27 Kasım 2015
Sayı: KB 2015/44

Gerici hedeflerine savaşla ulaşmaya çalışıyorlar
“Masum” gösterilmeye çalışılan, Türkiye’nin Suriye’deki kirli çıkarlarıdır
Dink cinayeti; “katil devlet”, çünkü…
Devlet terörünün bir laboratuvarı: Türkiye
Kürt halkıyla eylemli dayanışmayı büyütelim!
Yasak ve katliamlara karşı direniş!
İHD Silvan raporunu açıkladı
Anlatılan senin hikayen değil Mösyö Burjuvazi!
Bayteks işçileri: Direnişimizde kararlıyız!
Mersin’de DEV TEKSTİL Temsilciliği açıldı
Birleşik Metal-İş’te “at izi, it izi!”
Önlemler hiçe sayılıyor, işçiler katlediliyor!
Ford Otosan’da temsilcilik seçimleri üzerine
MİB metal işçilerini sempozyuma çağırıyor
Genel durum ve güncel gelişmeler
Taştekin: Son bariyer yıkıldı
Madalyonun iki yüzü
BM Fransa’nın tasarısını onayladı
EKK’dan 25 Kasım eylemleri
Kadınlar 25 Kasım’da alanlardaydı
25 Kasım etkinlikleri
Özgürlüğümüzden ve geleceğimizden vazgeçmiyoruz!
“Bu davet bizim!”
Kuru bir yaprağa verilmiş söz...
Alaattin Yoldaş'a...
Alaattin'e...
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kuru bir yaprağa verilmiş söz...


Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar
Şan verdiler ortalığa bütün bir sonbahar

Mevsim dönüp de

yeniden yeşermeğe başlayınca rüzgar
Çıplaklığında o atın yine onlar koşacaklar
O çocuklar
O yapraklar
O şarabi eşkiyalar

Onlar da olmasa benim gayrı kimim var?


Can Yücel

Oturuyoruz bir yoldaşla, bir çay bahçesinde. Önemi yok nerede olduğumuzun ve ne konuştuğumuzun. Kavgamızın şehrindeyiz ve kavganın içindeyiz. Kuru bir yaprak düşüyor kafama. Alıp başka bir yoldaşın hediye ettiği kitabın arasına koymak istiyorum, ancak yaprak sığmıyor kitap yapraklarının arasına.

Çantaya bakıyorum. Bir gazete, gazetemiz: Kızıl Bayrak. Yaprağı koyuyorum arasına gazetemizin ve konuşmaya devam ediyoruz. Nereden geldik bilmiyorum ama yaş meselesine geliyor konuşmamız. Geçmişten bahsediyoruz, deneyimlerden veya yaşanmışlıklardan. Sonra aklımıza bir şairin sözleri geliyor: “Kaç yaşıma gelirsem geleyim ben bir genç komünist olarak öleceğim” diyor.

Zira gençlik gelecek, gelecek sosyalizm. Ve geleceği elleriyle inşa edenler olarak bütün devrimciler genç komünist olmayı hak ediyor. Geleceğe yürüyenlerin yaşlı olma şansı da yok zaten.

Başka bir yoldaşla buluşmak için kalkıyoruz. Kavganın içindeyiz. Kahkahalar atıyoruz. Neşemiz yerinde. Ne de olsa “neş’e kavganın musikisidir” demiyor mu Nazım Usta...

Neş’e kavganın musikisidir.
Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz
neş’enin çelik ahengini duymayan adam;
neş’e … iyi şeydir vesselam,
baş döndürmezse eğer
ve işte bizimkiler
güldüler mi,
ağız dolusu gülüyorlar.
Kabahat onların kuvvetinde:
yoksa ne sende
ne de bende!

Ertesi gün oluyor. Gazetemizi açıyorum. Okumaya başlıyorum. Kuru yaprağı görüyorum. Ne kadar da büyük diyorum. Kitabın arasına sığmadığı aklıma geliyor. Ve nedensiz düşünmeye başlıyorum. Neden kuru bir yaprağa daha çok özen gösteriyoruz diye. Dalında duran yeşil, taze bir yaprak o kadar ilgimizi çekmezken kuru bir yaprak ilgimiz çekiyor? Hele ki kırılmamışsa, tüm geçmişine rağmen dimdik duruyorsa.

Neden bir sevgiliye kuru bir yaprak hediye edilir? Veya dalından kopartılan bir yaprak kurutulur?

Daha önce düşünmediğimi fark ediyorum.Düşünmeye başlıyorum. O yaprak kaç güneşin doğumunu görmüştür, batışına tanıklık etmiştir acaba? Nice yağmurlara, fırtınalara göğüs germiştir. Dalından kopmadığı her an daha da güçlenmiştir. Koparamayan yağmur, fırtına arındırmış, güçlendirmiştir. Yeni doğan güne merhaba demiştir.

Kim bilir kaç sohbetimize tanıklık etmiştir o çay bahçesinde. Kavgayı örgütleyişimizi görmüş, güneşin bizi rahatsız etmesine engel olmuştur.

Veya o meydandaki ağacın yaprakları. Kaç eyleme tanıklık etmiştir. Milyonların ayağa kalkışını, Haziran Direnişi’ni görmüştür, Gezi Parkı’ndaki, Güvenpark’taki ağaçlardaki yapraklar. Ve onlar için de ölüm artık sadece doğanın kanunlarından gelmiyor artık. TOMA’nın sıktığı tazyikli su, plastik mermi de düşürüyor nice yaprakları tıpkı insanlar gibi, Kürdistan’da katledilen çocuklar gibi. Gerçi sevmiyorum çocuk denmesini, kavganın içindeki insanlara yaşı ne olursa olsun. Erdal Eren çocuk muydu yoksa bilinçli bir genç komünist mi? Ya da Berkin, ya da adını sayamadığımız niceleri?

Ve tekrar bakıyorum yaprağa. Kuru, kocaman bir yaprak. Nice yaşanmışlığı var. Eğilmemiş, direnmiş. Ağacındaki meyvelere siper olmuş. Korumuş onları, büyütmüş. Ve karşılıksız yapmış bütün bunları. O da doğanın bir parçası, biz de.

Ama bizler, daha doğrusu bu her yanı çıkar ilişkileri ile dolu doğa düşmanı kapitalist sistemin yetiştirdiği insanlar. Yoktur onlar için karşılıksız yapılan bir şey. Tek başına onun suçu değil elbet. Her şeyi alınır-satılır birer metaya çeviren düzenin sonucu. Ancak düzene başkaldırmamak, boyun eğmek. İşte insanın, insanlığın bütün suçu. Gerçi başkaldırmak suç sayılır bu düzende.

Ve şimdi bir anlığına geleceği düşün. 1 Mayıs 1919’da Lenin’in yaptığı konuşma ışığında düşün. “Torunlarımız kapitalist çağın kalıntılarıyla belgelerini büyük bir merakla izleyeceklerdir. Nasıl olur da özel kişilerin ellerinde bulunabilir yiyecek-içecek maddelerin alım satımı; fabrikalar ve işletmeler nasıl olur da özel kişilerin ellerinde bulunabilir… Bir insan başka bir insanı nasıl sömürebilir; çalışmadan nasıl yaşayabiliyordu bir takım insanlar? İşte tüm bunları kafalarında canlandırmakta zorluk çekecek torunlarımız.” Ve ben olsam eklerdim Lenin yoldaşa, “Ve canlandırmakta zorlanacaklar, başkaldırmamak nasıl normal karşılanır, insanlar bu düzen içinde nasıl küçük bencil dünyalarını kurmaya kalkabilirler?” diye.

Ve tekrar yaprağa bakıyorum. Doğaya, yaşama ve tarihe saygıyla, onu diyalektik olarak kavrama çabasıyla bakıyorum. Ve bir kez daha kendime söz veriyorum. O yaprağın düştüğü ağaçtaki meyve bir meta olmasın diye mücadele edeceğime. Bu sözü sadece kendime değil, doğaya, yaşama ve tarihe veriyorum. Zira ilk hesabı onlar soracak benden.

Ve bütün bir mücadelemizi o yaprakta tekrar gözlerimin önünden geçiriyorum. Daldaki meyve geliyor aklıma. Onun pazarda satıldığı. Ancak milyonların açlıktan kırılışı. Asgari ücret 1.300 lira olacakmış. Ancak o meyve pazarda satılacak yine de. İsterse 2.000 lira olsun asgari ücret, reformistlerin vaatlerindeki gibi. O meyve pazarda satılacak yine, alınır-satılabilir bir meta olarak... Ve milyonlar açlıktan kırılmaya devam edecek.

Çünkü onlar elimdeki yaprağa baktığında devrimci romantizmden ötesini göremeyecek. Bizse o yaprakta kendini gösteren ve bir parçası olduğu doğayı görüyoruz. Ve bu da affedilmez korkunç suçumuz...

Ve ilk başa dönüyorum. Çay bahçesine girişim. Yoldaşla göz göze gelişimiz. Gülümseyişimiz. Gözlerimizdeki çelik parıltısı. İnce Memed’in gözlerindeki gibi. Yoldaşın ayağa kalkışı. Bilgisayarda yazdığı yazıya ara verişi...

Ve başlıyorum yazmaya: “Oturuyoruz bir yoldaşla, bir çay bahçesinde...”

R. U. Kurşun


 
§