31 Aralık 2010
Sayı: SİKB 2010/50

 Kızıl Bayrak'tan
2011 mücadele ve örgütlenmede
sıçrama yılı olmalıdır!
Amerikancı rejim siyonist İsrail’le arayı düzeltme telaşında
Torba yasasına karşı mücadele, engeller ve görevler
Mücadele fabrikalar düzeyinde sürecek!
Kampanya çalışmalarından..
Metal İşçileri Birliği Merkezi Yürütme Kurulu Ocak Ayı
Toplantısı Sonuçları
Metal işçisinin öfkesinden kurtulamayacaksınız!
Teklif reddedildi
eylemler sürüyor..
Buca direnişinde kritik aşama
2011 sınıf mücadelesinin
yükseltildiği bir yıl olmalıdır!.
Kriz derinleşirken sosyal mücadele büyüdü
2011 Sokağın, kavganın,
barikatın yılı
olacak! - Volkan Yaraşır
KESK’te genel kurullar
Sa-ba işçisi hakları ve
onuru için direniyor!
BERİCAP işçisi
örgütlülüğüne sahip çıktı
Üniversitelerden.
Ankara’da 15. yıl etkinliği
Maraş katliamı lanetlendi!
İsrail’in “dökme kurşun” vahşeti 2. yılında
Ölüm dalga dalga
hayatı kuşatıyor!.
“Kayıpların sorumlusu devlettir!”
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

2011 sokağın, kavganın,
barikatın yılı olacak!

Volkan Yaraşır

 

2010’u son 25 yılın en kritik yılı olarak tanımlamıştık, öyle de oldu. En başta çeyrek asra hakim olan neo-liberal hegemonya kırıldı. Kapitalizmin ebediliğine yapılan vurgular, ideolojik hamleler ve bütün mistifikasyonlar çöktü. Kapitalizmin çürümüşlüğü, iğrençliği ve bütün pespayeliği kapitalist krizle yeniden ortaya çıktı. 2010 yılı aynı zamanda sokağın, kavganın, barikat savaşlarının, büyük kitle gösterilerinin, genel grevlerin yılı oldu.

Kapitalizmin yapısal krizi -ya da büyük bunalım olarak ifade edebileceğimiz krizi- küresel düzeyde sınıfsal antagonizmayı keskinleştirdi. Uzun bir geri çekilme döneminden sonra işçi sınıfı hem metropollerde, hem de periferide tarihsel özneye yakışan bir tavırla alanlara ve sokaklara çıktı. Fabrika işgalleri, yaygın sektörel grevler, genel grevler, sokak savaşları, sabotaj ve blokaj gibi muhteşem eylemler gerçekleştirdi. Yunanistan’dan Fransa’ya, Güney Kore’den Bangladeş’e, Çin’den Portekiz’e, Güney Afrika’dan Arjantin’e, Mısır’dan İspanya’ya kadar sınıfsal öfke ve kin yayıldı.

2010 yılı, kapitalist krizin ikinci evresi diye de tanımlayabileceğimiz mali krizlere sahne oldu. Bu süreçte ise özellikle Avrupa’nın Akdeniz havzası öne çıktı.

Finans krizinin, devletlerin mali / borç krizine dönüşmesi sınıf mücadelesinin seyrini etkiledi. Sınıf hareketi giderek radikalize oldu. Önce Dubai’de ortaya çıkan, daha sonra Yunanistan’da yaşanan borç krizine yönelik çözüm adımları yeni bir kriz senkronizasyonunu ortaya çıkardı. Ağırlıkla AB merkezli yaşanan bu yeni kriz dalgası halihazırda Akdeniz havzasını ya da AB’nin periferisini sarstı ve sarsıyor.

Yunanistan’da başlayan mali kriz AB Merkez Bankası ve IMF müdahaleleriyle kontrol edilmeye çalışıldı. Yunanistan’ın yeniden sömürgeleştirilmesi yönünde adımlar atıldı. İşçi sınıfına sosyal yıkım politikaları dayatıldı. Aslında krizin yeni evresi her krizde olduğu gibi, finans kapitalin yeni bir saldırı stratejisine dönüştü.

AB bu stratejiyle yeniden yapılanma sürecine girdi. AB’nin çekirdeğini oluşturan emperyalist iki ülke (Fransa ve Almanya), bir taraftan AB içi hegemonyasını restore edecek programları uygulamaya, diğer taraftan yine kapitalist krizin bir yansıması olan emperyalist özneler arasındaki hegemonya krizinden avantajlı çıkmaya çalıştı. Emperyalist klik olarak gücünü pekiştirecek politikaları hayata geçirmeye başladı. Bunun anlamı AB’nin periferisinin yeniden sömürgeleştirilmesi ya da Çinleştirilmesidir.

Fransa ve Almanya “kriz yönetme metotlarıyla” hegemonyasını yeniden inşa ederek, AB içinde daha kristalize bir konuma geldi ve ekonomik ve siyasi tahakkümünü daha fazla yaydı.

Yaşanan süreç işçi sınıfı için sistematik bir karşı devrim anlamı taşıdı. Finans kapital küresel düzeydeki sosyal yıkım programları ve saldırılarıyla sınıfın köleleştirilmesini ve boyunduruk altına alınmasını hedefledi.

İşçi sınıfı kendi otonomisinin zenginliği içinde son derece net bir karşılık verdi. En başta Yunanistan işçi sınıfı bir öncü müfreze gibi ayağa kalktı. 2010 yılı Şubatı’ndan itibaren 6 genel grev gerçekleştirdi. Ayrıca bugüne kadar yaygın sektörel grevler yaptı. Sermayeye geçit vermedi. Yunanistan işçi sınıfını İtalya işçi sınıfı izledi. Ve işçi eylemleri, kitle gösterileri, grevler kıta Avrupası’na yayılmaya başladı. Özellikle Fransa işçi sınıfının 1,5-2 ay gibi kısa zamanda 7 genel grev yapması Avrupa işçi sınıfının tarihine geçecek önemli bir gelişme oldu. Bu genel grev senkronizasyonu Avrupa işçi sınıfına moral verdi, özgüven aşıladı, muktedir olma yeteneği kazandırdı. Portekiz’de 22 yıllık bir aradan sonra üç milyon kişinin katıldığı genel grev de, Akdeniz havzasındaki yeni bir fırtınanın göstergesi oldu. Son olarak İrlanda’da yaşanan devletin iflas süreci kitle hareketini tetikleyen başka bir faktör oldu. Bu gelişmeler ve olası Portekiz, İspanya, Belçika ve İtalya mali krizleri Avrupa kıtasını ve özellikle Akdeniz havzasını işçi hareketinin yeni mücadele odağı olarak öne çıkartmaktadır. Aynı zamanda olağanüstü bir sınıf hareketi dalgasının da göstergeleridir.

“Dalgalar teorisi”

Mali krizin Portekiz, İspanya hatta Belçika ve İtalya’yı sarsma olasılığı bir senkronizasyonun dışavurumudur. Ayrıca Akdeniz havzasında büyük bir altüst oluşun habercisidir. Bu gelişmenin kıtayı sarstığı oranda, küresel düzeyde etki yaratması kaçınılmazdır. Özellikle İspanya’da yaşanacak mali kriz tetikleyici bir işlev görecektir. İspanya mali krizinin de öncülü Portekiz’dir. Çünkü İrlanda’dakine benzer biçimde, İspanya’nın toksik bankalarının yatırım alanı Portekiz’dir. Bu anlamda Portekiz’de yaşanacak bir mali kriz aynı zamanda İspanya mali krizinin başlangıcıdır. İspanya’nın yaşayacağı mali kriz, ülkenin ekonomik gücü ve AB içindeki yeri itibariyle ciddi sarsıcı sonuçlar doğuracaktır. Bu gelişmeye ek olarak Belçika ve İtalya’da yaşanacak benzer krizler finans sisteminin bütünüyle çöküşüne neden olabilir.

Bugün Portekiz’in bütçe açığını kapatmak ve vadesi dolan borçlarını ödemek için acilen 50 milyar euroya ihtiyacı var. İspanya’ya 350 milyar euro, İrlanda’ya da 90 milyar euro gerekiyor. AB’nin euro bölgesinde yaşanacak problemler için ayırdığı 750 milyar euroluk fonun Yunanistan’a yapılan ödemeyle birlikte hızla tükeneceği ortadadır. Bugün ayrıca 27 AB ülkesinde ciddi devlet borcunun varlığı da düşündürücüdür. Bütün bu gelişmeler ve yaşanacak bir mali kriz dalgası önümüzdeki birkaç yıl içerisinde devlet iflaslarını yaygınlaştırabilir. En azından bu olasılık düne göre çok daha fazla artmıştır. Bu anlamda 2011 ve sonrası birkaç yıl kritik önemdeki yıllar olarak değerlendirilebilir.

Sürecin bir başka yanı ise sınıfsal antagonizmanın şiddetlenmesidir. 2010 yılı özellikle Akdeniz havzasında sınıf hareketinin yükselişine tanıklık etti. 2011 ve önümüzdeki dönemde bu yükselişin devam etmesi muhtemeldir. Kısaca tarihsel bir momentumun içindeyiz. Kapitalizmin yapısal krizi sınıfın otonomisinin bütün zenginliğiyle dışavurumunu sağlıyor. 2010 yılında yaşanan genel grevler, sokak ve barikat savaşları, fabrika işgalleri, yani sınıf hareketinin yükselen dalgası önümüzdeki dönemde de zenginleşerek sürecektir.

Uluslararası sınıf hareketinin gelişim tarihine baktığımızda bu gelişimin bazı dönemlerde dalgasal nitelik taşıdığını görürüz. Her dalganın yükselişi son derece önemli sonuçlar doğurmuştur.

1848 devrimlerini, kıta Avrupası’nda 1830’lardan başlayan devrimler dalgası önceledi. Dalgasal şekilde gelişen işçi hareketi kıta düzeyinde etkisini gösterdi. Toplumsal maddi bir güç olduğunu ortaya koydu.

1917 Ekim Devrimi bir başka dalganın başlangıcıdır. Bu dalga Almanya, Macaristan, İtalya, Avusturya, Finlandiya ve İskoçya’yı sardı ve sarstı. Birçok ülkede devrimci durumlar yaşandı. İşçi sınıfı iktidara yürüdü. Yaygın ve etkili konsey pratikleri gerçekleştirdi.

Bir başka dalga da kendini 1968 küresel isyanında simgeledi. 1960’ların ortalarından başlayan bu dalga, 1970’lerin ortalarına kadar sürdü. Kendini büyük toplumsal hareketler (siyahi ve sivil haklar hareketi, feminizm, öğrenci gençlik vb.), ulusal kurtuluş savaşları gibi vektörlerin yanında Fransa, İtalya, Britanya, Arjantin, Yunanistan ve Türkiye’de işçi hareketleri şeklinde dışa vurdu.

Her dalgasal yükseliş devrimler, isyanlar, ayaklanmalar, büyük kitle hareketleri yarattı. Ama aynı zamanda dalgaların kırılmaları sonucunda karşı devrimler yaşandı. Yani toplumsal diyalektik işledi.

İçine girdiğimiz süreci 21. yüzyılın ilk büyük işçi hareketi dalgası olarak değerlendirebiliriz. Kapitalizmin yapısal krizi sınıf hareketinde son derece önemli gelişmelere yol açtı. Akdeniz havzası odaklı gelişmeler bunun somut göstergelerinden biridir.

Bugün Akdeniz havzası odaklı gelişen, mali kriz senkronizasyonuyla kıtaya yayılma ihtimali taşıyan işçi hareketi önemli zaafları da içinde taşımaktadır. Yaygın genel grevlere, kitle gösterilerine ve sokak savaşlarına rağmen Yunanistan, İtalya, Fransa ve Portekiz’de sınıfın yıkıcı gücünü bir mecrada toplayacak ve onu konsantre edecek siyasal öncü ve enternasyonal bağ yoktur. Örneğin Fransa’da her birinde 3 milyon işçinin katıldığı 7 genel grev gerçekleştirilse de sendikal bürokrasinin azımsanamayacak hakimiyeti vardır. Bundan dolayı özel sektörün genel grevlere iştiraki engellenmiştir. Ayrıca genel grevlerin yaygınlaşmasına bazı konfederal yapılar fiilen engel olmuştur. Diğer taraftan burjuva reformist sol partilerin sınıf üzerindeki hegemonyası da kırılamamıştır. Her şeye rağmen Fransa ve diğer ülkelerde neo-liberal karşı devrim programı sınıfın kolektif inisiyatifi yanında kolektif aksiyonunu da açığa çıkarmıştır. Tabandan yükselen öfke, kin ve arayış sendikal blokajları, burjuva reformist engellemeleri etkisizleştirmiştir. 2011 en az 2010 yılı kadar önemli ve sarsıcı işçi eylemlerine gebedir. Sınıf mücadelesinin iç zenginliği, muhteşem yaratıcılığı ve otonomisinden kaynaklanan yıkıcı gücü yukarıda bahsettiğimiz eksiklikleri aşmaya da muktedirdir. 

Sosyal bir mıknatıs niteliği taşıyan işçi sınıfı 2010 yılında gerçekleştirdiği eylemlerle öğrenci gençliğin harekete geçişini sağladı. Avrupa öğrenci gençliği işçi sınıfıyla ortak eylemler yaptı. Özellikle Fransa, Yunanistan ve İtalya öğrenci gençliği bu konuda dikkat çekti. Fransa’da öğrenci gençlik 350 blokaj eylemiyle genel grevleri destekledi, polisle çatıştı, kitle gösterilerinde aktif yer aldı. Benzer eylemler Yunanistan’da ve son olarak İtalya’da gerçekleşti. Radikal sosyal yıkım politikalarına karşı İngiltere’de de öğrenci gençlik harekete geçti. İşgal, blokaj, sokak çatışmaları ve kitlesel gösterilerle sokaklara çıkıldı. Bu yönde özellikle Fransa öğrenci gençlik ile işçi sınıfının mücadelesinin ortaklaşması anlamında örnek teşkil etti.

2011’in işçi sınıfı ve öğrenci gençlik hareketinin mücadelesinin daha fazla kaynaştığı ve enternasyonal karakterinin güçlendiği bir yıl olması muhtemeldir. Aynı şekilde toplumun değişik katmanlarının işçi sınıfının mücadelesiyle bütünleşmesi de büyük bir olasılıktır. Çünkü sosyal yıkım programları küresel düzeyde mülksüzleşme, işsizleşme ve geleceksizlik anlamı taşımaktadır. Bunun somut yansıması kronik yoksulluk, işsizlik ve sefalettir. İşçi sınıfı bu süreçte, Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi tüm insanlığın acılarını kendinde toplarken, kendi kurtuluşunun aynı zamanda insanlığın da kurtuluşu olduğunu pratik olarak ortaya koyup, yarattığı muazzam aura ve çekim gücüyle tüm emekçi ve ezilen yığınları çeperinde toplayacaktır.

Türkiye

Türkiye de 2010 yılında önemli işçi eylemlerine sahne oldu. TEKEL Direnişi sonrasında işçi hareketindeki en dikkat çeken gelişme lokal eylemlerin yaygınlığıydı. İtfaiye, Marmaray, İSKİ, Esenyurt Belediye işçileri, ATV-Sabah grevi, Tariş direnişi, Kent A.Ş., İzmir Büyükşehir Belediyesi taşeron işçilerinin direnişleri öne çıkan başlıca eylemlerdi.

Özellikle UPS direnişi ve ÇEL-MER fabrika işgali 2010 yılına damgasını vurdu. Ayrıca bireysel direnişler önem taşıdı.

Lokal düzeyde yaşanan direnişlerin büyük bir kısmı (İSKİ, Marmaray, TEKEL, İtfaiye gibi) güç kaybıyla sonlandı. Ne yazık ki sınıfın birleşik gücünü sağlayacak pratikler ve örgütlenme adımları atılamadı.

Lokal direnişlerin yaygınlığı sınıfsal öfkenin, kinin ve arayışın göstergesi olması açısından bir olumluluğu işaretledi. Öte yandan bu direnişleri birleştirecek zeminlerin yaratılamaması ise bir zaafiyet olarak dikkat çekti. Sendikal bürokrasi bu direnişlere karşı kayıtsız kaldı. Fiilen engelleyici tavırlar içine girdi. Ayrıca bu direnişlere yeterli ve etkin dayanışma gösterilemedi. Devrimci güçlerin büyük kısmı, ziyaretten öte bu direnişler içinde aktif olarak yer almadı, desteklemedi. Bu faktörler de lokal direnişlerin etkisini kırdı, yarattığı enerjiyi zayıflattı.

Özel olarak UPS direnişi yeni bir TEKEL olabilirdi. UPS’nin uluslararası bir şirket olması, birçok ilde ve metropollerde işyerlerinin bulunması hem lokal eylemleri kendi çeperinde toplama şansını yaratıyordu, hem de direnişin kendisi önemli sonuçlar doğurabilirdi. UPS bir kargo şirketidir. Sektör olarak mal ve hammadde transferi yapmaktadır. UPS’de gerçekleştirilecek etkin bir eylem, yani mal ve hammadde transferinin engellenmesi, 1997 ABD’de gerçekleşen UPS grevi ve Arjantin’de barikatçıların gerçekleştirdiği yol blokajları gibi yeni bir grev tarzını akla getiriyordu. Malın pazara ulaşmaması, değerin gerçekleşmesini engeller, hammaddenin fabrikaya ulaşmaması ise artı değer döngüsünü kıran bir içeriktedir. Bu da yeni bir grev tarzının ifadesidir. UPS direnişi böyle bir direniş haline getirilebilirdi. Halen getirilme şansına sahiptir aslında. Yeter ki bu direniş bir odak haline dönüştürülsün, etkin ve kitlesel şekilde sahiplenilsin.

ÇEL-MER fabrika işgali de 2010 yılının en önemli eylemlerinden biri oldu. İşgalin bütün aşamalarında taban örgütlenmesi rol oynadı. Taban örgütlenmesiyle sınıfın kolektif aksiyonu açığa çıktı. Ama ne var ki ÇEL-MER yeni ÇEL-MER’lerle bütünleşmedi. Bunun temel nedeni işgalin mahiyetinin, özellikle devrimci güçler tarafından anlaşılmamasıdır. ÇEL-MER basit ve aktüel bir eylem olarak ele alınmıştır ve ÇEL-MER’in yarattığı anti-kapitalist bilincin önemi kavranmamıştır.

Akdeniz Çivi’de yaşanan pratik de 2010 yılında gerçekleşen işgallerden biriydi. Burjuvazinin restorasyon politikası içinde yer alan elitizmden popülizme geçişin konusu olan CHP’nin işgali, sınıfın manevra kabiliyetini ve teşhir politikasını simgeledi. Aynı yoldan Buca Belediyesi’nde çalışan taşeron işçileri de yürüdü.

2011 yılında işçi sınıfına “Torba Yasası”, “Ulusal İstihdam Stratejisi” gibi saldırılarla karşı devrimci politikalar dayatılmaktadır. Bu politikalar özünde sistematik güvencesizleştirmeyi ve esnekleştirmeyi içermektedir. Yeni çalışma rejiminin özü köle işçilik ve beleş ücrettir. Bu rejimin bir başka adı da Çin ve Vietnam çalışma rejimidir.

İşçi sınıfının finans kapitalin bu açık saldırısına karşı ayağa kalkmaktan başka çaresi yoktur. Özellikle 2011 1 Mayıs'ı bu anlamda milyonların kolektif öfkesinin dışavurumu olmalıdır. Her direniş, her eylem sınıfsal kinin ve öfkenin biriktiği ve örgütlendiği alana dönüşmelidir.

Haziran ayında gerçekleştirilecek genel seçimler önümüzdeki döneme ışık tutacaktır. Bu seçimlerde AKP’nin başarısı siyasal İslam’ın pasif devriminin önemli bir adımıdır. Bir yandan “cemaatçi ve hayırsever kapitalizm” inşa edilirken, öte yandan sınıfa Çin çalışma rejiminin dayatılması kaçınılmazdır. Burjuva restorasyonuna uygun olarak Kürt sorununda tırnak içindeki çözüm de 2011 yılına damgasını vuracak gelişmelerden biridir.

Seçimler sonrasında ve olası mali kriz senkronizasyonuna bağlı olarak işçi sınıfına yönelik topyekûn saldırıların (toplu tensikat, işten atılma, işyeri kapatma, sendikal örgütlenmelerin engellenmesi, ücretlerin düşürülmesi, sosyal hak gaspları, toplusözleşme sisteminin fiilen işlevsizleştirilmesi, kiralık işçilik, asgari ücretin esnekleştirilmesi ve bölgeselleştirilmesi, taşeronluğun yaygınlaştırılması, radikal özelleştirmeler, kıdem ve ihbar tazminatının gaspı, esnek çalışma düzeni vs.) gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Bu bir yanıyla da lokal direnişlerin yaygınlaşmasına neden olacaktır. Özellikle 2010 yılındaki gibi metal sektörünün öne çıkması olasıdır. Ayrıca kıta Avrupası’ndaki mali krizin sarsıcı etkilerine bağlı olarak T.C.’nin gireceği bir kriz süreci büyük yıkımlara yol açabilir. Bazı illerde ve havzalarda önemli gelişmeler ortaya çıkabilir. Örneğin Bursa’da Renault ve Fiat’da yaşanacak bir kriz bir kent grevinin önünü açacak niteliktedir. Benzer şekilde Manisa’da Vestel’in iflas olasılığı, organize sanayide çalışan 35-40 bin işçinin işsiz kalması demektir. Crysler’in, General Motor’un iflas ettiği koşullarda Renault’un ve Fiat’ın iflası da olasıdır. En azından büyük tensikatların yaşanması muhtemeldir. Bu örnekler kent grevlerinin potansiyelini göstermektedir. Bugün en fazla bir çıkarsama içeriğindeki bu vurgu, mali kriz sarmalına girmiş Türkiye kapitalizmi için çıplak bir gerçeğe dönüşebilir. Benzer gelişmelerin birçok işçi havzasında yaşanma olasılığı yüksektir.

Özellikle 2011 ve sonraki birkaç yıl Türkiye açısından da çok kritik yıllar olacaktır. İşçi sınıfı bu sürece ancak devrimci enerjisini açığa çıkararak cevap verebilir. Bunun için başlıca görev, taban örgütlenmelerinin sınıfın en geniş kesiminde yaygınlaştırılmasıdır. Çünkü taban örgütlenmeleri sınıfı ontolojisinden kavrayarak, devrimci kimyasını açığa çıkaran, onun birleşik ve bağımsız gücünü şekillendiren en temel örgütlenmedir. Sınıfın öz örgütlenmesidir.

İçinde yaşadığımız tarihsel momentum Akdeniz havzasında muazzam olanakları açığa çıkartmaktadır. Akdeniz havzasının hemen yanı başında Anadolu toprakları bulunmaktadır. Bu topraklarda da sınıfsal enerjinin açığa çıkması demek yeni bir tarihsel diyalektiğin başlangıcı anlamını taşır. Kapitalizmin yapısal krizi sınıfsal antagonizmayı keskinleştirdiği ölçüde her alan, her atölye, her havza, her fabrika infilak etmeye hazırdır. Çünkü buralarda olağanüstü derecede sınıfsal öfke ve kin birikmektedir. Bu öfke ve kini örgütleyecek sınıfın temel aracı taban örgütlenmeleridir. İnfilakın fitili taban örgütlenmeleri aracılığıyla ateşlenebilir. Olası yaygınlaşabilecek lokal direnişler taban örgütlenmeleri aracılığıyla koordine edilebilir. Sınıfın birleşik ve bağımsız gücü taban örgütlenmeleriyle şekillenebilir.

Ayrıca sınıflar mücadelesinin iç zenginliği son derece önemli bir şansı da beraberinde getirmiştir. Bugün Marmaray, UPS, İzmir taşeron işçileri, Mersin liman işçileri ve TEKEL direnişlerinde Kürt kökenli işçilerin önemli rol oynadığını gördük. Bu pratikler Kürt sorununun bugün geldiği boyut itibariyle yeni bir evreyi işaretlemektedir. Ulusal enerjiyle sınıfsal enerji bu pratiklerde birleşmiş ve sınıf mücadelesi güç kazanmıştır. Demografik yapıdaki değişim artık İstanbul’un, Diyarbakır’ın ve Erbil’in yerine en büyük Kürt kenti olduğunu, ayrıca Bursa, Ankara, İzmir, Mersin, İzmit, Antalya, Adana’nın da yeni Kürt kentleri olduğunu ortaya koymaktadır. Artık bu alanlar sınıfsal enerjiyle ulusal enerjinin yeni birleşim alanlarıdır. İnfilakı hazırlayan potansiyellerdir. Yani Akdeniz havzası gibi, yaşanan yüksek konjonktür döneminde Anadolu topraklarında da önemli gelişmeler ortaya çıkabilir.

Sınıf çalışmalarını bu perspektifle ele almak zorundayız. Sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaracak ve onun yıkıcı politikasını, yani Marksizm'i toplumsal maddi bir güce çevirecek sürecin içindeyiz. Bunu yaptığımız oranda varlığımızın anlamı vardır. Bunu yaptığımız oranda gerçek sınıf devrimcisiyiz.