31 Aralık 2010
Sayı: SİKB 2010/50

 Kızıl Bayrak'tan
2011 mücadele ve örgütlenmede
sıçrama yılı olmalıdır!
Amerikancı rejim siyonist İsrail’le arayı düzeltme telaşında
Torba yasasına karşı mücadele, engeller ve görevler
Mücadele fabrikalar düzeyinde sürecek!
Kampanya çalışmalarından..
Metal İşçileri Birliği Merkezi Yürütme Kurulu Ocak Ayı
Toplantısı Sonuçları
Metal işçisinin öfkesinden kurtulamayacaksınız!
Teklif reddedildi
eylemler sürüyor..
Buca direnişinde kritik aşama
2011 sınıf mücadelesinin
yükseltildiği bir yıl olmalıdır!.
Kriz derinleşirken sosyal mücadele büyüdü
2011 Sokağın, kavganın,
barikatın yılı
olacak! - Volkan Yaraşır
KESK’te genel kurullar
Sa-ba işçisi hakları ve
onuru için direniyor!
BERİCAP işçisi
örgütlülüğüne sahip çıktı
Üniversitelerden.
Ankara’da 15. yıl etkinliği
Maraş katliamı lanetlendi!
İsrail’in “dökme kurşun” vahşeti 2. yılında
Ölüm dalga dalga
hayatı kuşatıyor!.
“Kayıpların sorumlusu devlettir!”
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

2010’da dünya…

Kriz derinleşirken
sosyal mücadele büyüdü!

Sona eren 2010 yılında yaşanan olaylar, emperyalist-kapitalist  sistemin insanlığın başına sardığı belaların yaygınlaşıp ağırlaştığını ortaya koymaktadır. İlk akla gelenler, küresel ekonomik-mali kriz, silahlanma yarışı, sosyal yıkım saldırıları, ırkçılığın yaygınlaştırılması, emperyalist saldırganlık, askeri darbeler, “doğal afetler”in halklara eşi-benzeri görülmemiş bedeller ödetmesi, devlet terörü vb...

Kapitalist emperyalizmin kaçınılmaz kıldığı bu musibetlerin yol açtığı yıkıcı sonuçlardan işçi sınıfı, emekçiler, gençler, kadınlar ve ezilen halklar etkilenmektedir. Dünyanın efendileri ile çıkarlarını koruyan burjuva devletler, çürüme ve iflasın eşiğine dayanan kapitalist düzeni ayakta tutabilmek için hazırlıklı, donanımlı ve pervasız bir konumlanma içindeler.

Kapitalizmin küresel krizi sürüyor

2008’de patlak veren küresel mali krizin sistemi çöküşe sürüklemesini önlemek için trilyonlarca dolar akıtan emperyalist devletler, çöküşü ertelemeyi başarsalar da, tekelci kapitalizmin yapısal krizine çare bulmayı başaramadılar.

Gelinen yerde sistemin “akıl hocaları” da, “bolluktan doğan yokluk” anlamına gelen krizin aşılmasının mümkün olmadığını teslim ediyorlar. Bundan dolayı sistemin efendileri, krizi aşmayı değil yönetmeyi esas alan bir politika izliyorlar.

Krizin dalgalı ancak süreklilik kazanmış hali, sömürü ve baskının “olağan” koşullara göre daha da ağırlaşması anlamına geliyor. Zira hem büyük tekelleri kurtarmak için harcanan trilyonlarca dolar hem giderek büyüyen bütçe açıklarını kapatmak için ek kaynaklara duyulan ihtiyaç artmaktadır. Burjuva devletler bu açıkları emekçileri soyarak kapatmayı esas alan bir politika izliyorlar. Bunlara eğitim, sağlık, ulaşım gibi toplumsal hizmetlerin özelleştirilip kapitalist işletmelere havale edilmesi ekleniyor. Böylece sosyal hizmetler için yapılan harcamalar sermayeye aktarılıyor, temel hizmetler paralı hale getiriliyor.

Sermayenin küresel saldırıları bir yandan istihdam alanlarını daraltıyor öte yandan çalışanların sırtındaki iş yükünü ağırlaştırıyor. Sonuç, sömürünün derinleşmesi ve işsizler ordusuna yeni bölüklerin katılması oluyor.

Bağımlı ülkelerde işçi ve emekçilerin durumu zaten vahimken, “nispi refah”ın olduğu kapitalizmin metropollerinde ise bu dönemin sonuna gelinmiş bulunuyor.

AB zincirinin “zayıf halka”ları Yunanistan, İrlanda, İspanya, Portekiz çöküşün eşiğine ilk gelen ülkeler olurken, sermayenin azgın saldırıları Fransa, İtalya, İngiltere gibi AB emperyalizminin başını çeken ülkelerde de aynı ölçüde uygulanıyor. Bu ülkelerde görülen yaygın gösteriler, genel grev, işgal gibi eylemler emekçilerin bu saldırılara verdikleri ilk yanıtlardır.

AB şefleri çöküşün eşiğine gelen ülkeleri kurtarmak için şimdiden milyarlarca Euro harcadılar. Kuşkusuz bu devasa kaynakları emekçilerin haklarını gaspederek tahsil etmeyi planlayarak yaptılar bunu.

Yunanistan’da başlayıp diğer ülkelere yayılan genel grev ve kitlesel eylemler, kapitalist asalaklar ile onların kirli işlerini organize eden devletlerin işlerinin kolay olmadığını gösteriyor.

Servet-sefalet kutuplaşması derinleşiyor

Kapitalist sistemde üretim araçlarına sahip olan azınlığın işçi sınıfının ürettiği artı-değeri gasbetmesi, serveti bir yanda, sefaleti diğer yanda biriktirir. Asalak azınlık servetin büyük bir kısmına el koyarken, üreten çoğunluk temel gereksinimlerini bile karşılamaktan yoksun bir yaşam sürmeye zorlanır.

Kapitalizmin ayırdedici özelliklerinden biri olan toplumsal gelirin bu akıldışı bölüşümü sınıflar, bölgeler, ülkeler arasındaki eşitsizliği günden güne derinleştirir. Bazı büyük şirketlerin servetinin, nüfusu 100 milyonu aşan devletlerin yıllık gelirini katlaması, insanlık tarihinde servet birikiminin dorukta olmasına rağmen üç milyar insanın yoksulluk ve sefalete mahkum edilmesi, gelir dağılımı tablosunun vahametini ortaya koyuyor.

Kapitalist sistemin kaçınılmaz kıldığı krizlerin derinleşmesi gelir dağılımındaki adaletsizliği akıl almaz boyutlara taşır. Zira asalak kapitalistler, kendi sistemlerinin ürünü olan krizin faturasını işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halkların sırtına yıkarlar. Bu yetmediğinde, kapitalizmin temel direği kabul edilen orta sınıflar da sefaletten paylarına düşeni almak durumunda kalırlar. Bu ise sistemden hoşnutsuz toplum kesimlerinin sayısını kabartır.

Kapitalizmin küresel krizinin sistemi çöküşün eşiğine sürüklemesi, sadece bağımlı ülkelerde değil, ABD, AB gibi emperyalist ülkelerdeki işsizve yoksulların sayısında büyük bir artışa neden oluyor. Sosyal kazanımları gaspeden neoliberal politikaların üstüne binen krizin faturasını emekçilere ödetilmesi, ABD ve Avrupa’da da servet sefalet kutuplaşmasını derinleştiriyor.

Irkçılık ve yabancı düşmanlığı körükleniyor

ABD ile AB ülkelerinde ırkçı-şoven eğilimler, 11 Eylül saldırısının ardından devlet politikası olarak körüklenmeye başlandı. “Teröre karşı savaş” adı altında çıkarılan yasalarla ırkçılığa resmi boyut kazandırılırken, neo-nazi örgütlenmelerin önü açıldı. Hem ABD hem Avrupa ülkelerinde sağcı-faşist akımlar güçlenirken, bu ülkelerde bulunan Ortadoğu, Asya, Afrika ve Latin Amerikalı göçmenler ırkçı muameleye maruz kalmaya başladılar. Benzer bir eğilim Rusya’da da hortlamaya başladı.

Krizin derinleşmesi, buna bağlı olarak işsizlik ve hak gasplarının yaygınlaşması, ırkçı güçleri iyice küstahlaştırdı. Irkçı-faşist çeteler aynı zamanda yükselen toplumsal muhalefete karşı, burjuva yönetimler adına tetikçilik yapmaya eğilimli yapılardır. Sistemin efendileri, sertleşme sürecine giren, dahası devrimci bir düzeye sıçrama potansiyeli de taşıyan toplumsal muhalefeti ezebilmek için, bu çeteleri şimdiden yedek kuvvet olarak hazırlıyor.

Polis devleti uygulamaları

Türkiye gibi bağımlı ülkelerde polis devleti “olağan” yönetim biçimidir. ABD ile AB emperyalistleri ise, 11 Eylül saldırısını bahane ederek çıkardıkları yasalara, sınıf çatışmalarının keskinleşeceğini öngörerek, polis devletine geçişe zemin hazırlayan maddeler eklediler.

Neoliberal saldırılara karşı veya krizin faturasını ödememek için grev ya da eylem yapan işçi sınıfı ve öğrenci gençlik, “demokratik” devletlerin “özel muamele”sine mazhar oluyorlar. Hem polis/asker şiddeti, hem fiili sıkıyönetim uygulamalarıyla karşılaşan işçiler, emekçiler ve gençler, buna karşın eylemlerini daha militan bir tarza taşıyorlar.

İspanya’da “sosyalist” hükümetin, greve çıkan havayolu çalışanlarına karşı orduyu harekete geçirmesi, grevi kırmak için “alana özel” sıkıyönetim ilan etmesi, burjuvazinin sınıf çatışmalarına yaptığı hazırlık hakkında fikir veriyor. Peşpeşe gerçekleştirilen genel grevlerle sarsılan “sosyalist” Yunanistan hükümeti ise, işçi ve emekçiler buna itibar etmese de, bazı kritik alanlarda grev yasakları ilan etmeye başladı. Bu arada Fransa, İngiltere, İtalya gibi “demokratik” Avrupa devletleri de, grev ve gösterilere karşı polis ordularını sefer ederek, devlet terörü sopasını kullanmaya başladılar.

Krize karşı yükselen toplumsal muhalefetin devrimci bir mecraya akabileceğini bilen kapitalist devletler, buna karşı gereken hazırlıkları yapıyorlar.

Sosyal mücadele dalgası kabarmaya devam edecek

“Sosyal devlet”i ortadan kaldıran neo liberal saldırılar, bazı ülkelerde işçi sınıfı ile öğrenci gençliğin direnişiyle karşılaşmıştı. Ancak söz konusu tepkiler yaygınlaşmadan duruluyordu. Bugün kapitalizmin küresel krizinin ağır faturasının önüne sürülmesine militan tepki gösteren işçi sınıfı ile öğrenci gençliğin mücadelesi durulmak bir yana, yayılıyor. İngiltere gibi toplumsal muhalefetin (emperyalist savaş ve işgallere karşı eylemler dışında) nispeten durgun olduğu bir ülkede gerçekleştirilen militan eylemler, sınıf çatışmalarının emperyalist metropollerde de önlenemez yükselişine işaret ediyor.

Başını Yunanistan ile Fransa’nın çektiği, İtalya, İspanya, Portekiz gibi ülkelerde sınıf ve gençlik, kapitalist emperyalist sistemin efendilerini endişelendiren eylemlere şimdiden imza atmaya başladılar. Grev ve eylemlerin daha militan ve kitlesel bir düzeye ulaşma ihtimali yüksektir.

İngiltere örneğinde olduğu gibi, burjuvazi taktik geri adımlar atsa bile, emekçileri hedef alan vahşi saldırıyı sürdürme konusunda oldukça pervasız. Zira asalak kapitalistler her koşulda krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetmeye çalışırlar. Emekçilerin bu ağır faturayı uysalca ödemeleri söz konusu olamayacağına göre, toplumsal hareketi devlet terörü ve ırkçı-faşist çetelerin desteği ile ezme teşebbüsü dışında bir çıkış yolu kalmıyor.

İşçi sınıfı ve gençlik, toplumun diğer emekçi kesimlerinin de yoğun desteğini alan genel grev ve militan eylemlerle burjuvazi ile onun devletine ilk yanıtı verdiler. Buna karşın tüm veriler, iflasın eşiğindeki sistemin efendilerinin, yoksulluk ve sefaleti dayatan saldırılara devam edeceklerini ortaya koyuyor. Bu ise sınıf çatışmalarının giderek sertleşeceğinin işaretidir.

Çöküşün eşiğindeki kapitalist sisteme karşı yükselen sınıf ve kitle hareketinin halihazırdaki en zayıf noktası, devrimci öncü partiden yoksun olmasıdır. Zira hareketi doğru hedeflere yönlendirmek, kapitalist devletlerin saldırılarına karşı savunma taktikleri geliştirmek ve karşı saldırılar örgütlemek vb., tüm bunları gerçekleştirebilmek, başkaldıran işçi sınıfı ve müttefiklerine öncülük edebilecek devrimci partinin varlığı koşullarında mümkündür.

Toplumsal hareket dalgasının açığa çıkartacağı muazzam olanaklar, varolduğu yerde devrimci öncünün güçlenip sınıfla birleşmesini, olmadığı yerde ise kendi bağrından çıkarmasını kolaylaştıracaktır. Sınıf hareketi devrimci öncüsü ile birleştiğinde, proletaryanın kapitalizme karşı devrimci zaferler kazanmasının zemini hazır olacaktır.

 

 

Emperyalist saldırganlık ve silahlanma yarışı

İnsanlığı defalarca yok edebilecek silah stoklarına sahip olan burjuva devletler, buna rağmen dünyanın dört bir yanında doludizgin silahlanma yarışını sürdürüyorlar.

Emperyalist güç odakları arasındaki rekabet ve dünyaya hakim olma çabası, sürekli yeni silah teknolojilerinin geliştirilmesini ve yetkinleştirilmesini koşulluyor. Milyarlarca insanı yoksulluk, sefillik, hatta açlığa mahkum eden emperyalist-kapitalist sistem, her yıl savaş aygıtlarına 1,5 trilyon dolar harcamaktadır.

ABD emperyalizmi güdümündeki halkların celladı NATO’nun, Türk burjuvazisi ile devletinin suç ortaklığıyla uygulamaya hazırlandığı “füze kalkanı projesi”, akıl almaz boyutlara varmış bulunan silahlanma yarışını daha da körükleyecektir.

Ezilen halkları köleleştirme çabasının temel araçları olan silahlarda görülen artış, bu halklar üzerindeki baskı ve zorbalığın daha da artacağının işaretlerini sunuyor. Silahlanma yarışı ve emperyalist saldırganlık, kıyıma uğrayan halklar zincirine yeni halkalar eklenebileceğinin göstergesidir.

20. yüzyılın deneyimleri, kapitalistlerin, sistemi çöküşün eşiğine getiren krizden çıkabilmek için dünyayı savaş alanına çevirebileceklerini kanıtlamaktadır. Derinleşen kriz böyle bir olasılığı güçlendirmektedir. Bu ise insanlığın öncekilerden çok daha yıkıcı bir emperyalist paylaşım savaşı riski altında bulunduğuna işaret ediyor.

Bu tabloya doğadaki tahribat da eklenince, insanlığın barbarlık içinde çöküşten kurtulabilmek için kapitalist sistemi yerle bir edip sosyalizmi kurmak dışında bir yolunun bulunmadığı daha net biçimde görülüyor. 

 

 

Pakistan ve Haiti halklarını ölüme terk ettiler

Pakistan’da meydana gelen sellerin, Haiti’de gerçekleşen depremin ardından bu ülkelerden yansıyan manzaralar, emperyalist-kapitalist sistemin, halkları toplu şekilde ölüme terkedecek derecede barbarlaştığını gözler önüne serdi.

Muson yağmurlarının neden olduğu seller, Pakistan tarihinin en yıkıcılarından biri oldu. Yağmurların şiddeti ve süresindeki artışın, ekolojik dengedeki bozulma ile bağlantılı olduğu iddia ediliyor.

Nükleer silah üretebilen Pakistan devleti, sellere karşı herhangi bir önlem almadığı gibi sayıları 18 milyona ulaşan sel mağdurlarına kayda değer bir yardımda da bulunmadı. Milyonlarca insan salgın hastalık ve ölüm tehlikesi altında iken, Amerikancı Pakistan rejiminin şefleri keyif çatmaya devam ettiler. Aç ve evsiz kalan milyonlarca insana yardım sağlamak için çaba sarf etmediler.

Birleşmiş Milletler’in yardımı sembolik düzeyde kalırken, emperyalist güçlerin finanse ettiği “yardım kuruluşları” da Pakistan’daki felaketle ilgilenmediler. “Radikal İslamcıların eline geçer” gerekçesiyle yardım göndermeyen emperyalist devletler ise, milyonlarca insanın ölümle pençeleşmesini izlemekle yetindiler.

Haiti’deki depremin ardından, emperyalist işgal altındaki bu ülkenin yoksulları da cesetleriyle başbaşa bırakıldılar. Bu ülkede bulunan BM güdümündeki askeri güçler ise, sadece ABD’nin hizmetindeki işgalci güçler olarak görev yapıyorlar. BM askerlerine karşı öfkeli olan Haitililer kitlesel eylemler yaptılar.

Haiti devleti zaten emperyalist işgalden dolayı depremin yıkımıyla uğraşacak güçten yoksun bırakılmıştı. Bu durum bilindiği halde ABD ile diğer emperyalist güçler, yüzbinlerce yoksul Haitili’yi ölüme terk ettiler.

Bu iki yoksul ülke halkının toplu şekilde ölüme terk edilmesi bir ihmalin ürünü değil, emperyalist güçlerin ezilen halklara karşı izledikleri politikanın yeni dönemdeki ilk örnekleri olmuştur. Kapitalist emperyalizmin efendileri, Pakistan ve Haiti halklarını ölüme terk ederek, barbarlıkta sınır tanımadıklarını bir kez daha kanıtlamışlardır.