6 Eylül 2013
Sayı: KB 2013/35

 Kızıl Bayrak'tan
Suriye’den kanlı ellerinizi çekin!
ABD saldırıda kararlı ancak yalnız kalmak istemiyor!
Burjuvazinin savaş borazanı: Medya!
Baskı ve zorbalığa geçit vermeyelim!
12 Eylül düzeni devrimle yıkılacak!
Müzakere aldatmacasına karşı…
1 Eylül savaş çığırtkanlarına uyarı oldu!
Bürokrat istifa
etti! Yaşasın bürokrasi!
Bürokratlar defolsun sendikalar bizimdir
“Grev gözcülüğünden”
grev kırıcılığına...
Türk Metal’in “huzurevi” vurgunu bozuldu
MİB MYK Eylül Toplantısı...
Savaş, anti-emperyalist mücadele ve Partimizin programı/2
Haziran Direnişi, reformist sol ve
devrimci sorumluluklar- Alper Suat
Forumlarda savaş değil, halkların kardeşliği haykırıldı

Mamak Kültür-Sanat Festivali 10. yılında...

Düzenin kâbuslarını
gerçeğe çevirelim!
Kayıt döneminde mücadele çağrısı!
Kadına yönelik şiddet
artarak devam ediyor!
“Gün hesap sorma,
yarınlarımız için mücadele günüdür!”
Ortadoğu’dan dünyanın dört bir yanına, bir çığlık büyüyor!
“Gezi Parkı tutsaklarına özgürlük!”
Gezi tutsaklarından mektup...
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Haziran Direnişi, reformist sol ve devrimci sorumluluklar

Alper Suat

 

Burjuva ideologların büyük spekülasyonlara konu ettiği 1989, tarihin değil, yalnızca bir dönemin sonunu işaretliyor. İnsanlık yeni bir döneme girmiştir. Yeni dönem, yeni bir devrimler dönemi olarak tarihe geçecektir; nesnel olgular buna işaret ediyor, belirtiler bunu gösteriyor.” (EKİM 1. Genel Konferansı, Değerlendirme ve Kararlar-Bugünün dünyası: Süreçler, eğilimler, EKİM, Sayı: 44, Mayıs 1991)

İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir. Dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kapitalist bunalımların ve emperyalist savaşların büyük yıkım ve acılarına yanıtı bir kez daha devrimler olacaktır. Dünyanın dört bir yanında ve elbette Türkiye’de de.” (TKİP III. Kongresi Bildirisi - 2009)

Yeni bir dönemin kapılarını aralayan Haziran günleri geride kaldı. Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir kitlesellikte ve bir o kadar da soluklu, milyonları harekete geçiren bir halk hareketine tanıklık ettik Haziran günlerinde. Hiç kimse Gezi Parkı’nın korunmasına dönük başlatılan bir çevreci eylemin, milyonları saran bir halk hareketine dönüşmesini beklemiyordu. Gezi Parkı’na ve direnişe geçen eylemcilere dönük azgın polis şiddetinin tetiklediği hareket, kısa sürede milyonları sardı ve geri dönülmez bir sürecin yolunu açtı. Haziran günleri, geleceğin “şanlı Ekim günleri”ni mayalayarak geride kaldı.

Haziran Direnişi her ne kadar bugün forumlar biçimini alarak durulmuş olsa da, halk hareketini tetikleyen çelişkiler, olgular ve dinamikler yerli yerinde duruyor. Üstelik hareketin geniş yığınlarda yarattığı etki de devam ediyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde gelişecek çok yönlü (iktisadi, siyasi, demokratik, gençlik, kadın vb.) mücadelenin, Haziran Direnişi’nin açtığı kanaldan ilerleyeceği ve onun yarattığı özgüven ve kararlılıktan güç alacağı söylenebilir.

Bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemi

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çözülmesi ile birlikte sistemin ideologları tarihin sonunu ilan etmiş, ‘refah toplumu’ gibi safsatalar eşliğinde ‘tek kutuplu’ (kapitalist/emperyalist) dünyayı “müjde”lemişlerdi. Ne var ki, burjuva propagandaların henüz mürekkebi kurumadan ‘tek kutuplu’ olduğu iddia edilen ‘yeni dünya’nın, yeni bir savaşlar ve bunalımlar döneminin kapılarını araladığı görüldü. Bu dönem kapitalizmin kitlelere bol keseden ümitler vaat ettiği bir dönemdi. Bir yandan “sosyal refah” söylemleri ile kitleler sersemletiliyor, ama öte yandan da zincirlerinden boşanmış bir saldırganlık ve sosyal yıkım politikaları hayata geçiriliyordu. “Barış”tan söz eden düzenin efendileri, Irak’ı vahşi bir savaşla yerlebir ederek ve 200 bin Irak askerini yakarak açtılar “yeni dünya”nın kapılarını.

Bu dönemin karakteristik özelliklerinden bir diğeri ise, modern revizyonizmin yenilgisiyle moral çöküşe sürüklenen sosyalist hareketin, burjuva propagandanın da basıncı altında kalarak “tasfiyeci dalga”ya kapılması oldu. Türkiye’de işçi hareketinin de etkisiyle bu tasfiyeci dalga gecikmeli olarak yaşandı. 91 yılında işçi hareketinin geri çekilişi ile birlikte sol harekette hızlı bir tasfiyeci süreç gelişti. Tasfiyeci dönüşüm, devrim ve devrimci örgüt fikrinden uzaklaşma biçiminde kendisini gösteriyor ve kendi teorisini üretiyordu.

Türkiye sol hareketi küçük burjuva, halkçı bir kökenden geliyor. Hem küçük burjuvazinin çözülüşü hem işçi sınıfı hareketinin geri çekilişi, 80 darbesi ve 89 çözülüşünün yarattığı moral yıkımla birleşerek, bir iki istisna dışında, halkçı akımların tasfiyeci dalgaya karşı direnmelerini olanaksız kılıyordu. Geride kalan 20 yılı aşkın zaman diliminde Türkiye solunun önemli bir bölümünü etkisi altına alan tasfiyeci cereyan, Kürt hareketinin reformcu çizgiyi benimsemesinin de etkisiyle, hayallerle süslenmiş pespaye bir burjuva parlamentarizmi biçimine büründü.

Dünyada ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, komünist hareketin döneme ilişkin tespitlerini doğruladı; elbette Haziran Direnişi ile birlikte Türkiye’de de... Komünistlerin yalnızca döneme ilişkin tespitleri değil, reformist sola ilişkin değerlendirmeleri de bizzat Haziran günlerinde sınandı ve doğrulandı.

Birikmiş tepki ve öfkenin patlaması olarak Haziran Direnişi

Haziran Direnişi’nin karakteri ve reformist solun direnişe dönük tutum ve değerlendirmelerine geçmeden önce, direnişi mayalayan süreçleri gözden geçirmek yerinde olur. Bu, bize hareketin karakteri hakkında da bir ön fikir verecektir.

31 Mayıs’ta patlak veren halk hareketine ilişkin hemen tüm sol kesimlerin üzerinde ortaklaştığı temel nokta hareketin kendiliğindenliği oldu. Kuşkusuz kendiliğindenlik kavramı onun ‘durduk yere’ doğup geliştiği anlamına gelmiyor. Kendiliğindenlik, hareketin örgütlülükten, programdan ve siyasal bir önderlikten yoksunluğunu anlatıyor.

31 Mayıs öncesine bakıldığında, AKP çatısı altında birleşmiş dinci gericilik koalisyonunun 11 yıllık iktidarlaşma süreci boyunca birbirini izleyen iktisadi, sosyal ve siyasal saldırıları tablosu çıkar karşımıza. AKP iktidarı bütün bu süreç boyunca sosyal mücadele boyutuyla çok ciddi bir sorunla karşılaşmadı. Ama tüm bu saldırıların işçilerde, emekçilerde ve gençlik saflarında büyük patlama birikimleri yarattığını ve bunun da er geç bir kırılmayla sonuçlanacağını görmek de zor değildi.” (31 Mayıs patlaması ve devrimci sorumluluklar- EKİM, Sayı: 290 Haziran 2013)

AKP’nin 11 yıllık dönemi boyunca, Kemal Derviş’ten devralınan sosyal yıkım politikaları kesintisiz bir biçimde hayata geçirildi. İş yasasında yapılan değişiklikler, taşeron ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, özelleştirmeler, sefalet ücretleri, güvencesizlik, işsizlik vb. büyüyen sorunlar oldu. Bu dönemde 2007 yılında gerçekleşen Telekom grevi ve 2009 sonunda başlayıp döneme damgasını vuran TEKEL direnişini ve irili ufaklı grev ve direnişleri bir yana bırakırsak, AKP’nin sosyal yıkım politikaları karşısında ciddi bir kalkışmanın gelişmediği söylenebilir.

AKP’nin sosyal yıkım politikalarına 2000’lerin ortasından başlayarak siyasal hak ve özgürlüklere yönelik yeni, faşizan yasal düzenlemeler ve fiili saldırılar eşlik etti. 2005 Newroz çıkışı ve sonrası süreçte Kürt halk kitlelerinin yeniden mücadele alanlarına çıkmasıyla, 1999 İmralı süreci ile birlikte kısmen gölgede kalan Kürt sorunu, sermaye devletini zorda bırakacak tarzda yeniden gündeme geldi.

Bu aynı dönemde sermaye iktidarı dış politika alanında ciddi sorunlarla yüz yüze kaldı. ABD’nin Irak işgali ve savaş, önce “çuval geçirme” krizine, ardından bütün kırmızı çizgilerin çökmesine yol açtı. Dış politikada 2007’den itibaren işler tekrar yoluna konulmuş gibi görünüyordu ki, Suriye’deki kirli savaşın en etkin tarafı olunmasıyla işler tekrar sarpa sarmaya başladı.

2007 aynı zamanda, ABD ile varılan mutabakat üzerine ordu başta olmak üzere devletin geleneksel politikada direnen kesimlerine “Ergenekon”, “Balyoz” vb. adlar altında darbelerin vurulmaya başlandığı, medya, yargı, eğitim vb. alanlarda dinsel gericilik hesabına önemli mevzilerin elde edildiği bir dönemdir. AKP iktidarı bu dönemden itibaren faşist baskı ve terör politikalarını daha yoğun bir şekilde gündeme getirdi ve bunu topluma kendi zihniyetini dayatmanın bir olanağı olarak da kullandı. İşçi sınıfına ve emekçilere yönelik sonu gelmeyen sosyal yıkım saldırılarını, bunların biriktirdiği büyük toplumsal enerji ve öfkeyi bir yana koyuyoruz. Kadın haklarına müdahaleden kürtaj yasağı girişimlerine, keyfi tutuklamalar ve göstermelik yargılamalardan RTÜK sansürlerine ve gazeteci kıyımlarına, Alevileri aşağılayan ve inciten sayısız adımdan özellikle seküler orta sınıfları huzursuz edecek düzeyde yaşam biçimi müdahalelerine, bu arada Cumhuriyet döneminin ilerici kazanımlarına karşı rövanşist meydan okumalara kadar, bir dizi alanda girişilen pervasız saldırılar çok farklı toplumsal kesimlerde tepki, öfke ve gerilimler biriktirmeye başladı. Kentsel rantlar üzerinden yandaş sermaye gruplarına sağlanan büyük vurgunlara eşlik eden hoyratlık ölçüsündeki büyük çevre kıyımı ve yağması tüm bunların tuzu biberi oldu.

Emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin yıllardır süren tam desteğine, seçimlerde peş peşe elde ettiği başarılara, devlet iktidarı düzeyinde kazandığı sayısız mevzilere güvenen ve bununla adeta başı dönen gericilik odağı AKP ile onun en berbat özelliklerini kendinde cisimleştirmiş olan Tayyip Erdoğan, toplumun geriye kalan kesimlerine karşı bu denli ölçüsüz ve pervasız bir saldırganlığın sonuçlarıyla elbette yüzyüze kalacaklardı. 31 Mayıs toplumsal patlaması bunun bir ürünüdür ve Gezi Parkı’na yönelik saldırı bunun sadece fitilini ateşlemiş, adeta bardağı taşıran son damla işlevi görmüştür.” (31 Mayıs patlaması ve devrimci sorumluluklar- EKİM, Sayı: 290 Haziran 2013)

Kısacası AKP’nin sosyal yıkım, savaş politikaları ve toplumun tüm kesimlerine dönük kaba hakaret ve müdahaleleri, 31 Mayıs patlamasını hazırlayan süreçler oldu. 1 Mayıs’lar şahsında AKP’nin polis devleti uygulamaları karşısında gösterilen Taksim direniş iradesi ise hareketin moral değerlerini biriktiren önemli olgulardan biriydi. İlerici-devrimci hareket ile işçi ve emekçilerin ileri kesimlerinin 2007 yılında başlayan ve üç yıl boyunca süren direnci sonucunda Taksim, 1 Mayıs kutlamalarına açıldı. Elde edilen kazanım geniş emekçi yığınlarda yankısını buldu ve Taksim, yüzbinlerin katıldığı 1 Mayıs kutlamalarına sahne oldu. Haziran Direnişi’ni önceleyen 2013 1 Mayıs’ında ise, AKP’nin Taksim’i eylemlere kapatmaya dönük yasaklamaları karşısında Taksim’i çevreleyen bütün bir bölge 2007, 2008 ve 2009 yıllarında olduğu gibi yine kitlesel militan sokak çatışmalarına sahne oldu. Ne var ki AKP, 1 Mayıs sonrasında yasaklamalarını genişletmeye yöneldi ve Taksim’e yönelen bütün eylemlere polis şiddetiyle karşılık verdi. Haziran Direnişi boyunca çatışmaların en ön saflarında yer alanlar, dünden bugüne Taksim direnişlerine imza atmış bulunan sol hareketlerin güçleriydi ve düne kadar mücadeleye mesafeli duran, ama son gelişmelerle birlikte ayağa kalkan kitleler, direnme gücü ve azmini işte bu güçlerin yarattığı birikimden ve sergilediği örnek pratikten alıyordu.

Haziran Direnişi’nin karakteri

Haziran Direnişi’nin karakteri üzerine sol basın ve yayın organlarında birçok değerlendirme yapıldı. Direnişi “tuzu kuru” kesimlerin eylemi olarak nitelendirip karalamaya çalışan bir takım ‘saf proleter devrim’ söylemiyle oyalanan troçkist çevreleri bir yana bırakırsak (Marksist Tutum/UİD-DER vb.), sol hareket tüm ağırlığı ile direnişin içinde yer aldı. Sol hareketin önemli bir bölümü hareketin heterojen yapısına vurgu yaparken, bazıları harekette kendi teorilerinin doğrulanmasını görüyor ve ‘yeni işçi sınıfı’ tanımlamasına bir dayanak buluyordu. ÖDP gibi bazıları, işçi sınıfının tarihsel misyonuna ilişkin bilimsel sosyalizmin temel öngörülerini bir yana bırakıp, harekete katılan tüm toplumsal sınıf ve katmanları “halk” kavramı potasında eritirken, Halkevleri gibi bazı kesimler de hareketi doğrudan “işçi sınıfı hareketi” olarak kodluyordu. Haziran Direnişi’ne katılan tüm toplumsal kesimleri “halk” kavramı içerisinde eritmekle (işçi sınıfının özel tarihsel rolünü görmemekle), “işçi sınıfı hareketi” olarak tanımlamak güncel politikada aynı kapıya çıkar. Hareketi “işçi sınıfı hareketi” olarak tanımlayanlar, direnişe katılanların önemli bir bölümünün piyasalaştırmaya dönük liberal politikaların proleterleşmeye doğru ittiği küçük burjuva özellikler taşıyan emekçi kesimler olması gerçeğine yaslanıyorlar. Bu kesimler daha çok hizmet sektöründe çalışan, bağımsız ya da ücretli emekçilerden oluşuyor. Doktorlar, mühendisler, avukatlar, tasarımcılar gibi beyaz yakalı diye tarif edilen bu kesimlerin mevcut toplumsal konum ve statülerini kaybettikleri, bu yönüyle de proleterleşen bir kitleyi oluşturdukları doğrudur. Ne var ki, bu, Haziran Direnişi’ni “işçi sınıfı hareketi” olarak tanımlamaya yetmemektedir.

Şurası bir gerçek ki, Haziran Direnişi, küçük burjuva toplumsal kesimlerden, işçilere, yeni işçileşen veya işçileşme adayı olan kesimlere, farklı sınıfsal kökenleriyle birlikte gençlik kitlelerinden kadınlara kadar toplumun tüm alt ve orta tabakalarından milyonların katıldığı geniş yelpazeli bir halk hareketi olarak şekillendi. Ancak işçi sınıfı, harekete, bağımsız sınıf kimliği ve örgütlenmesi ile damga vuramadı. AKP, 11 yıllık iktidarlaşma süreci boyunca, sosyal yıkım politikalarından Alevilerin aşağılanmasına, bireysel özgürlüklerin daraltılmasından kentsel dönüşüm yağmasına kadar toplumun tüm kesimlerini hedefine almış, Haziran Direnişi bu kesimlerde biriken toplumsal tepkinin ‘AKP karşıtlığı’nda ifadesini bulan ortak bir paydada buluşmasını sağlamıştır.

Bir hareketin niteliği, tek başına harekete katılanların sınıfsal kökeni ile açıklanamayacağı gibi, işçi sınıfının bağımsız sınıfsal bir yönelimle Haziran Direnişi’ne katılmış olduğu da söylenemez. Haziran Direnişi’ne katılan tüm toplumsal katmanları, işçi sınıfının tarihsel rolünü ve önemini görmeden “halk” kavramı potasında eritmek ya da hareketi “olgunlaşmış bir işçi sınıfı hareketi” olarak nitelendirmek, aslında hareketin zayıf yönlerinin görülmemesi ve solun hareket karşısındaki görev ve sorumluluklarının es geçilmesi anlamına geliyor. Hareketin en önemli zayıflığı böylece perdelenmiş oluyor. Oysa hareketin en belirgin zayıflığı, meydanları dolduran milyonların sosyal talep ve özlemlerini harekete katamamış olması, hareketin sınıfsal bir nitelik kazanamamasıdır. Kısa vadede bu bir sorun alanı olarak görülmeyebilir, öyledir de. Ancak orta ve uzun vadede hareketin geleceği ve yönelimleri açısından belirleyici temel etken budur. Haziran Direnişi sosyal istemlerle buluşmadan, işçi ve emekçilerin üretim birimlerinden örgütlenmesi yönünde sonuçlar üretmeden geri çekildi. Bundan dolayı, Haziran Direnişi’nin işçi sınıfına etkileri doğrudan değil, dolaylı olmuştur. Fakat bu, işçi sınıfının sınıf kimliğiyle harekete çekilmesine dönük siyasal yönelimlerin önemini azaltmamakta, aksine daha da artırmaktadır.

Sol hareketin en önemli müdahale sorumluluklarından biri de işçi sınıfı ve emekçi kitleleri örgütlü mevzileri üzerinden sınıf kimliğiyle hareketin içine çekmektir. Öyle ki, sınıfın örgütlü katılımını sağlamak, başta fabrikalar olmak üzere üretim birimleri üzerinden sürece dahil etmek, hareketin geleceği payına büyük bir hassasiyet gösterilmesi gereken en yakıcı ve acil ihtiyaçtır. Bu doğrultuda atılan adımların devamının getirilmesinde devrimci güçlerin ortak tutumu, ideolojik-politik basıncı belirleyici olacaktır.” (31 Mayıs patlaması ve devrimci sorumluluklar- EKİM, Sayı: 290 Haziran 2013)

Tüm bu söylediklerimizden, sosyalistlerin ikili bir görevle yüz yüze oldukları sonucu çıkıyor. Birincisi, forumlar biçiminde devam eden hareketin canlılığını koruması yönünde azami bir çaba harcamak; kadınların, emekçilerin ve gençliğin özgün-dönemsel örgütlenme araçlarını yaratma çabasına girişmek. İkincisi ise, işçi sınıfının harekete katılan ve özgüven kazanan kesimlerinden başlayarak, sınıfsal talep ve özlemleri öne çıkartmak ve taban örgütlenmelerinin yaratılması için azami çaba sarf etmektir.

Haziran Direnişi’nin deneyimlerine bu ikili görev üzerinden bakmamak ve AKP karşıtlığında ifadesini bulan kitlesel tepkiden parlamenter hayaller doğrultusunda yararlanmaya kalkmak, hareketin düzen içi iktidar dalaşına yedeklenmesine ve ulusalcı eğilimlere kapı aralayacaktır. Geniş kitlelerin tepki ve öfkesinin kendisini AKP karşıtlığında ortaya koyması doğal olduğu kadar anlaşılır da. Ancak bu tepki ve öfkenin, halen AKP ve dinsel gericiliğin etkisi altındaki geniş emekçi kitleleri de içerisine katması ve sermaye düzenini sarsan bir karakter kazanması, işçi sınıfının, gençliğin ve kadınların sosyal talep ve özlemleri doğrultusunda harekete geçirilmesi ile olanaklı olacaktır. Bu başarılamadığı ölçüde emekçi yığınların ‘laik-şeriat’ ikilemi arasında burjuvazinin düzen içi iktidar dalaşının yedeğine düşmesi kaçınılmaz olacaktır.

Önderlik sorunu ve reformist sol

Haziran Direnişi, belli bir önderlikten yoksundu. Kendiliğinden gelişen hareket, kendisine bir dizi araç yaratarak ilerledi. Sosyal medya ve taraftar grupları yaygınca kullanılan bir örgütlenme aracına dönüşürken, forumlar gibi çeşitli modeller geliştirildi. Ne var ki, tüm bu özgün araçlar, hareketin belirgin bir önderlik yaratmasına yetmedi. Sol-sosyalist hareket ise hareketteki önderlik ihtiyacını karşılayamadı. Verili koşullarda bu boşluk, çok sayıda örgüt ve kurum tarafından oluşturulan Taksim Dayanışması tarafından kısmen dolduruldu.

Buna karşın Taksim Dayanışması’nda yer alan reformist solun önemli bir bölümü daha ilk günlerde direnişi geriletecek tutumlar geliştirdi. Ne var ki, kitlelerin kararlılığına çarpan bu geri tutumlar sonuçsuz kaldı. Kitlelerin direnci, kararlılığı ve coşkusunun doruğa çıktığı dönemlerde, geriletici her türlü çaba, direnen kitlelerin duvarına çarparak etkisiz kaldı.

1 Haziran’da yapılan Dayanışma toplantısında bazı reformist çevreler, 2 Haziran’da gerçekleştirilecek miting sonrasında eylemin bitirilmesini, diğer bir ifadeyle ‘mücadelenin başka araçlarla sürdürülmesini’ önerdiler. Yapılan tartışmalar sonrasında ‘karar almama ve miting sonrası durumu değerlendirme’ kararı alınmıştı. Direnişin ilk günlerinde yapılan bu kitlesel mitingin (2 Haziran) ardından, Taksim Dayanışması eylemi bitirdiğini duyurmuş ve ‘nöbet tutulacağını’ belirterek dağılma çağrısı yapmıştı. Bu çağrıya kitle tepki göstererek ses aracına pet şişeler atmış, çağrı karşılık bulmamıştı. Az sayıda devrimci kurum ve alana gelen bağımsız kitle meydanda kalıp barikatları koruma altına almıştı. Sonraki günlerde de reformist sol hareketin kitlelerin direncini kırmaya dönük tutumları devam etti. Düzen solu CHP, sürecin başından itibaren kendisinin misyonuna uygun olarak ‘itfaiyeci’ rolünü oynarken, kendi tabanının da geniş bir biçimde eylemlerde yer alıyor olması nedeniyle kontrollü bir destek tutumu sergilemek zorunda kaldı. Taksim Dayanışması içerisinde sürekli olarak kitlelerin direncine çarpan reformist sol “aktif direniş-pasif direniş, barikatlar kaldırılsın-kaldırılmasın, park boşaltılsın-boşaltılmasın” gibi tartışmaları, ısrarla sürdürdü.

Kitlelerin direnişinden korkmaya başlayan reformist sol, Taksim Dayanışması-Tayyip Erdoğan görüşmesi sonrasında da direnişi bitirmek için uğursuz rolünü oynamaya çalıştı. EMEP’li milletvekili Levent Tüzel, İMC TV’de yaptığı konuşmada “direnişin sosyal mücadeleler alanına ve mahallelere taşınması” gerekçesine sığınarak, direnişin bitirilmesi gerektiğini vaaz etti. Reformist sol siyasal yönelimlerini utangaçça savunur ve açık çağrılara dönüştüremezken Tüzel, tüm diğerlerinden ayrı bir tutum geliştirerek ve üstelik Gezi Parkı’nda bulunan kitlelerin kararını da beklemeden bir TV kanalında direnişi bitirme çağrısı yapıyordu!

“İtfaiyeci”liğe soyunan Tüzel, Gezi’deki direnişin bitirilmesi çağrısını “mücadeleyi başka alanlara yayma” sosu ile sunuyordu. Oysa direniş zaten tüm illere, mahallelere, sokaklara yayılmıştı. Direnişin yayılması, tam da Taksim ve Gezi Parkı’nda sergilenen militan tutum sayesinde olmuştu. Tüzel’in bu önerisi bir savaşta ana karargahı “savaşmadan teslim etmek” anlamına geliyordu. Ne var ki, kısa sürede onlarca yılda öğrenilemeyecek kadar deneyim biriktiren kitleler, Tüzel’in mantık kurgusunu fazlasıyla aşıyordu.

TKP şeflerinden Kemal Okuyan da, Tüzel kadar değilse bile açık konuşanlardan biri oldu. 18 Haziran’da sol.org.tr’de çıkan yazısında 14 Haziran tarihinde (Erdoğan’la yapılan görüşme sonrasında) direnişin başarısını “güvenli bir yere koyup” kendini ifade etme biçimini değiştirmeliydi diyor ve Gezi Parkı’na dönük saldırıya karşı gösterilen direnişin “kayıp” sayılmasa bile başarıyı “gölgelediğini” söylüyordu!

AKP şefiyle yapılan görüşme sonrasında, Dayanışma’nın, “parktakilerle birlikte karar alacakları” yönünde açıklama yapmasından sonra Gezi Parkı’nda 7 ayrı forum oluşturulmuş, forumlarda yapılan tartışmalar sonrasında bu 7 forumun temsilcilerinin de katıldığı platform toplantısı gerçekleştirilmişti. Forumlarda genel eğilimin “direnişin devam ettirilmesi” yönünde olduğu açığa çıktıktan sonra, platform içerisinde yer alan reformist solun temsilcileri söz alarak “nöbete geçme, tek çadıra düşürme” yönünde fikir beyan ettiler.

HDK, ÖDP, TKP, DİSK, KESK ve çeşitli meslek odaları, yedi forum tarafından alınan karara rağmen önerilerini tartışmaya açmışlardı. HDK içerisinde yer alan ESP ise forumlardan çıkan karara uyacaklarını bildirmişti. Toplantıda “tek çadırı” savunan reformist bileşenler, “tek çadıra düşürme önerisinin kendi aralarında bir karar olduğunu, parkın genelini bağlamadığını ve kendilerinin flama ve bayraklarını toplayarak tek çadırda toplanacaklarını” beyan ettiler. Bu beyanlarını ise bir basın açıklaması ile duyurdular. AKP’nin direnişi kitlelerden yalıtmaya dönük “Gezi’dekilerle değil, içindeki yasadışı örgütlerle sorunumuz var” biçimindeki söylemi, tam da bu korkakça eğilimden güç alıyordu.

Reformist sol, egemenlerle çatışmanın keskinleştiği her olayda benzer tutumlar geliştirmektedir. Bu gerici misyonu Ankara’yı günlerce sarsan TEKEL direnişinden de tanıyoruz. “Mücadeleyi başka alanlara yayma” söylemi TEKEL direnişinin de kırılmasında başat rol oynamış, sendika bürokrasisinin ihanetinin üstü bu söylemlerle örtülmüştü. Gezi direnişinde “açık” konuşanlar, TEKEL direnişinde de açık konuşmuş ve direnişin bir eşiğe gelip dayandığı bir aşamada, “direnişi illere yayalım” söylemine sarılmışlardı. Bugünün açık konuşamayanlarından bazıları ise işçileri partilerine üye yapma çabasına girişmiş, direnişin bitirilmesine dönük girişimleri etkisizleştirmek için harcanan devrimci çabadan uzak durmuşlardı.

Reformist solun direniş karşısındaki pratik tutumları bir yana, siyasal yönelimleri bakımından da direnişin ruhunu anlayabildikleri söylenemez. BDP direnişin ilk günlerinde hareketi “ulusalcı” olarak damgalayıp tereddütlü bir davranış içerisine girerek, Kürt halkının, Türk ve diğer milliyetlerden emekçilerle buluşma zeminini tahrip ediyordu. Denebilir ki yüz binlerin alanları doldurmadığı tek metropol Diyarbakır oldu. BDP’nin ikircikli tutumuna rağmen Kürt emekçiler eylemlerin yaygınlaştığı tüm illerde yüzbinlerin arasında yerlerini aldılar ve alanlara çıktılar. Üstelik bu, yer yer ulusalcı tepkilerle karşılaşsa da, büyük oranda eylemli bir süreç üzerinden kitlelerin önyargılarını kırdı. Lice için gelişen duyarlılık bu eylemli kaynaşmanın sonuçlarından biri oldu. BDP’nin tutumu özünde AKP’nin tasfiyeci çözüm sürecine bağlanan boş umutlara dayanıyordu. Oysa Haziran Direnişi, Kürt sorununun gerçek çözüm alanını göstermekle kalmadı, AKP iktidarının “çözüm” ve “demokratikleşme” adı altında kodladığı tasfiyeci sürecin gerçek yüzünü de ortaya serdi.

Öte yandan, BDP’nin hareketten geri durmasının dayanağı olarak gösterdiği “ulusalcı” eğilim, kimi reformist partilerin yaslanmaya çalıştığı bir eğilim oldu. İP, TGB gibi sol tandanslı ırkçı yapılanmalar, tam da bu eğilime yaslanmak üzere milliyetçi propagandayı yayıyordu. Ne var ki, ‘ulusalcılığın’ etkisi bu ırkçılarla sınırlı değildi. Bazıları Taksim’i terk edip soluğu Kadıköy’de ulusalcı-ırkçı yayın kuruluşları tarafından düzenlenen “gazdan adam” festivalinde alıyordu. Birgün gazetesinin son anda çekildiği bu festivale Sol gazetesi katılmıştı. Bu iki yayın organının temsil ettiği siyasal partilerin direniş üzerine değerlendirmelerine bakıldığında, ulusalcılığın bu değerlendirmelere sirayet ettiğini görmek işten bile değil. ÖDP yapmış olduğu değerlendirmede haklı olarak kitlelerin taşıdığı bayrak ve sembollere bakarak harekete “milliyetçi-ulusalcı” damgası vurulamayacağını söylüyor, ancak burada durmayıp, “Artık eski kavramların işlevli olmadığı, eskisi gibi düşünülemeyecek bir durumla karşı karşıyayız. Halkın elindeki her simge bu direniş içinde yeniden anlamlanarak isyanlarının bir ifade aracı haline geldi” demeyi ihmal etmiyordu.

ÖDP’de örtük bir biçimde gördüğümüz ‘ulusalcı’ etki, TKP’de ise daha açık biçimler kazanıyor. Bu reformist partilerin göremediği -görmek istemediği- şey ise milyonların eyleminin, bilinçlerini fazlasıyla aştığı gerçeğidir. Semboller onların bilinçlerini, tutumlar ise eylemlerinin niteliğini verir. Bir sol partinin yapması gereken şey sembollere anlamlar yüklemeye ve onunla kendisi arasında bir bağ kurmaya çalışmak yerine, kitlelerin eylemlerinin niteliğine bakmak olmalıdır. Dayanışma ruhuyla, Kürt halkına karşı şoven ön yargılarını eylemleri içinde aşarak ilerleyen emekçi kitleler, eğer burjuva düzenin sembollerini kaldırıp atamamışsa, bu yalnızca eylemlerinin ileri yanlarının bilince yeterince yansımamış olduğunu gösterir.

Reformist solun Haziran Direnişi’ndeki ortak siyasal paydası ise, ‘parlamenter avanaklık’ olmuştur. “Hükümet istifa etsin” imza kampanyaları, yerel seçim tartışmaları reformist solun yönelimlerini belirlemiştir. Bu da şaşırtıcı değil. Zira siyasal ufku kapitalizmi aşamayan bir siyasal akımın, pratikte düzen dışı veya cepheden düzen karşıtı bir tutum alması da beklenemez.

Kuşkusuz halk hareketi biçiminde gelişen ve milyonların ayağa kalktığı böylesi bir süreçte, geniş yığınların “hükümet istifa” sloganlarını benimsemesi doğaldır. Ancak kitlelerin eylemini, devrimci kalkışmalarını ve ümitlerini seçim sandığına gömmeye çalışmak da her reformistin ortak davranış kalıbıdır. Reformist solun direniş içerisinde ve Taksim Dayanışması’nda sergilediği tutumlar ile siyasal yönelimlerini karşılaştırınız, ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır. Kitle hareketinin siyasal bir önderlikle buluşmadığı, devrimci araçlarını yaratmadığı koşullarda, burjuvazinin seçim sandığını adres göstermek, hareketin dinamiklerinin törpülenmesi sonucunu doğurabilir ancak. Bir devrimci parti açısından, seçimlerden devrimci amaçlar doğrultusunda yararlanmak ile gelişen bir halk hareketinin önüne seçim sandığını koymak arasında, belirgin bir fark vardır. Zira birincisi devrimci, ikincisi ise liberal/reformcu bir tutumdur. Bu ikincisi, hükümetin, kitlelerin devrimci eylemiyle yıkılabileceğine dönük bir inançsızlığı da ifade eder aynı zamanda.

Hareketin önümüze koyduğu devrimci sorumluluklar

Haziran Direnişi’ni tetikleyen dinamikler yerli yerinde duruyor. Üstelik AKP’nin sosyal yıkım politikalarından bir nebze olsun şaşmayacağı kamu emekçileri ve emeklilere dayattığı toplu sözleşmeden, kıdem tazminatının gaspına dönük tasarıyı ısındırmasından anlaşılırken, Suriye’ye dönük emperyalist savaş çağrılarından da, savaş politikalarından bir milim şaşmayacağını göstermektedir. Kapitalist dünyanın ve işbirlikçi sermaye iktidarının sosyal yıkım, saldırganlık ve savaş politikalarından başka bir seçeneği bulunmamaktadır. Sermaye iktidarının sosyal yıkımda ve saldırganlıkta ifadesini bulan politikalarının yaratacağı boğucu atmosfer ile Haziran direnişini tetikleyen dinamiklerin iç içe geçerek, yeni kalkışmaları besleyeceğinden şüphe duyulmamalıdır.

Sorumluluğun bir yanı Haziran Direnişi’nin kitlelerde yarattığı bilinç, deneyim ve özgüvene yaslanarak yerel forumların ortak inisiyatiflere dönüşmesi yönünde çaba harcamak; direnişin en dinamik güçleri arasında yer alan gençliği ve kadınları sosyal talepler etrafında birleştirecek esnek yapılarda örgütleyip eylem alanlarına taşımaktır. Diğeri ve daha da önemli olanı ise, işçi sınıfının hareket içinde deneyim ve özgüven kazanmış kesimlerinden başlayarak, sınıfı sosyal/siyasal talepler etrafında örgütleyip harekete geçirebilmektir. Bu ikili görevin layıkıyla yerine getirilmesi, hareketin en temel zaafı olan devrimci önderlik boşluğunun doldurulmasına, diğer bir ifadeyle, devrimci sınıf partisinin misyonunu onayabilmesine de önemli katkılar sunacaktır.

 

 

 

 

“Artık korkmuyoruz, konuşuyoruz!”

 

Teleferik Dayanışması her hafta gerçekleştirdiği forumlarla Haziran Direnişi’nin ruhunu yerellere taşımayı sürdürüyor. Teleferik Dayanışması komitesinden emekçi bir kadınla, Teleferik Dayanışması’nı ve forumları konuştuk.

- Teleferik Dayanışması nasıl oluştu?

- Teleferik Dayanışması, Bursa’daki Gezi sürecinin ardından oluştu. Diren Bursa’nın yaptığı bir toplantıda mahallelerde forumlar yapılması kararı alındı. Birçok semtte de forumlar yapıldı. Ne kadar başarılı oldu bilmiyorum ama bizim forumumuz gayet güzel gidiyor.

Bizim forumumuz 5 mahalleyi kapsıyor; Akçalayan, Zümrütevler, Teleferik, Piremir, Teferrüç. Afişlerle, broşürlerle, tanıtımlarla, reklamlarla, internet üzerinden insanları çağrıyoruz. Her hafta iyi-kötü belli bir kitleyi topluyoruz. 30’dan aşağıya inmiyor, 70’i bulduğu oldu. Bu da bizim mahalle için iyi bir rakam. Boş oturmaktansa insanlar en azından gelip fikirlerini beyan edebiliyorlar. Mahallenin sorunlarını konuşuyoruz, ülke sorunlarını konuşuyoruz, çözüm üretmeye çalışıyoruz. Daha çözümlerimizi pratiğe tam olarak geçiremedik ama onun için de çalışmalarımız var.

Gezi ile insanların kendilerine güvenleri geldi. Soru sorabiliyorlar artık. Ben dahil önceden korkuyorduk ve susuyorduk. Ama artık sokaklara çıkabiliyoruz. Pankartlarımızı açabiliyoruz. Protestomuzu yapabiliyoruz.

Teleferik Dayanışması şu an mahalle ve ülke gündemlerini ele alıyor, örgütlenmeye çalışıyor. Ama bir daha Gezi gibi bir süreç patlak verdiğinde Teleferiği sokağa çıkaracak örgüt olacak. O yüzden bu forumları yapıyoruz.

- Çalışmalarınızdan bahseder misin?

- Mahallelerin kendine göre sorunları var. Onları tespit ettik. Benim oturduğum mahallenin sağlık ocağı problemi var. Sağlık ocağımız yok. Onu yaptırmak için bir imza kampanyası başlatacağız. Teleferik’in Pazar alanı problemi var. Bütün mahallelerin ortak sorunu olarak okul sorunu var. Bizim mahallede tek okul var ve o da ihtiyacı karşılamıyor. Okul dönüşümleri var. Birçok okuldan öğrenci başka mahallelere kaydırıldı mesela. Bunlar fakir mahalleler. Aile çocucuğunu servise vermek zorunda ya da her sabah kendisi okula götürecek, öğleyin alacak ya da çocuğun cebine dolmuş parası koymak zorunda kalacak. Bunları veremeyecek insanlar var. Geçen haftalarda bu konuyla ilgili eğitim hakkı forumu yaptık. Okullar açılınca çalışmalarımıza daha fazla ilgi olacaktır çünkü o zaman veliler bu güçlükleri farkedecekler. Biz de bilgilendirme masaları açmayı düşünüyoruz. Eğitim Sen ile görüşüp öğrenciler, veliler ve öğretmenlerle beraber eylemler yapabiliriz.

Diğer bir gündemimiz kentsel dönüşümdü. Türkiye çapında yeni başlayacak süreç Bursa’da da Erdoğan’ın katıldığı bir törenle başlatıldı. Bunun Teleferik’e yansıması var. Teleferik binasının olduğu yeri büyüteceklerini söylüyorlar ama bunun hakkında bir bilgimiz yok. Normalde yerel yönetimlere proje sunmaları gerekiyor. Bunun için başvurular yaptık ama tatmin edici cevaplar gelmedi. Sadece Teleferik binasının etrafında çalışma yapacaklarını, etrafa çok fazla taşınmayacağını açıklamışlar. Fakat oraya otel yapılacağını, 2 bin araçlık otopark, alış-veriş merkezi yapılacağını söylüyorlar. Alana baktığınızda bunları kaldırabilecek bir alan değil. Büyük bir ihtimal binanın iki yanında çamlık var, o çamlıklardan biri gidecek. Sonra yavaş yavaş etraftaki binalar çok güzel değil diyecekler, oradaki insanları evlerinden edecekler. Umarım olmaz, ama çalışmazsak, uğraşmazsak olacak.

Muhtarla, yerel yönetimlerle görüşüyoruz; bizimle iyi konuşuyorlar ama işbirliği içerisinde olma gibi niyetleri pek yok. “Destekleriz” diyorlar ama imza kampanyası başlatacağımız zaman, bir yere gideceğimiz zaman gelmiyorlar. Çünkü birçoğu genel yönetime, partilere bağlı insanlar. Belediyelerden korkuyorlar, ters düşmek istemiyorlar. Mahalleye herhangi bir şey yaptırmak istediklerinde o partileri kullanıyorlar, o yönden de onlarla ters düşmek istemiyorlar çünkü bizim pozisyonumuz sanırım onlara ters geliyor.

Bir forumun gündemini Suriye olarak belirlemiştik. Yağmurdan kaynaklı yapamadık ama. Bu ülkede vicdanı olan herkesin Suriye’ye yönelik müdahaleye hayır demesi gerektiğini düşünüyoruz. Emperyalist ülkelerin başta Amerika olmak üzere büyük bir yıkıma yol açtığını biliyoruz. Çocuklara ve kadınlara nasıl tecavüz ettiklerini, zenginlikleri nasıl yağmaladığını görüyoruz.

- Nasıl tepki alıyorsunuz?

- İnsanlar şunu söylüyorlar: “Siz orada konuşuyorsunuz, konuşuyorsunuz, ne oluyor?” Diyorum ki: “Bugün olmayabilir ama yarın olacak.” Yarın ihtiyaçtan doğan bir kitle oluşur, her istediğini şak diye yapabilirsin. Halk ayakta olunca hükümetler, yerel yönetimler fasafiso. Hükümet düşmese de en azından üstünde baskı oluşturmamız gerekiyor.

Bir de Teleferek’in insanı boş değil, belki gelmiyorlar ama kalben destekliyorlar. Ben biliyorum. Burada işçi, memur kesimi oturuyor ama bunlar duyarlı insanlar. Eylemlerde yanımızda olan insanlar. Çalışmalarımız sonuçlarını alınca insanlar bize tam olarak güvenecekler o zaman da tamamen arkamızda olacaklar.

Kızıl Bayrak - Bursa


 
§