GREV diyelim!

Petrokimya İşçileri Birliği