6 Ocak 2017
Sayı: KB 2017/01

Katliamlara ve barbarlığa geçit verme!
Kitle katliamlarını “lütfa” çevirenler
İşçi sınıfı mücadeleyi 2017’ye taşıyor
İşçi derneklerine yönelik saldırılar ve devrimci sorumluluk
Asgari ücret AGİ dahil 1404 TL oldu
İşçi sınıfı yasalara değil, kendi tarihine sırtını dayamalı!
Metal Fırtına ruhunu kuşanmaya!
Metal işçisinin mücadele tarihi yol gösteriyor!
“Hep birlikte tekstil işçilerinin birliğini ve mücadelesini örelim!”
Temel özellikleriyle kapitalist emperyalizm
Türkiye-AB ilişkilerinde “yeni” gelişmeler
“Operasyonel mekanizma”dan “Fırat Kalkanı”na...
Suriye savaşı yeni bir aşamada
Kapitalizmin “küreselleşme” efsanesinin çöküşü
Kadın işçi grevlerinin gösterdikleri:3
Kapitalist üretimde kadın iş gücü
“Kadınlar için önemli”
Komer’in arabası 49 yıldır yanıyor!
Kauçuk granül skandalı
Hasret Gültekin: Bir insan ömrünü neye vermeli?
Metin Göktepe'nin katledilmesinin üzerinden 21 yıl geçti!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Türkiye-AB ilişkilerinde “yeni” gelişmeler

 

Avrupa Birliği-Türkiye arasındaki ilişkiler 2016 yılı boyunca büyük gerilimlere konu oldu. Avrupa Parlamentosu’nun (AP) “Türkiye ile müzakerelerin geçici olarak dondurulması” kararı almasıyla da doruk noktasına çıktı. Bunu tarafların karşılıklı şantaj ve tehditleri izlemiş, ilişkiler karşılıklı meydan okumalarla “kopma” noktasına gelmişti. Kapılar arkasındaki kirli pazarlıklar bir yana bırakıldığında kamuoyuna yansıyan buydu.

Tam da böylesi bir aşamada Gümrük Birliği’nin genişletilmesi gündeme geldi ve böylece yüreklere su serpildi. İlişkilerin artık normalleşmeye başlayacağı, tarafların birbirinden vazgeçemeyeceği ve müzakerelere kalındığı yerden devam edileceği umutları yeniden pompalandı.

Türkiye’nin AB serüveni

AP’nin “Türkiye ile süren müzakereler dondurulsun” kararının ardından, “dünya lideri” Erdoğan, AB’ye efelenirken şantaj ve tehdit içeren çeşitli açıklamalarının yanı sıra, “1963 yılından beri kapıda bekletiliyoruz” demiş ve bekletilen kapıdan içeri alınmayacağını da ima etmişti. İngiltere Başbakanı David Cameron ise Türkiye’nin üyeliğine itiraz eden rakiplerine seslenirken, bu gerçeği, “1987’de başvurdular. Bugünkü ilerleme hızıyla AB’ye girmeleri, 3000 yılı civarında olur muhtemelen” biçiminde ironiyle özetlemişti.

Türkiye’nin AB serüveni, 1959 yılında AET ile yakın işbirliği içinde olmak isteğini bildirmesi ve bunu 1963 yılında Ankara antlaşması olarak bilinen “ortaklık antlaşması” biçiminde somutlamasıyla başlamıştı. 1987 yılında ise Türkiye üyelik başvurusunu sunmuş, Avrupa Konseyi de 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye AB üyeliği için aday ülke statüsünü vermişti. Serüvenin kronolojik gelişmesi bir tarafa bırakılırsa, maceranın umut ve heyecan veren aşaması, 2004 yılında Avrupa Konseyi’nin Türkiye ile üyelik görüşmelerini başlatmasıyla oldu. Ardından Ekim 2005’te Türkiye’nin AB’ye katılım müzakereleri başladı ve aynı yılın Aralık ayında Konsey, Türkiye için yeni katılım ortaklığı belgesini kabul etti.

Bu adımları izleyen sonraki süreçte, tarafların karşılıklı olarak birbirlerine duydukları ihtiyaç temelinde ilişkilerin yakın döneme kadar sorunsuz olarak ilerlediği görünüyordu. Dolayısıyla Türkiye bekletildiği kapıdan nihayet içeri alınacağı konusundaki iyimserliğini koruyordu. Ne var ki 2016’nın ilk aylarından itibaren Türkiye AB ilişkileri arasında gerilim alanları sürekli çoğaldı. Türkiye ile Avrupa Birliği arasında tüm bir yıla yayılarak süren gerilim, Avrupa Parlamentosu’nun “Türkiye ile müzakerelerin geçici olarak dondurulması” kararı almasıyla zirveye çıktı. Bilindiği üzere AP, 479 oyla kabul edilen “müzakerelerin geçici olarak dondurulması” kararını Türkiye’deki olağanüstü hal uygulaması ile demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularındaki gelişmelere dayandırmıştı. Tekellerin barbarlığını temsil eden emperyalist bir odak olarak AB’yi insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün ilgilendirmediği biliniyor. Zira gelinen aşamada bunların bizzat AB tarafından çiğnendiği ve adım adım tasfiye girişimlerine konu edildiği görülmektedir. Dolayısıyla gerilimin gerisinde sayısız kirli emperyalist çıkar ve hesap vardır. Aynı iğrenç hesap ve çıkarların tersten Türkiye için geçerli olduğu da sır değil.

Erdoğan, karar öncesi AB’ye hitaben “Kapıkule’ye 50 bin mülteci dayandığı zaman feryat ettiniz. Acaba Türkiye sınır kapılarını açarsa ne yaparız demeye başladınız” demiş ve kararın ardından AB’ye “Daha ileri giderseniz sınır kapıları da açılır, bunu bilesiniz” tehdidinde bulunarak, mültecileri bir kez daha tiksindirici bir şantaj malzemesi yapmıştı. Daha da ileri giderek, kararı AB’nin “terör örgütlerinin yanında saf tuttuğunun ifadesi” sayıp “yok hükmünde” ilan etmiş, mülteci anlaşmasını askıya alabileceği şantajında bulunmuş ve muhataplarına Şanghay İşbirliği Örgütü’nü alternatif olarak göstermişti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şantaj ve tehdit içeren bu türden açıklamasının ardından AB’den “itidal” çağrıları yapılmıştı.

Ankara’nın tehditlerine ilk yanıtlardan biri, Almanya Savunma Bakanlığı’ndan gelmişti. Bakanlığın sözcüsü Sawsan Chebli, müzakerelerin dondurulmasının ilişkilere daha fazla zarar vereceğini, bunun da hem Türkiye’nin hem de Avrupa’nın çıkarına olmayacağını belirtmişti. Merkel’in sözcüsü Ulrike Demmer, “Biz, AB-Türkiye anlaşmasını her iki taraf için de bir başarı olarak görüyoruz ve bu anlaşmanın devam etmesini tüm tarafların çıkarına görüyoruz” demişti. Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Avrupa’nın Türkiye’ye göç sorunu üzerine ders vermeyi bırakması gerektiğini buyurmuş, Türkiye’yi “çok önemli bir müttefik” olarak tanımlamıştı. Almanya Dışişleri Bakanı Steinmeier ise yaşananları basiretsizlik olarak nitelemiş ve “Sonuçlarının ne olacağını açıklamadan kalkıp görüşmeleri bitiriyoruz demek dış politika açısından sorumsuzluk olur” demişti.

Efelenmeler, şantaj ve tehditlerin ardından Erdoğan, “Biz Avrupa’nın bir parçasıyız, kimse bizi oradan çıkaramaz, adım atılırsa biz de hazırız” vb. açıklamalarla mavi boncuk dağıttı. AB’nin beşinci büyük ticaret ortağı olan Türkiye’nin AB ile karşılıklı ticaretinin yıllık 140 milyar avroyu bulduğu, Türkiye’nin toplam ticaretinin yüzde 40’tan fazlasının AB ülkeleriyle gerçekleştiği ve Türkiye’ye yapılan doğrudan yabancı yatırımların yaklaşık üçte birinin de AB’den geldiği düşünüldüğünde, Türkiye’nin AB’ye muhtaçlığı daha iyi anlaşılacaktır.

AB, Gümrük Birliği anlaşmasıyla kapılarını açıyor mu?

Türkiye-AB arasındaki Gümrük Birliği müzakereleri 1993 yılında başlamış, 1995’te ise yürürlüğe girmişti. AB üyesi olmamasına rağmen Gümrük Birliği’ne üye olan Türkiye, kararların alındığı masada bulunmamakta ve dolayısıyla kendi dışında alınan kararlara uymak zorunda kalmaktadır. Yanı sıra Gümrük Birliği mevcut durumuyla sadece sanayi ürünlerini kapsamakta, tarım ürünleri bu anlaşmanın dışında tutulmaktadır. Dolayısıyla Türkiye, gerek karar alma mekanizmalarında yer almak ve gerekse de anlaşmanın kapsamını genişletmek hedefiyle Gümrük Birliği anlaşmasını güncellemek istemektedir. Türkiye’nin uzun süreden beri her fırsatta talep ettiği güncelleme talebi, son olarak Erdoğan tarafından, Ekim 2015’te Brüksel’deki toplantıda gündeme getirilmişti.

Aralık 1995’te yürürlüğe giren Gümrük Birliği'nin günümüz şartlarına uyarlanıp yenilenmesi aynı zamanda AB’nin de talebidir. Dolaysıyla AB, 21 yıllık antlaşmanın güncelleştirilmesini hedefleyen müzakerelere başlamak için AB Konseyi'nden yetki talep etme kararı aldığını açıkladı. Açıklamada, Gümrük Birliği’nin güncelleştirilmesinin 29 Kasım 2015 ve 18 Mart 2016 tarihlerinde yapılan AB-Türkiye zirve kararlarında yer aldığı hatırlatılarak, AB Komisyonu tarafından verilen sözlerin yerine getirilmeye devam edildiği ileri sürülüyor ve bunun tüm taraflara önemli ekonomik faydalar sağlayacağı ifade ediliyor. Anlaşmanın güncellenmesi durumunda, Gümrük Birliği tarım, sanayi, hizmetler ve kamu alımları alanlarını kapsayacak şekilde genişleyecek. Yanı sıra AB’nin üçüncü ülkelerle imzalayacağı serbest ticaret anlaşmalarında Türkiye’nin çıkarları da gözetilecek.

Gümrük Birliği’nin güncellenmesi doğrultusunda yeni adımlar atmak için AB’nin ticaretten sorumlu komiseri Cecilia Malmström’ün kendisini telefonla aradığını bildiren Nihat Zeybekçi, Malmström’ün kendisine AB’nin Türkiye ile Gümrük Birliği’nin güncellenmesine ilişkin sürecin başlatılmasına yönelik kararı bildirdiğini aktardıktan sonra, “Bu çok sevinçli, önemli bir haber. İhracatımızın yüzde 48,5’ini yaptığımız bir blok ile bunu sadece sanayi ürünlerindeki bir kapsamla yapabiliyorduk. Bu kapsamı tarım ürünleri, hizmetler ve kamu alımları da dahil olacak şekilde genişleteceğiz. İkincisi Türkiye karar alma mekanizmalarına dahil olacak. Üçüncüsü AB’nin üçüncü ülkelerle imzaladığı Serbest Ticaret Anlaşması ve benzerlerine otomatik olarak taraf olacak. Son derece önemli, tarihi, olumlu bir süreç başlıyor” diye konuştu.

Türk sermaye rejiminin tarihi önemde gördüğü Gümrük Birliği’nin güncellenmesiyle, özellikle karşılıklı ticarette ve genel refah seviyelerinde milyarlarca avro artış beklendiğini AB kaynakları dile getiriyor. AB’nin Türkiye’ye yıllık ihracatında 27 milyar avro, Türkiye’nin AB’ye yıllık ihracatında da 5 milyar avro artış gerçekleşmesinin öngörüldüğüne dikkat çekiliyor. AB kaynakları, ayrıca Gümrük Birliği güncellemesinin Türkiye’de 12 milyar avro, AB’de de 5 milyar avro toplam refah artışı sağlayacağını belirtiyor. Sözü edilen “refah seviyesinin” işçi ve emekçilerin yaşamına sefalet olarak yansıyacağını belirtmeye ise gerek yok.

Gümrük Birliği’nin yenilenmesi süreci, Türkiye-AB ilişkilerine yeni bir soluk kazandıracağı ve müzakerelerin kaldığı yerden devam edeceği konusunda bir umut yaratmış ve AB’nin kapılarını yeniden açtığına ilişkin inançların tazelenmesine vesile olmuş bulunuyor. İlişkilerin bundan sonraki seyrini elbette ki birçok faktör bir arada belirleyecektir. Burada şu gerçeklerin altını çizmekle yetinebiliriz.

Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkiler 2016 yılı boyunca büyük gerilimlere sahne oldu. Bunu koşullayan nedenlerin hemen hepsi yerli yerinde duruyor. Mülteci anlaşmasında yaşanan sorunlar, vize serbestisi, fiilen dondurulmuş bulunan katılım müzakereleri, Kıbrıs sorunu, anayasa değişikliği, idam tartışmaları, Türkiye’nin “değişen” dış politikası, “terörizmle mücadele”, özellikle Avrupa’da patlayan bombalarla birlikte AB’nin güvenlik sorunu, İngiltere’nin Brexit kararı sonucu AB’nin dağılma ihtimaline ilişkin kaygılar, Avrupa’da yükselen sağ dalga vb. sorunlar, öne çıkan başlıklardır. Böylesi bir dönemde AB’nin omurgasını oluşturan iki ülkesinde, Almanya ve Fransa’da 2017 yılı içerisinde yapılacak olan iki önemli seçimi de öne çıkan başlıklara eklemek gerekmektedir. Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde ırkçı Le Pen’in, Almanya’da ise ırkçı akım olan Almanya İçin Alternatif partisinin seçimlere katılacak olması, “AB ideallerine” karşı ciddi bir tehdit olarak gösterilmekte, bunların kazanması durumunda AB hülyasının ağır bir darbe alacağı öngörülmektedir. Tüm bu olgular ve burada belirtilmeyenler Türkiye-AB ilişkilerinin nasıl bir seyir izleyeceği üzerinde önemli etkide bulunacaktır.

Bu ilişkilerin kazanacağı içerik ve alacağı biçim ne olursa olsun, sermayenin pazar ihtiyacı ve kapitalist tekellerin semirme gerçeği, sorunun özünü ve esasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu ilişkiler alanında atılacak her adım, işçilerin ve emekçi sınıfların yaşamına büyük bir sosyal yıkım olarak yansıyacaktır.

 
§