26 Haziran 2009
Sayı: SİKB 2009/24

  Kızıl Bayrak'tan
  İran’daki siyasal durum üzerine...
  Irak’taki işgalci güçler Türkiye üzerinden geri çekilmeye hazırlanıyor...
Konya Üssü savaş aygıtı NATO uçaklarına açıldı…
Mafyalaşan tekstil sektörü,
sektöre dönüşen mafya çeteleri…
Eli kanlı bir haraminin portresi:
Sabri Sami Yılmaz
  Sabra saldırısı ve sonrası üzerine avukatlarla kouştuk...
  “TİS yoksa grev” örgütlenmelidir!
Sabra saldırısı lanetleniyor...
  Entes direniş güncesi...
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Sivas katliamının hesabını sormak için
birleşik, kitlesel devrimci mücadeleyi yükseltelim!
  Emine Arslan ile kazanımla sonuçlanan DESA direnişi üzerine konuştuk...
  İTO Genel Sekreteri Dr. Hüseyin Demirdizen’le Sağlıkta Dönüşüm Programı ve “Tam Gün” Yasa Tasarısı üzerine konuştuk...
  Almanya'da yüz binlerce öğrenci eğitim hakkı için alanlardaydı!
  İran’da halk hareketi sınırlarını zorluyor!
  İsrail, Filistin halkına barış adına kölelik dayatıyor!
  İran halkı ve devrimci partileri
‘79 deneyinden öğrenecektir!
  Kapitalist-emperyalist sistemin
kısa bir suç dosyası...
  Yargı gereğini yaptı! Uğur’un katilleri beraat etti…
  Bir burjuva liberalinin
saçmalamaları üzerine...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Yargı gereğini yaptı! Uğur’un katilleri beraat etti…

Katillerden hesabı emekçiler soracak!

İşte yine beklenen oldu. Katliamların, işkencelerin, yargısız infazların ülkesi Türkiye’de gelenek devam etti; yargı gereğini yaptı! 12 yaşında katledilen Uğur Kaymaz’ın katilleri beraat etti.

21 Kasım 2004 tarihinde Mardin Kızıltepe’de Uğur Kaymaz babası Ahmet Kaymaz ile birlikte evlerinin önünde katledilmişti. Uğur sırtından 9 kurşun almıştı. Babasına da 4 kurşun isabet etmişti. Evlerinin önünde ayaklarında terlik ile katledilen baba ve oğlun katliamına kılıf hemen o akşam Mardin Valiliği’nce resmi bir açıklama ile uydurulmuştu. “İki terörist ölü olarak ele geçirildi.” Senaryo hazırdı; Ahmet ve Uğur Kaymaz’ın evinde silahlar bulunduğu, bu silahların daha önce 4 polis memurunun yaralandığı başka bir çatışmada kullanıldığı ileri sürüldü. Ve eylem hazırlığı içinde olduğu bilgisine ulaştıkları için eve operasyon geçekleştirildi vs., vs...

Polisin “yanlış ihbar ve istihbarat üzerine yargısız infaz yaptığı” iddiaları kamuoyunda yaygınlaşınca, operasyonda silah kullanan polislerden Mehmet Karaca, Yaşefettin Açıksöz, Seydi Ahmet Töngel ve Salih Ayaz hakkında, Mardin Ağır Ceza Mahkemesi’nde “meşru müdafaa sınırlarını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek”ten 12’şer yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı. Dava, güvenlik gerekçesiyle Eskişehir Ağır Ceza’ya gönderildi. Ancak yargı,12 yaşındaki Uğur ve babası Ahmet Kaymaz’ ın polisler tarafından öldürülmesini, “meşru müdafaa” sınırları içinde saydı. Yargıtay 1’inci Ceza Dairesi, “terörist ihbarı” üzerine yapılan baskında, baba ile oğlunu “yasal sınırları aşarak öldürdükleri” iddiasıyla yargılanan 4 polis hakkındaki beraat kararını onayladı.

Kuşkusuz bu ve benzeri kararlar bu düzende ne ilktir, ne de son olacaktır. Ancak bu karar nezdinde bir kez daha sermaye devletinin Kürt halkına yönelik imha ve inkâr politikası tüm açıklığı ile görülmüştür. Kürt halkının haklı ve meşru mücadelesine karşı yürütülen bu kirli savaşta Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle “kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılmalıdır!” Bu nedenle bu ülke gerçekliğini bilenler için Uğur’un ve babasının katillerinin beraat etmesi şaşırtıcı değildir. Sermaye devleti uyguladığı tüm kirli ve kanlı yöntemlerini çocuklardan da esirgemeyeceğini her defasında göstermektedir. 

Uğur “yasal sınırlar” içinde katledilmiştir. Yine Uğur gibi yaşları 12-15 arası olan çocuklar 90’lı yıllarda Mardin’de, Diyarbakır’da, Şırnak’ta “yasal sınırlar” içinde gözaltına alındılar, işkence gördüler, küçük yaşlarda Filistin askısını tanıdılar ve kaybedildiler. Kaybedilenler listesinde Davut, Seyhan, İlyas, Çayan, Ahmet, Daham olarak yer aldılar. En son örnek ise Kürt çocuklarına yönelik uygulanan yargı terörüdür. Çocukları da “terörle mücadele” kapsamına alan devlet, son üç yılda yüzlerce çocuğu bir eyleme katıldıkları ya da propaganda yaptıkları iddiasıyla tutuklayıp cezaevine göndermiştir. Ve yine geçtiğimiz 23 Nisan’da, “çocuk bayramında”,Hakkari’de kolluk güçlerinin çocuklara gaz bombaları ve zırhlı araçlarıyla saldırması sonucu bir çocuk hayatını kaybetmiş, 14 yaşındaki bir çocuğun kafası ise vahşice parçalanmıştır. Tabii ki bu da “yasal sınırlar” içinde yapılmıştır!

Sermaye devletinin kirli yöntemlerinin çocukları da hedef alması ise ne kadar acizleştiğini gözler önüne sermektedir. Sömürücü zorbaların korktukları gerçek şudur ki, ne silahları ne işkenceleri ne de yasaları Kürt halkının mücadelesini bitirmeye yetmemiştir. Kürt halkı kadınıyla-erkeğiyle zalime karşı her daim direnmiş ve bunu çocuklarına da öğretmiştir. Kuşkusuz düzen sahipleri korkmakta haklıdır. Çünkü bu çocuklar, Uğur ve diğerleri, bu coğrafyanın özgür ve aydınlık geleceğini simgelemektedir.

 

 

Türkiye’nin umumi manzarası:
Namus cinayetleri!

Şemse, Necla, Kadriye, Güldünya… Namus cinayetlerine kurban giden kadınlardan sadece birkaçı… Ve ne yazık ki her geçen gün bu listeye yeni isimler ekleniyor. Buna rağmen Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan 18 Haziran günü katıldığı bir törende “namus cinayetleri Türkiye’nin umumi manzarası değil” açıklaması yaptı. Emine Erdoğan yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Türkiye bu tür cinayetlerin sıkça rastlandığı bir ülke değildir. Televizyonların, gazetelerin ve internetin kontrolsüz şekilde yaydığı bu manzaralar, Türkiye’ nin umumi manzarası elbette değildir.” Oysa Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı tarafından hazırlanan ‘Töre ve Namus Cinayeti Raporu’nda ortaya konulan veriler, gerçekliğin hiç de Emine Erdoğan’ın dediği gibi olmadığını göstermektedir. Rapor namus cinayetlerini bu ülkenin “umumi” manzarasını yansıtmaktadır.

2008 yılında yayınlanan bu rapor, bu alanda yapılan en kapsamlı çalışma olarak ifade edilmektedir. Raporun verilerine göre, son 5 yılda “töre” ve “namus” cinayetlerinden 1091 kadın yaşamını yitirmiş. Bunlar resmi kayıtlara geçen olaylardır, bir de bunlara “intihar” görüntüsü verilen ölümleri de eklemek gerekiyor. Çoğu kadın bu şekilde ölüme zorlanmaktadır. Ölümle sona ermeyen “vakalar”da ise, kadınlar yoğun işkenceye maruz kalıyorlar. Yine rapora göre, “namusa leke gelmesin” denilerek kadınlar eve kapatılıyor, intihara zorlanıyor, burunları ve kulakları kesiliyor, tehdit ediliyor ve dayak yiyor… Araştırma sonuçlarının ortaya koyduğu en ürkütücü veri ise araştırma kapsamında görüşülen katillerin pişmanlık duymamaları ve cezaevinde bir kahraman gibi karşılanmalarıdır. Bu, topluma egemen gerici kültürün ürkütücü boyutlarda olduğunu göstermektedir.

Ülkede kadına yönelik şiddetin ve özelde “namus” cinayetlerinin oranı rakamların diliyle apaçık ortadayken, Emine Erdoğan bunu yadsıyarak ve suçu medyanın üzerine atarak kurulu düzeni aklamanın beyhude çabası içindedir. Emine Erdoğan temsil ettiği sınıfın zihniyetini özetlemiştir. Kuşkusuz sermaye sınıfına mensup bir kadından başka bir tutum açıklaması da beklenemez. Çünkü temsil ettiği sermaye sınıfı sorunu sınırlı da olsa çözemez. Tam tersine tüm kurumlarıyla birlikte bu gericiliğin devamından bizzat sorumludur. Düzenin gerici, ataerkil kültürü eğitim kurumlarından, yargısına ve kolluk güçlerine kadar her yerdedir.

Özellikle kolluk güçlerinin ve yargı mensuplarının davranışları namus cinayetlerini toplumda meşru gösterecek şekildedir. Namus ya da töre adı altında işlenen çoğu şiddet olayının “aile içi” olduğu gerekçesiyle üzeri örtülmektedir. Yargıya gittiğinde de benzer bir anlayışla karşılanmakta, çoğu zaman da “namus” adı altında olduğu için yargı indirimine uğramaktadır.

Her ne kadar sermaye sınıfı, Emine Erdoğan’ın ağzından, namus cinayetleri sonucu ölen bini aşkın kadını görmezden geldiğini ifade etse de, kadına yönelik şiddet toplumsal yaşamın en önemli sorunlarından biridir. Ve bu şiddetin en vahşi örnekleri “töre ve namus” adı altında işlenen cinayetlerde görülmektedir. Mevcut düzen koşulları altında kadına yönelik her türden şiddete ve gericiliğe karşı mücadele edilmesi ve acil demokratik istemlerin yükseltilmesi önemlidir. Ancak gerçek ve kalıcı çözüm için tüm kurumlarıyla çürümüş mevcut düzenin toplumsal bir devrimle yıkılması gerekmektedir. İşçi ve emekçi kadınlar bu bilinçle örgütlenmeli, mücadele etmelidir.