13 Şubat 2015
Sayı: KB 2015/06

Sınıfın devrimci baharını örgütlemek
Sınıfın direnişini büyütelim!
Sınıf hareketinde yeni bir döneme doğru
Daha derin kazıyoruz! - B. Olgun
Türk-İş, Yol-İş ve AKP'nin komisyon manevrası
Boytaş işçilerinin fiili grevi ve gösterdikleri
Bini aşkın işçi ve emekçi 'İşgal Grev Direniş Gecesi'nde buluştu
Devrimci işçi kürsüsü
Onların maceraları...
MİB MYK Şubat ayı toplantısı
Ejot Baştemsilcisi İlker Tetik: Fırtınayı dindirdiler
Reformizm ve devrim - 1 - H. Fırat
Avrupa: İşçi hareketi ve parlamentarist hayaller - A. Eren
Syriza ve Podemos: Gelecek için dersler
‘Uluslararasılaşan sermayeye karşı uluslararası işçi hareketi’
Obama savaş yetkisi istedi
Akdeniz’de kemer sıkma ve ölüm!
Bilecik’te seramik işçileri ayakta
Yasaklara, asimilasyona karşı on binler Kadıköy’deydi
Avukatlardan adalet nöbeti
Hasta tutsak Erdoğdu’ya getir-götür işkencesi
Twitter’ın Şeffaflık Raporu şaşırtmadı
Kadına yönelik aşağılamalar sürüyor
İşgal ateşi ile Şubat’ı ısıtanlara…
DGB Türkiye Meclisi toplandı
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Avrupa: İşçi hareketi ve parlamentarist hayaller

A. Eren

 

SYRIZA’nın Yunanistan’daki seçim başarısı, diğer Avrupa ülkelerinde büyük bir coşku ve sevince yol açtı. Avrupa’da yeni bir dönemin, sol atmosferin egemen olacağı bir sürecin başladığı üzerine ardı arkası kesilmeyen değerlendirmeler yapılıyor. Geleneksel tekelci burjuvazinin politik temsilcileri bu seçim başarısını “komünist tehlike” olarak yorumlayıp karşı bir kampanya sürdürürken, İspanya gibi ülkelerde oluşan yeni sol parti PODEMOS, bu yıl sonunda yapılacak olan parlamento seçiminden başarıyla çıkacaklarından artık emin bir şekilde söz etmektedir.

Önden şu saptamayı yapmak durumundayız. SYRIZA’nın başarısı veya aldığı oy oranı, seçim başarısından öte, başta işçi sınıfı olmak üzere, tekelci burjuvazinin kemer sıkma politikası altında ezilen, horlanan bütün emekçi sınıfların tepkisinin, sürdürülen sosyal mücadelelerin yansıması olarak okunmalıdır. Emekçi sınıfların uzun yıllardır aralıksız sürdürdüğü bu politik mücadele sadece seçime yansıyan sonuç üzerinden okunduğunda, doğru sonuçlara varılamaz. Kıtanın genelinde uzun yıllardır sermayenin tarihsel olarak gündeme getirdiği saldırılar, içeriği ve kapsamı açısından Ekim Devrimi’nin yarattığı etki sonucunda elde edilen kazanımların tasfiyesini hedeflemekte ve işçi sınıfıyla bir hesaplaşma olarak yaşanmaktadır.

Son seçim süreci, sermayenin saldırı politikalarına karşı başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi kitlelerin doğrudan tepkisi üzerinden şekillenmiştir. Ve bu gerçek SYRIZA’nın sol söylemini ve uygulamak istediği programatik perspektifi aşan/aşacak olan bir toplumsal dinamiği ifade ediyor. Zira bundan sonra da belirleyici olan emekçi kitlelerin, parlamento dışı sendika ve diğer işçi örgütlenmelerinin mücadelesi olacaktır.

Syrıza’nın, daha doğrusu savunduğu programın kitlelerin taleplerini karşılayamayacağı kesin. Sonuçta egemen kapitalist sistemle, onun düzeni, özel mülkiyet ilişkileri, iktidar aygıtı ile değil, uygulanan ekonomik-politik dayatmaların yarattığı sonuçların önüne geçmek söylemiyle başarı sağladı. Sonuç olarak sınıf mücadelesi giderek derinleşecektir, yeni biçimler alacaktır. Faşist güçlerin sistem dışı radikal söylemlerle güç kazanacağı ve buna karşın işçi hareketinin gündemi belirleyeceği görülecektir. Zira bütün Avrupa ülkelerinde faşist hareketler kitlesel karakter kazanmıştır. Kapitalist toplumsal düzenin krizinde politik güç olarak öne çıkan ve bu krizden en çok yararlanan bu güçler sosyal demagoji ile artan bir etkiye sahip olmaktadır.

Yeni işçi hareketleri

12 Aralık 2014’te İtalya’da, Kasım ayının başında Belçika’da kent merkezleri işçi sınıfının görkemli grevlerine sahne oldu. Hükümetlerin uygulamaya koyduğu tarihsel olarak kazanılmış sosyal hakları tasfiye etme saldırısına karşı “Böyle gitmez!” şiarıyla ilk kez kapsamlı kitlesel başkaldırılar yaşandı. Yunanistan, Kasım sonunda ülkede kriz başladığından bu yana 23 genel greve sahne oldu. Seçim öncesi Yunanistan’da hayatı durduran bu genel grev yeni bir başlangıcı da işaret ediyordu. Zira Avrupa genelinde eşzamanlı, art arda genel grevlerin gündeme gelmesi, “sosyal devletin”, sendikal ve işçi haklarının tasfiyesine karşı bir direnişin başladığını ve bunun önümüzdeki dönemde daha da yoğunlaşacağını göstermektedir.

Grevler artık tek taleplerle sınırlı olmayıp, doğrudan tekelci sermayenin kapsamlı saldırılarına karşı politik bir direniş olarak gelişmekte. Belçika’da emeklilik yaşını 67’ye yükseltmek, ücret artışlarını enflasyon oranına uyarlayan sözleşmelerin iptali, sağlık, eğitim ve sosyal yardımların kısıtlanması, işsizlik parası alma koşullarının zorlaştırılması ve benzeri saldırılar işçi hareketi ile bir tarihsel hesaplaşma olarak gündeme geldi ve karşı tepki de bu boyutta yaşandı.

Belçika ve İtalya’da sermaye temsilcileri grevlerin yasal olmadığı gerekçesiyle mahkemelere başvurmuş ve özellikle demiryolları işçileri hedef olarak seçilmiştir. Demiryolu işçileri Avrupa’da genel olarak radikal, mücadeleci kesimi oluşturmaktadır. Bu grevlerde öne çıkan en temel özellik, eylemlerin toplumun diğer emekçi sınıfları tarafından aktif ve kitlesel şekilde destek bulmasıdır. Aralık’ta yapılan genel grevde İtalya’da 54 ayrı kentte 2 milyona yakın kitle katılımı yaşanmıştır.

Egemen tekelci burjuvazinin bu kemer sıkma ve ekonomik, sosyal saldırı programlarını ne pahasına olursa olsun uygulamayı gündemde tutacağı kesin. Buna karşın sosyal çatışmaların derinleşeceği, geleneksel burjuva partilerinin erozyona uğrayarak, faşist partilerin kitlesel karakter kazanacakları, işçi sınıfı hareketi önünde bir dalgakıran rolü üstlenecekleri büyük bir olasılıktır. Bu yeni sosyal hareketleri, işçi sınıfının gelmekte olan yeni dalgasını parlamentarist yolla etkisizleştirmek SYRIZA örneğinde yaşanacağı gibi kolay olmayacaktır. Zira sınıf mücadelesinin derinleşen boyutu düzenin sınırlarını zorlamayan politik programların temelsizliğini ortaya seriyor.

Boşa çıkan hayaller!

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından eski “komünist” partilerin sosyal demokrat partilere evrimi tamamlandı ve İtalya’da olduğu gibi yeni sol “zeytin dalı” seçim partisi formasyonunda parlamenter mücadeleyi gündeme getirdi. Avrupa’nın gelecek “sosyalizm vizyonu”nun seçim partileri üzerinden belirleneceği bağlamında yeni programlar oluşturuldu. İtalya KP'nin (PCI) 1991 resmi kongresinde alınan kararla bir sosyal demokrat partiye dönüşümü sağlandı ve ardından, aynı yıl kurulan Partito della Rifandazione Comunista (İtalyan Komünistleri), 2001 yılında yaptığı kongre sonucunda “yeni parti konsepti”, “yeni işçi sınıfı”, değişim isteyen “yenilikçi güçler” ve partinin “hareketler içinde bir hareket” gören tezleri kabul etti. Bu yeni programın kabul edilmesinden 36 ay sonra Rifondazione Comunista Parti yönetimi, Hristiyan-Demokratların ve D`Alema’nın oluşturduğu hükümete katılmayı kabul etti. Ve komünistlerin hükümette reformların motoru olacağı söylemiyle kitleleri ikna etmeye çalışan parti başkanı Bertinotti, radikal reform talepleriyle on yıl içinde sosyal mücadeleyi, sendikal hareketi, parlamento dışı emekçi sınıfların hareketini tekelci grupların çıkarları doğrultusunda sistem içine entegre etmeyi başardı.

2007 yılında oluşan “zeytin dalı koalisyonu”, değil sermayenin ekonomik, politik saldırılarının önüne geçmek, tersine İtalya’nın Afganistan müdahalesine onay vererek Berlusconi ve diğer faşist güçlerin kitlesel güç olmalarının önünü açıyordu. Burjuva parlamentosunda tekelci burjuvazinin çıkarlarını sınırlayan ve işçi sınıfı ile diğer emekçi kesimlerin sosyal taleplerini gözeten politikalar üreteceği öngörüsü, sadece bir fantezi olarak kaldı.

Farklı ama somut başka bir örnek daha önce Fransa’da yaşandı.

Fransız KP lideri Georges Marchais 1981 yılında Mitterand’ın seçim başarısı cazibesine yenilerek parlamentoyu işçi sınıfı lehine kullanma söylemi ile dört bakanla hükümette yer aldı. Katılım gerekçesini şöyle açıklıyordu: “Parlamentodaki varlığımız, görevimiz ve stratejimize uygun, demokratik araçlarla inşa edilen bir orijinal sosyalizmi inşa etmektir.”

Bu dönemde Fransız işçi sınıfı “orijinal sosyalizm” bedelini ağır bir biçimde ödedi. İş yasalarının değiştirilmesinin yanında, ücret artışlarının enflasyon oranlarıyla bağı koparılarak birçok sosyal haklar tasfiye edildi. “Komünist bakan” sorumluluğundaki Air France, France Telekom vb.nin özelleştirilmeleri burjuvazi için daha da kolay olacaktı. Parlamentoda güç kazanarak, büyük sayıda milletvekili çıkararak emekçilerin lehine sınıfların güç dengesinin yeniden biçimleneceği hayali tuz-buz oluyordu.

Başka bir somut örnek Almanya’da Sol Parti’nin içinde yer aldığı bazı eyalet hükümetlerinin uyguladığı ekonomik, sosyal programda yaşandı. SPD ve Sol Parti hükümet ittifakınca, Berlin’de on yıl içinde konut, su şebekesi, elektrik gibi özelleştirmelerin yanında, kamu emekçilerinin ücret talepleri haince boşa çıkarıldı. Aynı programlar Mecklenburg-Vorpommern ve Brandenburg eyaletlerinde sol adına uygulandı. Bu deneyimler gözetildiğinde Syriza’nın geleceğine ilişkin hayaller beslememek, devrimci mücadele perspektifi açısından önemlidir.

Devrimci perspektif
her zamankinden daha büyük ihtiyaç!

İşçi sınıfının devrimci politikasının temel koşulu devrimci bir partinin varlığıdır. Devrimci bir parti olmaksızın devrimci politika olmaz. Bu gerçeğin her koşulda vurgulanması gerekmektedir.

Kapitalist toplumsal formasyonda küçük üreticilerin, ara katmanların proleterleşmesi, orta kesimlerin deklarasyonu, politik durgunluk dönemlerinin ardından büyüyerek artan kitlesel başkaldırılar, ayaklanmalar özellikle de proletarya dışı katmanlarda belirgin bir şekilde öne çıkan radikalleşme, sol siyasal hareketlerin programatik değerlendirmelerinde ideolojik-teorik yanılsamalara yol açmaktadır.

Sınıf mücadelesi tarihinin farklı dönemlerinde toplumsal dönüşümün esas, doğrudan belirleyici toplumsal gücü-öznesi olmayan kesimler politik mobilizasyonla gündemi işgal etmişlerdir. Örneğin öğrenciler, küçük üreticiler, toplumsal orta katmanlar özellikle anti-emperyalist, ulusal kurtuluş mücadelesinde ön güç olarak yer almışlardır. Fakat benzeri süreçlerde dahi ancak işçi sınıfı bir güç olarak mücadelede yer aldıktan sonra devrimci süreç derinleşmiş, radikalleşmiştir. Bu katmanların politik aktivitesi, kapitalist toplumun esas gücü olan proletarya hareketinin gelişmesi açısından bir “ön ateş” rolü oynayabilir. ‘68 öğrenci hareketleri, ekoloji temelinde gelişen sosyal hareketlilikler, feminist akımların gündeme oturması ve buna karşın proleter hareketlerin durgunluğu birleşince, “neo-Marksizm”, “iktidar istemeyen sol” söylemli ideolojik-politik eğilimlerin yeşermesine yol açmıştır.

İşçi sınıfı hareketinin temel talebi olan özel mülkiyet sorununu programatik gündeme almayan, çağımızın toplumsal dönüşümünün temel gücü olan proletaryayı pratik politikanın temel ekseni yapmayan her siyasal akımın, bütün radikal söylem ve tutumlara karşın kurulu sisteme entegre olması kaçınılmazdır. Bu süreç politik temsilcilerin sübjektif istek ve niyetlerinden öte nesnel bir durumdur. Proletarya modern kapitalist özel mülkiyet ilişkilerini tasfiye edecek tek güçtür.

Geçen yüzyılın başında Marksizm’in II. Enternasyonal içinde “diğer” öğretilere karşı zafer kazanmasının ardından, “başka yollar” arayan yeni akımlar ortaya çıkmaya başladı. Özellikle evrim teorisine ilişkin tartışmalar güncellik kazanıyordu. Bu tartışmaların enternasyonal işçi hareketi için taşıdığı önem ve marksist öğretinin kıskançlıkla savunulması Lenin için hayati önemdeydi. Bütün ulusal özgünlükleri ve gelişmeleri çağın esas temel yasaları ve özü temelinde değerlendirmek, “ulusal” devrim teorisi, “ulusal” diyalektik, “ulusal” tekelci kapitalizm saçmalıklarına karşı genel olanı anlamak izlenilecek taktik ve stratejinin, pratik politikanın teorik temelini oluşturacaktır. Zira bu dönemde Bolşevizm’in öğretisine, “Rus spesifik” olarak değerlendirip karşı çıkanlar Marksizm’e saldırılarını gizleme çabası içinde oldular.

II. Enternasyonal geleneksel partilerinden ayrı yeni tipte parti öğretisi, enternasyonal devrimci işçi hareketinin oportünizmden ideolojik-örgütsel kopuşu, Marksizm’in devrim öğretisi açısından kaçınılmaz bir sonuçtu.

“Sosyal hayalperestler”, “uzlaşma meraklıları” “kapitalizmin sağlık duacıları”, kapitalist toplumsal düzenin antagonist toplumsal çelişkilerini görmeyen “eski dünya hümanistleri”; Lenin, bu akımlardan sadece nefretle söz etti. Sınıflara bölünmüş toplumsal yapıyı, proletarya -burjuvazi, emek-sermaye arasında temel çelişkiyi görmezden gelerek, toplumsal bir barış atmosferinin egemen kılınacağı iddiası, küçük-burjuva sosyal fanteziden öte bir şey ifade etmiyor. Burjuva demokrasisinin ve anayasalarının ikiyüzlülüğüne dikkat çeken Lenin, burjuvazinin anayasasının, mülkiyet sahibi ile mülkiyeti olmayanların sadece yasa önünde eşitliğini deklare ettiğini vurgular. Hukuksal eşitlik ve ekonomik eşitsizlik çelişkisi, burjuva demokrasisinin temelini oluşturmakta ve kapitalist toplum içinde kalınarak bu ortadan kaldırılmaz. Sermaye bir kez topluma egemen olunca, bunun özünü ne herhangi bir demokratik cumhuriyet, ne de seçim hakkı değiştirebilir.

Proletaryanın ideolojik silahlarının başında sömüren ve sömürülenlerin birbiriyle hiçbir koşulda barışı sağlamayacakları olgusu gelir. Sosyal kötülükler politik önlemlerle ortadan kaldırılmaz, zira bu kötülüklerin nedeni kapitalist toplumun doğasında yatmaktadır. Politikayı gerçek sınıf mücadelesinin yansıması olarak değerlendiren Marks, sınıf mücadelesi ve ekonomik krizlerin politik olarak bakanlık ve hükümet değişimlerinin, her türlü skandal biçiminde yansıdığına işaret eder. Emekçi kitlelerin doğrudan devrimci eylemler, direnişler sürecine çekilmesi yerine, onlara parlamentarist umutlar aşılayarak çıkış yolu sunmak, sonuçta burjuvazinin egemen sistemine angaje olmaktır.

Proletarya dışı emekçi katmanların toplumsal-siyasal taleplerinin başarı sağlamasının güvencesi, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesini devrimci propagandanın merkezine koyarak, işçi sınıfını bu doğrultuda hareket ettirmekten geçer. Parlamentarist perspektiften, seçimlerde başarılı olmaktan, parlamentoya fazla milletvekili gönderme çabasından öte, esas sorun başta işçi sınıfı olmak üzere, sosyal mücadelelerin pratik olarak örgütlenmesine yoğunlaşmak, temel görev olarak önümüzde durmaktadır. İşçi sınıfının “yeni, modern sol” sosyal-demokrat seçim partilerine ihtiyaç duymadığını, kısa geçmiş deneyimler de göstermiştir.

Emekçi kitleleri burjuva demokrasisi ve parlamentarist hayaller yerine, devrim ve iktidar perspektifi bilinciyle donatmak esas olandır.

Dipten gelen dalgaya kulak verelim!

 
§