23 Aralık 2016
Sayı: SİKB 2016/01 (48)

Sermaye iktidarı dinci-mezhepçi-şoven histeriyi körüklüyor
“Kanlı da olsa, kansız da olsa” kazanan hep sermaye!
HDP’ye yönelik saldırılar sürüyor
Kayseri’de yaşanan faşist saldırılar üzerine
En büyük tekeller; en yoğun sömürü ve kölelik dayatanlar!
Kapitalizmin “fıtratında” ölüm ve yolsuzluk var!
Toplu Sözleşme Sempozyumu Sonuç Bildirgesi
Metal fabrikalarında TİS süreçleri devam ediyor!
“Süreci sonuna kadar götüreceğiz!”
Kamu Emekçileri Forumu’ndan Kamu Çalışanları Birliği’ne...
Burjuva diktatörlüğünün yönetim biçimleri
2016’nın aynasından geleceğe bakmak-1
Tetikçinin ölümü ve Paris katliamının sorumluları
Krizden “stratejik işbirliğine” Türkiye-Rusya ilişkileri
Suriye topraklarına gömülecek olan hayaller ve gerçekler
FARC: '80’li yılların tekrarı mı? - 1
Fidel ya da tarihte bireyin rolü
Kadın işçi grevlerinin gösterdikleri-2
Üniversitelerde gericilik tırmandırılıyor
19 Aralık Direnişi yol gösteriyor!
Bu düzende kimin yaşamı kutsal?
“Neşelen biraz, asla ölümden bahsetme, başaracağız!”
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bu düzende kimin yaşamı kutsal?

 

Kapitalizmin değerler sistemi görecelidir, değişkendir. Sınıflar savaşımının seyrine göredir her şey. Şimdilerde “şehitlik” üzerine çok söz işitiyoruz. Kendilerini uzun ve sağlıklı yaşam için korumaya alanlar, tüm maddi imkânlarını buna göre seferber edenler, sıradan ziyaretlerine onlarca hatta yüzlerce koruma ordusuyla, çeşit çeşit zırhlı araçlarla gidenler işçi ve emekçilere “inşallah şehit olursunuz” diyorlar.

Uğruna canlarını feda etmelerini istediklerinin “şehadeti” ile korunacak “vatan” topraklarıysa iki sınıfı barındırıyor. Bir tarafta sermaye sınıfı; bay ve bayan burjuvalar, diğer tarafta ise kimi zaman ayak takımı, kimi zaman amele, iş cinayetlerinde ölümün “fıtrat” olduğu işçi sınıfı ve emekçiler. Bu savaşta ölenlerin aileleri için hayat, bir iki göz boyamanın ardından değişmeden sürüyor.

19-22 Aralık hapishaneler katliamına denk gelen şu günler, devletin “insan yaşamı” üzerindeki samimiyetsizliğini de gösteriyor. Bugün daha net görülen F tipi zindanlardaki işkencelere, baskılara, kişiliksizleştirmeye karşı saldırının henüz ilk evresinde karşı çıkan, ancak direnmek için bedenlerinden başka bir seçeneği olmayan devrimci tutsaklar içeride ve dışarıda hücreleri parçalamak için kendilerini açlığa yatırmışlar, ölüm orucuna başlamışlardı.

Ölüm Orucu’nun ateşi zamanla öyle alevlendi ki, devlet yetkilileri telaşa kapıldılar. O günlerde, bu direnişi kırmak için sözde yaşamı nasıl da kutsuyorlardı. Onlara göre “yaşamak en iyisiydi ve hiçbir şey ölmeye değmezdi.” Ölümü göze alanlar ise “kandırılmışlardı.” “Örgüt elebaşları” da onlara göre kendilerini koruyor, ölüme başkalarının çocuklarını, gençleri gönderiyorlardı. Oysa Kızıldere’den, Nurhak’tan, 6 Mayıs’tan, 18 Mayıs’tan, 12 Eylül’den bugüne kadar tarih onları nasıl da defalarca yalanlamıştı. Çürümüş düzenin temsilcilerinin samimiyetsizliği de çok geçmeden ortaya çıkmıştı. Adına “Hayata Dönüş” denilen bir katliam operasyonuyla 28 devrimci tutsak işkencelerle katledilmiş, kadın tutsaklar diri diri yakılmışlardı.

Şimdi bu düzenin temsilcileri kendileriyle aynı sınıftan olmayan bir sınıfın gençlerine bizim adımıza “ölün, öldürün” diyorlar. Babalarının “gemicikler” alamadığı, lüks otellerdeki kumar masalarında resim veremeyen çocukların payına “vatan” için ölüm düşüyor.

Bu ölümler üzerinden duygusallık yaratma görevi ise burjuva medyaya düşüyor. Haber bültenleri, gazete sütunları “10 TL parayla çarşıya gidecek, bir simit bir çay içecek” olanları yazıyor. Ama “inşallah şehit olursunuz” diyen bu düzenin temsilcilerinin çocuklarının çarşıya kaç parayla gittiklerini, ne yiyip ne içtikleri saklı tutuyor.

Sahi, neden hep yoksullara “şehitlik” mertebesi düşüyor? Yoksulların fıtratında hep iş cinayetleri, hep ölüm mü var. Kuşkusuz şu yaşadığımız günlere yarınlardan bakanlar asıl hakikati tüm sadeliğiyle, içleri acıyarak göreceklerdir. Ve mutlaka tarihe bu günler, Kore’de “23 centlik” olanların yanına eklenerek kaydedilecektir.

Bir Kızıl Bayrak okuru

 

 

 

 

Birleşik Metal-İş yönetiminin politikaları neye hizmet ediyor?

 

Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Merkezi Beşiktaş’ta patlayan bombayla birlikte bir anda koyu bir polis ve devlet yandaşı, “halk düşmanlarına” ve “teröre” karşı düzenin yılmaz bekçisi kesildi. Kim için? Sermaye devleti için. Birleşik Metal-İş Genel Merkezi işyerlerine yazı göndererek “vatan ve halk düşmanlarına” karşı yılmaz bekçi olduklarını belirttiler. Bu yılmaz bekçilere sormak lazım; patronlar sınıfının devletine ve onun vatan yalanına sarılarak işçileri bölmüyor musunuz? İşyerlerinde eylem yapıp emekçileri milliyetçilikle ve onların azılı düşmanı olan devlet seviciliğiyle zehirlemiyor musunuz? Bu ülkede her ay yüzlerce işçi iş cinayetlerinde ölürken bir şeyler yapmayanlar, ne oldu da ortalığı hareketlendiriyorsunuz?

Düzen cephesi koca Kürt sorununu terör demagojisine malzeme yaparak sorunun kangrenleşmesini beraberinde getiriyor. Adeta birileri “kana susamış”, gelmiş bomba patlatmış diyorsunuz. Peki kısa süre önceye kadar Cizre’de bu devletin paralı uşakları bodrumlarda sivil, silahsız insanları katletmedi mi? Ya da çıplak gerilla cenazeleri sokağa bırakılmadı mı? Ankara’nın göbeğinde Gar’da patlayan bombayı da mı unuttunuz? Devleti asıl suçlu ilan etmeyen her davranış, ezen ulus milliyetçiliğine, gerçek ayrımcılığa ve bölücülüğe götürür. İşçileri sınıf mücadelesinden uzaklaştırır. Bu söylediklerim yapılan bombalı eylemin çözüm olduğunu kesinlikle söylemiyor. Aksine eylem kısır döngüyü pekiştiriyor.

Birleşik Metal-İş yönetimi işçilerin geri yanlarına oynamayı alışkanlık haline getirdi. 15 Temmuz sonrası demokrasiyi kurtardık diyen Birleşik Metal-İş yönetimi, emekçileri ezen sistemin sürekliliğinden yana olduğunu da belirtmişti. Aynı yönetimin bir süredir emeğin genel ve özel sorunlarına karşı kılını kıpırtdatmağını geçerken söylemiş olalım.

Birleşik Metal-İş genel merkezinin ve diğer sendika yönetimlerinin milliyetçi, gerici politikaları, sendikal bürokrasiye karşı mücadelemizi daha da azimle sürdürmemizi gerektiriyor. Tabandan gücünü alan, devrimci ve sosyalist işçilerin yönetimlerde olduğu bir sendikal işleyişin işçi sınıfının iktidar mücadelesi açısından zorunluluk olduğu bir kere daha ve açık biçimde görülüyor.

Birleşik Metal-İş üyesi bir işçi

 

 

 

 

İşsizlik ve kölece yaşamak kader değildir!

 

Üzülmüyorum, çünkü öfkem her geçen gün katmerleşiyor bu sömürü sistemine karşı. Şu an resmi olarak bilinen işsizlik oranı %11. Aslında genele baktığımızda %20‘yi buluyor. İşsizlerin iş bulabilmesi giderek zora giriyor. İş bulanların da düşük ücret ve tam teşekküllü kölelik düzenine uymaları isteniyor.

Ben iş arayan bir işsiz olarak şunlarla karşılaşıyorum. İş başvurusu esnasında esnek çalışmaya uyum sağlamam, görev dışında her işi yapmam, uzun çalışma saatlerine dayanmam, sorunsuzca mesailere kalmam, sosyal aktivitelerin (derneğe veya sendikaya üyelik gibi) içinde olmamam isteniyor. Utanmasalar yemek yememi de istemeyecekler.

Ama bunları neden istedikleri belli. Yaşam koşulları bu kadar zor ve sertken kendi sistemlerini sindirecek ve boyun eğecek işçi arıyorlar. Mevcut işçileri de bu düzeye getirip, sorgulamayan her şeyi kabul eden, sorunsuzca verilen işi, görevi yapan insanlar haline getiriyorlar. Bu asalaklara boyun eğmeyip, sermaye düzeni işçi sınıfı önünde diz çökene kadar hak mücadelesi vermeye devam edeceğiz.

İş arayan bir metal işçisi

 
§