16 Ekim 2015
Sayı: KB 2015/39

Katliamcı düzenden hesap sormak için...
12-13 Ekim grev, boykot, eylemleri
“Zaafiyet” yok, kusursuz bir devlet katliamı!
Akli dengesi bozuk, katliama meyilli bir devlet
Katliama karşı tavır almak - B.Çağ
Sermaye devletinin tarihi katliamların tarihidir!
Katliamda yaşamını yitirenler uğurlandı
Ankara Katliamı’na karşı öfke sokaklara taştı
İstanbul’da grev yürüyüşüne polis engeli
Katliama karşı genel grev!
Kalıcı barış için düzene karşı savaş!
Gün gelecek kan içinde boğulacaklar
Çözüm ne seçimde ne sermaye diktatörlüğünün parlamentosunda!
Belirsizliklerle dolu bir dönem
Barışı savunmak...
“Teröre karşı savaş” yalanıyla barbarlık uygulanıyor - U. Evren
Filistin sorununun çözüm adresi
Güney Kürdistan’da düzen partilerine büyük öfke
İşçi ve emekçiler hakları için sokaklarda
Üniversiteler katliama karşı boykot dedi
“Yılmayacağız, direnmeye devam edeceğiz”
"Sonuna kadar direnirim yeter ki dayanışma olsun!"
ORS işçisinin birliğini hiçbir kuvvet bozamaz!
Kamuda taşeronluk aldatmacası
AKP’nin seçim programı ve emekçi kadınlara yansıması
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Gün gelecek kan içinde boğulacaklar

 

Kanlı Meydan”

Gökyüzünün “yırtılması” gibi gelen bir patlama sesi duyuyorum, istemeden de olsa biraz eğiliyorum. Uzaktakiler sesin geldiği yere bakıyorlar, sesin geldiği yere yakın olanların kendilerine doğru koştuğunu görünce onlar da ters yöne koşmaya başlıyorlar. İlk sesten bir kaç saniye sonra yine aynı ses geliyor. Ses yankılanıyor, bir-iki saniye sürüyor. O bir iki saniye içinde polisin ses bombası atıp kitleyi dağıtmaya çalıştığı ihtimali geçiyor aklımdan. “Şu sıralar her eyleme, her yürüyüşe saldırıyorlar, buna nasıl izin verdiler?” diye düşünüyordum zaten. Sonra bunun defalarca maruz kaldığım ses bombası olmadığını anlıyorum ama kitlenin içinde bomba patlatılacağı gelmiyor aklıma. Herkes kaçışmaya başlıyor. Birkaç adım öne çıkıp “ne yapalım?” diyorum bir yoldaşa. Cevap vermiyor, o da düşünüyor. Yere düşen flamaları toplayıp bir yoldaşa veriyorum, “geriye götür” diyorum. Başka bir yoldaş megafonla herkesin bir yere toplanmasını söylüyor. Sonra “ne yapalım?” dediğim yoldaşa “gel, bakalım” diyorum. İkimiz “sesin geldiği yere” doğru yürüyoruz. O sırada 7-8 el silah sesi geliyor. Ne olabilir diye düşünüyorum, gaz bombası mı acaba? Bu sırada tekrar ateş ediliyor, “başka bir şey olsa daha az ses çıkar, böyle yankılanmaz” diyorum kendime, çıkan sesten gerçek mermi olduğunu anlıyorum ama nereye, kimin ateş ettiğini göremiyorum. Biraz sonra karşılaşacağım manzarayı görenler ne olup bittiğini bildiği için orada duran polis arabasına saldırıyorlar. Birileri son hız meydanı boydan boya koşmaya başlıyor, bir amca “tutun, yakalayın şunu!” diyor. Sonradan “yakalayın” dediklerinin sivil polis olduğunu, bir kaç tanesinin dövülerek cezalandırıldığını öğreniyorum.

“Sesin geldiği yere” ilerlemeye devam ediyoruz. Korkmuyorum, heyecanlı değilim, ne olduğunu bilmiyorum, merak etmiyorum, tahmin etmek aklıma gelmiyor, sanki biliyorum, ne olduğunu öğrenmeye çalışıyorum. Önce kıymık gibi bir et parçası görüyorum yerde, yere bakarak yürümeye devam ediyorum. Kırmızı etler, beyaz etler, ucundan damar çıkmış etler... Yumruktan daha büyük, sarı bir şey görüyorum, “böbrek mi acaba” diye düşünüyorum. Sonra yerde bir erkek saçı görüyorum. Deriyle beraber kaldığı için dağınık durmuyor, sanki peruk gibi, avuç içi kadar. Kafamı sağa çevirince ne gördüğümü anlayamıyorum. İlk önce dirseğin biraz altından kopmuş bir kol görüyorum, sonra giysiler ve et yığınları. Sonra bir “şeye” bakıyorum. Bunun “eskiden” bir vücut olduğunu anlıyorum. Yanında ona benzer bir sürü “şey” var. “Demek böyle oluyormuş, bir insan parçalanınca böyle görünüyormuş” diyorum. Başka zaman olsa bir an bakamayacağınız bu yerde Kürt analar yere çökmüş Kürtçe ağıtlar yakıyor. Yanımdaki yoldaşı kolundan çekip “hadi geri gidelim” diyorum. Bir şey demiyor, geri gidiyoruz.

Bildik Yüzler

Meydandan çıkıp Ankara’daki kurumumuza doğru yürüyoruz. Meydandan çıkan herkes çok öfkeli. Patlamadan sonra iki akrep zırhlı araç meydan tarafından gelip hızla yanımızdan geçiyor. Herkes eline geçeni onlara fırlatıyor. Akreplerin biraz ileride durduğunu görüyoruz. İçinden elinde uzun namlulu silahlarla özel harekat polisleri iniyor. Ambulans gelmemiş daha, ama akrepler dolaşıyor. Etraftakiler onların üstüne yürüyor, taş, sopa ne varsa fırlatıyor. Slogan atanlar, küfür edenler... Polisler akrebin içine girmek zorunda kalıyor. Metroya iniyoruz, metroyu kapatmışlar. Parmaklıkların arkasındaki görevlilere tepki gösteriyoruz, “açın” diyoruz, onlar sırıtıyor. Parmaklığı kırıp yanlarına ulaşmaya çalışıyoruz. Parmaklığın arkasından laf atmak kolay... Bir girsek yanlarına görecekler hak ettiklerini.

Bildik Sözler

Dönüş yolunda otobüsteyiz. Sermaye düzeninin kanallarından biri açık. Hiç kimse kapatmıyor televizyonu, kanalı değiştirmiyoruz. Oturduğumuz, yattığımız yerden televizyona bakmıyoruz. Sadece o herkesin gördüğü 8 saniyelik görüntüye bakıyoruz bir kere. “Bu meydan kanlı meydan”, sonrasında da patlamanın gerçekleştiği an. Kulağımızda “yalan söyleyen sesi spikerin”. “Güvenlik zaafiyeti var mıydı?”, “terör”, “masum insanlar”, “gençler”... Katliamı yapanlar, her şeyi önceden planlayanlar tek bir ağızdan konuşuyor. Başbakan çıkıyor ekrana, ilk dakika saldırıyı sözde kınıyor, sonra başlıyor ağzından kan akıtmaya: “terör”, “IŞİD, PKK, DHKP/C, MLKP”. İlkinin diğerleriyle bir alakası, benzerliği yok, sonuncusunu söylemeyi beceremiyor.

Programlara “uzmanlar”, “profesör doktorlar” çıkıyor. Alçakça ve açıkça yalan söylüyorlar. O bildik reklam-reyting arttırıcı üslupları, aptal diksiyonları ve salakça içerikleriyle. Böyle dediklerini ve böyle diyeceklerini biliyorum. Sinirleniyorum. Düşünmüyorum, çökmüş de değilim. Az önce parçalanan insanlar gördüm, dönünce bunu insanlara nasıl anlatacağımı, ne yapacağımızı düşünüyorum. “Bu bölgede şu insanlarla şunu, öbür yerde şu insanlarla şunu yapabiliriz.” “O böbrek miydi acaba?” diyorum.

İlk önce 30 ölü var diye duyduk. Mola yerinde 60 dediler. Bir sonraki mola yerinde 86 olmuş. Sermaye devleti o gün yüzün üzerinde insanı katletti.

***

Sermaye devletinin dümenini elinde tutan AKP şefleri 13 yıldır işledikleri suçların hesabını vermemek, saltanatlarını sürdürmek için 7 Haziran’daki seçim oyununu geçersiz saydığından beri işçiler, emekçiler, gençler ve Kürt halkı üzerinde terör estiriyor. “400 milletvekili” diyor, “verseydiniz bunlar olmazdı.” diyor. “Ben iktidar olmazsam katletmeye devam ederim” diyor. Sokağa çıkma yasakları ilan edip, “güvenlik gerekçesiyle ikinci bir emre kadar” önüne çıkanı vuruyor, 1 aylık bebek “teröristten”, 70’indeki yaşlı “teröriste” kadar. Artık burjuvazinin bile düzen içi alternatif yokluğundan mecburen desteklediği AKP şefleri korktuklarından saldırılarını arttırıyor. Hiçbir şekilde meşruiyeti kalmamış, Suriye’de girdiği bataklığa saplanıp kalmış, dış politikası çökmüş, “çözüm süreci” çözülüp batmış, Kürt halkının nefretini her an üzerinde hisseden bir iktidar... Ortadoğu’da başlattıkları emperyalist savaş yüzünden yerini yurdunu terk etmek zorunda kalan milyonlarca insan, savaşın sorumlusu olan ülkelere sığındıklarında emperyalist ülkelerin polisi tarafından saldırıya uğruyor, denizlerde boğuluyor, cesetleri kıyıya vuruyor, kadınları tecavüze uğruyor, dinci-gerici çeteler tarafından alınıp satılıyor... Milyonlarca insan sefalet içinde, düşünsel çürüme içinde, milliyet, din gibi ayrımlarla bölünüp zehirlenmiş. IŞİD, El Nusra ve daha bilumum ucubeler ortalıkta kol geziyor. Dünyanın her yerinde sermaye diktatörlükleri işçilere, emekçilere, gençlere, kadınlara... Polis copu, gaz bombası, asker kurşunu dışında hiçbir şey vermiyor. Atomu parçalayan “bilim insanları” o atomla ancak bombalar yapıyor. Milyonlarca insan yoksullukla, hastalıkla boğuşurken milyarlarca lira bir avuç zenginin keyfine harcanıyor. Milyonlarca insandan vergi diye alınan milyarlarca lira rant yolları, TOMA’dan sıkılan tazyikli su, işkencede elektrik olarak geri dönüyor. Buna hayır diyen, sesini çıkaran coplanıyor, tutuklanıyor, vuruluyor, patlatılıyor... Artık kaçabileceğiniz en uzak yer eviniz, oraya da geliyorlar. Bu düzene hayır diyen ölüyor, hayır demeyen de ölüyor. Çürüyen düzen yıkılmadıkça insanlığı da çürütüyor. İnsanlığı ve uygarlığı yıkıma sürükleyen bu emperyalist-kapitalist düzen yıkılmayı bekliyor. Ankara’da, Antakya’da, Şırnak’ta, Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de, dünyanın dört bir yanında insanları paramparça edenler bin parçaya bölünmeyi, kan içinde boğulmayı bekliyorlar.

***

Ankara’ya indiğimizde yolda dinlediğim müzik çaların pili bitmişti, dönerken dinleyemem diye düşündüm patlamadan önce. Dönüş yolunda, aklıma dinlediğim şarkı geldi;

Gün gelecek, kan içinde boğulacaklar

Çünkü halkın yaraları daha doğurgan

Üflemekle güneş soğutulur mu?

İte ite dağlar yürütülür mü?

Taşımakla deniz kurutulmazsa

Kırılmakla halklar çürütülür mü?

Yolunarak çiçek büyütülür mü?

Ölüm ile hayat avutulur mu?

Isınmadan demir çelik olmazsa

Halkı katledenler unutulur mu?

Bir genç komünist

 
§