02 Temmuz 2010
Sayı: SİKB 2010/26

 Kızıl Bayrak'tan
“Kürt açılımı” fiyaskosu ve kriz tehditi sermaye iktidarının açmazlarını derinleştiriyor..
Saldırılara karşı anti-emperyalist/anti-siyonist direnişini yükseltelim!
Sermaye düzeninin Kürt sorununda iflası derinleşiyor
G20 Zirvesi ve krizde yeni dönem
Düzen içi çatışmaya
Abant’tan “teorik” destek!
Kumlu’dan yansıyanlar değişmedi..
Değişmeyen bir devlet politikası: İşkence!
19 yılda 12 milyon işkence
başvurusu..
“Pir Sultan’dan Madımak’a
asan da yakan da devlettir”
İşçi ve emekçi hareketinden.
TİB-DER Başkanı ile iş cinayetleri ve taşeronluk sistemi
üzerine konuştuk...
Metal İşçileri Birliği Merkezi Yürütme Kurulu Temmuz Ayı Toplantısı Sonuçları.
Öncü metal işçileri Toplu Sözleşme Sempozyumu’nda buluştu
66 gündür direnişte olan UPS işçileri ile son gelişmeler üzerine konuştuk!
UPS Direnişi kararlılık ve dayanışmayla büyüyor!..
Avrupa’da yaygın grevler ve
kitle gösterileri.
G-20 protestolarla karşılandı!.
“Kapitalizme, patrikaryaya ve militarizme” karşı
tutarlı mücadeleancak devrimci sınıf çizgisiyle mümkündür!
Dünya Kadın Yürüyüşü Avrupa Buluşması’nda forum ve
yürüyüşler...
“Kürtler ne istiyor?” - M.Can Yüce
YÖK’ten daha fazla sömürü için yeni taslak
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

G20 Zirvesi ve krizde yeni dönem

G-20 Zirvesi geçtiğimiz günlerde toplandı. G20, esas olarak G8 olarak tanımlanan 8 büyük emperyalist güç ile onların çevrelerinde yer alan ve dünyanın en büyük ekonomileri olarak adlandırılan ülkelerden oluşuyor. G20, ‘98’de yaşanan Asya krizinin arkasından kuruldu. Ancak işlevsel bir platform haline gelmesi daha çok 2008 krizinden sonradır.

Elbette bu platformda G8’lerin borusu ötmeye devam ediyor. Fakat genişletilen bileşim, alınan kararların daha geniş ölçekte tartışılmasına ve diğerlerine dikte edilmesine zemin sağlıyor. Krizin yıkıcı dalgaları da bu düzeyde bir işbirliğini ve koordinasyonu zorunlu kılıyor. Ancak bu hiç de aralarında uyumlu bir işbirliği olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, G20 toplantıları da emperyalistlerin güç ve çıkar mücadelelerine sahne oluyor. Nitekim son G20 Zirvesi’nde yaşananlara da bu durum damgasını vurdu.

Zirvede öne çıkan tartışma konuları ve tarafları, bunu yeterli açıklıkta ortaya koymaktadır. Örneğin tartışmalardan birisi AB bünyesinde büyümekte olan borç krizi ile gündemde olan “kemer sıkma” politikalarına karşı ABD muhalefeti oldu. Zira ABD, diğer nedenlerin yanısıra özellikle bu politikanın Avrupa pazarını kendisi için daraltmasından korkuyor. Diğer bir tartışma ise Çin’in resmi parasının dolar ve euro karşısında değerinin yükseltilmesi yönündeki ABD ve AB zorlamasıdır. Amaçları, döviz kurunu kendi lehlerine çevirerek ticarette avantaj kazanmaktır. Çin bu istekler karşısında bir parça geri adım atmış görünüyor, ancak yine de bu kadarı ABD ve AB için yeterli olmayacaktır.

Bu ve benzeri tartışmalar esasta krizin bedelini rakibine ödetmek, pazar ve hammaddeler üzerinde yaşanan rekabette üstünlük sağlamak için yapılmakta ve emperyalist güç dengelerine uygun sonuçlar çıkmaktadır.

Gündemlerinde krize çözüm bulmak diye bir sorun ise yoktur. Zira krizi çözemeyeceklerini onlar da iyi bilmektedirler. Onlar için temel sorun krize çözüm bulmak değil, krizi  emperyalist çıkarlarının gereklerine en uygun biçimde yönetebilmektir. Ancak bu sınırlarda bile yapabilecekleri oldukça sınırlıdır. Zira dünyayı yöneten güçlerin aynı zeminde yan yana gelmeleri, aralarında keskin rekabetin olduğu gerçeğini değiştirmemekte, her şey bu rekabet tarafından belirlenmektedir.

2008 yılında kriz şiddetli biçimde patlak verdiği sırada olağanüstü toplanan G20 Zirvesi’nin ana gündemi finansal sistemde yaşanan çöküntüyü gidermek ve bu çöküntünün zincirleme olarak genel bir ekonomik çöküşe dönüşmesine engel olmaktı. Çıkan sonuçlardan biri, finansal spekülasyonlarla şişirilmiş balonların patlamasıyla büyük mali çöküntü yaşayan banka ve sigorta şirketlerinin kurtarılması olmuştur. Ayrıca çöken kredi sistemiyle birlikte kriz sanayi üretimini de vuracağından, sanayi tekellerini kurtarmak üzere yüklü kaynak transferleri yapılmasıdır. Kısacası, o dönem sıklıkla belirtildiği üzere zararların kamulaştırılmasıdır. Böylece devletlerden büyük mali ve sanayi tekellerine aktarılan kaynakların, 60 trilyon olarak hesaplanan dünya milli gelirler toplamının yüzde 7’sini bulduğu söylenmektedir.

Ancak ödenen bu yüklü faturaya rağmen kriz sadece ötelenmiştir. Finansal bir çöküntü olarak baş gösteren kriz, kısa sürede bir genel ekonomik bunalım ve durgunluk halini almıştır. Şimdi ise ağır bir borç krizine dönüşmüştür. Özellikle AB bünyesinde kendisini zayıf halkalardan başlayarak gösteren ve giderek yayılan borç krizi devletlerin iflasına varacak noktalara varmış bulunuyor. Emperyalist-kapitalist düzen krizin dalgaları altında sarsılıp duruyor.

Bu noktada belirtmek gerekir ki, 2008’de patlak veren mali kriz, onlarca yıla yayılan krizin etkilerini hafifletmek amacıyla başvurulan yöntemlerin sonuçsuz kalması ve krizi daha ileri bir seviyeye taşımasından dolayı ortaya çıkmıştır. Krizin kaynağında kapitalizmin anarşik doğasının ürünü olan aşırı üretim-aşırı birikim ile kar oranlarının düşmesi sorunu bulunmaktadır. Emperyalist-kapitalist düzenin efendileri, ‘70’lerde bu temelde patlayan krize çözüm bulmak amacıyla esas olarak özelleştirme, küreselleşme ve finansallaşma biçiminde özetlenecek yollara başvurdular. İlk ikisinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde yıkıcı sonuçları oldu. Üçüncüsünün sonucu ise büyüyen kredi ve spekülasyon balonuydu. Kapitalistlerin azalan kârları böylece telafi edildi. Sanal bir kumarhane biçiminde işleyen mekanizmalar yoluyla kapitalist tekeller büyük bir saadet zincirinin başına kuruldular. İşte kırılan da en merkezi noktasından bu zincirdi. Böylece emperyalist-kapitalist düzen çöküşün eşiğine geldi.

Hala da bu eşikte bulunan emperyalist-kapitalist düzenin efendileri yaptıkları ilk hamlelerle çöküşü geciktirmiş oldular. Para ve kredi muslukları yeniden açıldı, üretim ve ticaret canlandırılmış oldu. Bir süre köpükler yoluyla döndürülen kapitalist çarklar bu köpüklerin patlamasıyla durma noktasına gelirken, imdada kamu fonları yetişti. Böylece krizin çöküşle sonuçlanması şimdilik engellenmiş oldu.

Kapitalist devletler büyük bir borç batağına saplanmış bulundukları için, krizle birlikte daha da büyüyen fatura bir kez daha işçi sınıfı ve emekçilere kesiliyor. Batmanın eşiğinde bulunan Yunanistan’da olan budur. Yunan burjuvazisi batmaktan kurtulmak için ağır bir fatura kesti. Ancak işçi ve emekçiler bu faturayı ödememek için mücadele ediyorlar. Yunanistan’dan sonra İspanya, Portekiz ve İtalya’nın da aynı batağın içerisinde olduğu, borç krizinin bu ülkelerle sınırlı kalmayacağı, tüm AB ülkelerini kapsayacağı görülüyor. Almanya, İngiltere ve Fransa gibi emperyalist devletler de “kemer sıkma” programları hazırlamak zorunda kaldılar.

Bu borç krizi Avrupa ile sınırlı kalmayacak, bir borç krizi olarak yaygınlık gösterecektir. Yanısıra, kapitalist tekeller arasında ayakta kalma ve kar oranlarını yükseltme mücadelesi şiddetlenecektir. Bunun en dolaysız sonucu, işçi sınıfı üzerindeki sömürü koşullarının ağırlaştırılması olacaktır. Öyle ki, sanayi üretiminin artmasına karşın işsizlik oranı düşmek bir yana artış göstermektedir. Bunun nedeni kapitalistlerin işçi sayısını düşürerek, çalışma sürelerini ve iş yoğunluğunu arttırmalarıdır. Bu geçici rahatlamanın ardından krizin boğucu dalgalarının yeniden hissedilmesiyle birlikte işsizlik ve hak gaspları da artacaktır.

Krizin faturasını emekçilere kesme politikalarının kıta ölçeğine yayılması, sınıf mücadelelerinin yoğunlaşacağını göstermektedir. Grev ve eylemlerin eksik olmadığı Yunanistan’dan sonra, İtalya, İspanya ve Fransa’da da genel grevler gündemdedir. Ancak bu sadece bir başlangıçtır, sınıf mücadelesi sertleşme ve genelleşme eğilimini sürdürecektir. Bu açıdan emperyalist-kapitalistleri oldukça zor ve sıkıntılı bir süreç beklemektedir. Bir yandan krizin dalgalarıyla boğuşmak, diğer yandan krizle birlikte şiddetlenen rekabette ayakta kalmak ve bunu giderek güçlenen bir sosyal mücadele dalgası karşısında başarmak zorundadırlar.

Bu noktada Türkiye’de en dikkat çekici durum, özellikle hükümetin “krizden etkilenmedik” yaygarasını sürdürüyor olmasıdır. Hatta daha da ileri giderek Yunanistan’a ve diğer zorda olan ülkelere ders vermeye kalkmaktadır. Türkiye dünya ölçeğinde yayılan finansal çöküntüyü daha az hasarla atlatmış olabilir ama bu onun krizin pençesinde olduğu gerçeğini değiştiremez. Türkiye kapitalizmi benzer bir çöküntüyü  2001’de yaşamış, arkası büyük bir borçlanma olmuştur. İşçi ve emekçiler hala da ödedikleri bir büyük ekonomik ve sosyal yıkım faturası ile yüzyüze kalmışlardır. Patlak veren son ekonomik krizin faturası ise ekonomide daralma ve durgunluğun sonucu olarak yüzbinlerce işçinin işinden olması, eriyen ücretler, artan sefalet ve yoksulluktur.

Önümüzdeki dönemde ise Türk burjuvazisi ve onun adına ülkeyi yönetenler kapsamlı bir yıkım programını uygulamaya sokmaya hazırlanmaktadırlar. Kamu emekçilerini işgüvencesinden yoksun bırakacak bir yasa hazırlığının yanısıra kıdem tazminatlarının gaspı ve esnek çalışma uygulamalarının ağırlaştırılması gibi maddelerin yeraldığı bu paketin hazırlıkları sürmektedir.

Emperyalist-kapitalist düzenin krizi çöküşle sonuçlanmamış olsa da devam ediyor. Kapitalist krizin keskinleştirip genelleştirdiği çelişkiler gün yüzüne çıkıyor, bu çelişkilerin ürünü siyasal ve sosyal sorunlar, felaketler insanlığı tehdit edecek biçimde çoğalıyor. Emperyalist-kapitalizm, üretici güçlerin ve zenginliklerin dünya ölçeğinde yıkımıyla sonuçlanacak bir yolda ilerliyor. İnsanlığın önünde devrim mücadelesini yükseltmek dışında bir seçenek bulunmuyor.