5 Eylül 2008 Sayı: SİKB 2008/36

  Kızıl Bayrak'tan
  Gürcistan krizi ve Türkiye
   Burjuvazi solunu aramaya devam ediyor!
Komutan yeni, parola eski:
Toplu görüşme süreci ve devrimci sorumluluk!

Metal sektöründe mücadele dinamikleri ve görevlerimiz

Metal TİS’lerine müdahale
sorumluluğu
  Canovate’deki saldırıya gereken yanıt verildi...
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  12 Eylül faşizminden hesabı işçi ve emekçiler soracak!
  Mehmet Beşeli ile 2008-2010 Metal Grup Toplu Sözleşmeleri üzerine konuştuk…/2
  Memlekette sendika(cılık) var mı ?..
Yüksel Akkaya
  Kapitalizmin “güçlü” kadını değil, sosyalizmin özgür kadını!
  Gerici savaşlar halkların birleşik direnişiyle yanıtlanmalıdır!
  Dünyadan...!
  McCain ile Obama’nın başkan adaylığı kesinleşti…
  Çok kutupluluğa doğru…- M. Can Yüce
  Sol liberalizm: İllüzyon tüccarları ve
kolera günleri / 1
Volkan Yaraşır
  “İki, üç daha fazla Vietnam!”
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Çok kutupluluğa doğru…

M. Can Yüce

Berlin’i ayıran duvarın yıkılışı ve Sovyetler Birliği’nin dağılışı ve göçmesiyle birlikte liberalizmin kesin zaferi ilan edildi. Bunun “tarihin sonu” olduğu kehanetinde bulunanlar (Fukuyama) oldu. Ayrıca emperyalizmin sona erdiğini, 21. yüzyılın bir “imparatorluk yüzyılı” olduğunu belirtenler oldu. Küreselleşmenin, bir bakıma “yeni bir dünya düzeni” demek olduğunu ve bunun da savaşlar yerine barışı getireceğini belirtenler oldu...

Ama bütün bu iddiaların, tumturaklı lafların ve değerlendirmelerin ideolojik hegemonyanın etkili birer unsuru olduğu çok geçmeden ortaya çıktı. 2. Emperyalist Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan iki kutupluluğa ve güç dengelerine dayalı dünya düzeni, Sovyetler’in yıkılışıyla birlikte yıkılmış, yerini tek kutuplu bir geçiş sürecine bırakmıştı. Askeri, politik ve biraz da ekonomik gücüne dayanarak ABD, bu geçiş sürecini kalıcılaştırmak, kendisinin tek ve rakipsiz olduğu bir dünya sistemi, kendi ifadeleriyle “Yeni Dünya Düzeni” kurmak ve 21. yüzyılı bir ABD yüzyılı haline getirmek için bütün gücünü ve olanaklarını, potansiyellerini harekete geçirdi...

NATO’yu bu amaca göre yeniden tanımladı ve yapısını yeniden düzenledi. Eski “Doğu Bloku” ülkelerini hızla kendi ekonomik, siyasal ve askeri hegemonyasına aldı. Yugoslavya’nın parçalanması, Doğu Avrupa ülkelerinin NATO’ya ve AB üyeliğine alınmaları bu amaca oturmaktadır. NATO ve AB’nin “Doğu’ya doğru” genişlemesi, Yugoslavya’nın parçalanması, en son Kosova’nın bağımsızlık kararının tanınması, aynı zamanda Rusya’yı Batı’dan çevreleme, etki alanlarını daraltma ve uzun vadede rakip olabilme potansiyellerini ortadan kaldırma stratejisinin bir gereğidir. Yine Ukrayna ve Gürcistan’da “renkli devrimlerle” kendi çizgilerine yakın hükümetlerin iş başına getirilmesi, anılan stratejinin çok etkili parçaları olmaktadır; bu, Batı’dan başlayan “çevreleme hareketini” güneyde sürdürme ve giderek çemberi tamamlama hareketidir.

ABD’nin Doğu Avrupa, Balkanlar ve Kafkaslar’da çok hızlı ve etkili bir tarzda yürüttüğü hegemonya mücadelesinin hedefinde Rusya’yı sınırlandırma, bölge ve dünya gücü olma olanak ve alanlarını sonuna kadar daraltma hedefi var. Bu hedefin genel olarak tek kutuplu dünya düzenini kalıcılaştırma, “Pax Amerikana” stratejisini rakipsiz hale getirme çizgisinin çok etkili bir parçası olduğu çok açıktır!

Öte yandan 11 Eylül’den sonra başlayan Afganistan işgali ve 2003’ten bu yana süren Irak işgali, hem dünya zenginlik kaynaklarını, bunların geçiş yollarını denetleme, Avrasya ve Ortadoğu alanlarına tek başına egemen olma, böylece kendi liderliğini rakipsiz bir biçimde her kesime kabul ettirme stratejisinin pratik uygulamalarıdır. Bunların bir yanıyla Rusya’yı ve diğer olası rakipleri sınırlandırma ve daraltma hedefine sahip olduğunu da vurgulamak gerekiyor.

Kısacası son yirmi yıla yaklaşan hegemonya kavgasının, savaşların ve diğer etkili çabaların ABD açısından tek bir hedefi var: Dünyayı tek başına ve rakipsiz yönetmek! Tek kutuplu dünyayı kurumlaştırmak ve bunu her devlete ve çevreye kabul ettirmek!

Peki, bunda tam anlamıyla başarılı oldu mu?

ABD’nin bu dünya stratejisinde her açıdan başarılı olduğu söylenemez. Başarısızlığın çok sayıda nedeni, iç ve dış etkeni var. Bir kez Sovyet sisteminin çöküşünden sonra emperyalist-kapitalist sistemin kendi içindeki çelişki ve çatışmaların gelişmesi ve bunun derinleşmesi kapitalist-emperyalist sistemin kendi doğasından kaynaklanıyordu. Gelişmelerin yönü “ultra emperyalizme” doğru değil, Lenin’in ana çizgilerini ortaya koyduğu emperyalizm teorisine doğruydu. Bunun anlamı, uzlaşma ve barışa dayalı bir uluslararası düzen değil, çıkar ve hegemonya mücadelesinin boyutlanacağı çok kutuplu bir dünya düzeninin kapitalist emperyalist sistemin özüne uygun olduğudur!

Nitekim bunun ilk önemli işaretlerini Irak savaşı öncesinde belirginleşen çelişkilerde gözlemledik. ABD, tam anlamıyla tek ve kibirli egemen olarak hareket etmeyi yeğlerken, önemli AB ülkeleri, Rusya ve Çin buna çok etkin ve önleyici tarzda olmasa da kafa tuttular ve böylece gelecekteki dünya düzeninin nasıl olması gerektiğini ve olacağını anlatmaya çalıştılar.  

Konumu ve stratejisi “dünya jandarmalığı” biçiminde tanımlanan NATO, aslında ABD’nin AB ve diğer üye ülkeler üzerinde denetimini sürdürme aleti işlevini gördü, görüyor. AB ülkeleri ise NATO’yu dünya hegemonya mücadelesinden kopmama ve güçleri oranında pay alma isteklerinin bir platformu olarak kullanıyor. Özellikle Afganistan’daki durumu ve işlevi bunu doğrulamaktadır.

Afganistan ve Irak işgalinin istedikleri gibi sonuca gitmemesi, tersine ağır politik ve psikolojik faturası, içte yaşanan ekonomik durgunluk ve kriz ABD’nin tek kutuplu dünya düzeni hayaline ağır darbeler niteliğinde oldu. Salt bu etkenler ve gelişmeler bile anılan hayalin ne düzeyde hayal olduğunu göstermeye yetti.

Ama bunların dışında da önemli gelişmeler oluyordu: Putin yönetiminde Rusya, ekonomik ve politik olarak kendisini toparladı, sahip olduğu petrol ve doğal gaz yataklarıyla, askeri gücüyle dünya hegemonya mücadelesinde var olduğunu önce söz düzeyinde, sonra eylem düzeyinde göstermeye başladı... Ağustos’un başında Rusya’nın, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya yaptığı saldırıyı fırsat bilerek askeri güçle Gürcistan’a verdiği karşılık, yeni bir dönemin kapılarını da açtı. Gürcistan Cumhurbaşkanı ABD’nin desteğine güvenerek Güney Osetya’ya saldırmış ve Rusya’nın bu düzeyde karşılık vereceğini hesaplayamamıştı. Belki de bu bir denemeydi ve Rusya’yı tümden hareketsiz bırakma çabalarının bir denemesiydi. Ama Rusya’nın yanıtı çok net ve sert oldu.

Bu yanıt, aslında ABD’nin Rusya’yı çevreleme demek olan Avrasya stratejisine verilen bir yanıttı. Ukrayna ve Gürcistan, ABD ve AB açısından olduğu gibi, Rusya açısından da stratejik öneme sahip iki ülke…  Petrol ve doğal gaz yollarının denetimi, coğrafi olarak Avrasya’nın denetimi bakımından çok önemli iki ülke… Gürcistan ve Ukrayna denetiminin tümden yitirilmesi Rusya açısından, petrol ve doğal gaz yolları üzerindeki denetim ve etkisinin yitirilmesi anlamına gelir. Stratejik olarak bu, dünya hegemonya mücadelesinden kopma ve bir dünya devleti olma hedefinden uzaklaşma anlamına gelirdi. Bu nedenle bu stratejik kaybı, stratejik ufuk yitimini göze almadı, ABD ile çatışmayı göze aldı. Bunu da açıkça dile getirmekten geri durmadı. Bu nedensiz değildi. Çünkü Rusya’nın Gürcistan savaşı, kendisinin tek kutuplu dünya hayaline, Avrasya stratejisine, tek egemen kibirliliğine vurulan ölümcül bir darbe niteliğindeydi…

ABD de Rusya’nın Gürcistan’a askeri müdahalesini çok önemli gördü ve savaş gemilerini Karadeniz’e yolladı, Polonya ile “füze kalkanı” anlaşmasını imzaladı...

AB ülkeleri de Rusya’ya tepki göstermekle birlikte bu, “ambargo”, yaptırım gibi daha sert bir politika düzeyinde gerçekleşmedi... Önümüzdeki süreçte AB ülkelerinin tümünün birleşik bir tutumla ABD’nin arkasında saf tutması hayli kuşkuludur, hatta olanaksızdır. Ancak AB ülkelerinin tümünün birleşik bir tutumla “bağımsız” bir çizgide yürümeleri de olanaksızdır. AB’nin bu “bohçalı yama” durumu önümüzdeki dönemde de varlığını sürdürme eğilimindedir.

Önümüzdeki dönemde ABD ile Rusya arasında uzun süreli bir uzlaşmanın gerçekleşmesi çok güç görünmektedir. Geçici uzlaşmalar her zaman olanaklı olabilir, ama çatışma ve hegemonya kavgası dünya gelişmelerinin önemli bir etkeni ve eğilimi olacaktır, hem de yeni boyutlar kazanarak… Bölgesel ve uluslararası güç ilişkileri ve dengeleri, bu iki blok ekseninde saflaşma doğrultusunda şekillenme eğilimindedir. Açılan yeni dönemin en önemli özeliklerinden biri de bu olacaktır.

Bir de bu hegemonya mücadelesinde “ileri karakol” rolü üstlenen hükümetler, işbirlikçi güçler için şunlar söylenebilir: Belli ki Polonya yönetici sınıfları tarihlerinden gerekli dersleri almamışlardır. Ülkelerini yabancı bir askeri gücün nükleer cephaneliği haline getirmeleri, ülkelerine ve halklarına “güvenlik” ve esenlik getirmesi mümkün mü? Aynı durum Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili için de geçerlidir: ABD’nin uçbeyliği rolünü oynamak, bırakalım ülkesine güvenlik getirmesi, bireysel olarak kendi güvenliğini bile sağlaması çok güçtür. TC hükümeti Boğazlar’ı ABD savaş gemilerine açmakla bu kavga içindeki yerini belirlemiştir. Bu kavgada bu “ileri karakollara” bindirilecek fatura, “atların tepişmesinde eşeklere düşen” faturadan başkası olmayacaktır! Bilinir, “atlar tepişir, eşekler ayakaltında ezilir!”

Dünyamız yeni bir döneme girmiştir. Kuşkusuz devrimcilerin bu dönemi bütün boyutlarıyla izlemelerinde, anlamalarında ve ortaya çıkarabileceği fırsatlardan yararlanmak için gerekli hazırlıkları yapmalarında kaçınılmaz bir zorunluluk var... Belirtmeye gerek yok ki, devrimciler, bu hegemonya kavgasının tarafı olmazlar, tersine hegemonya kavgasını ve bunun nedenlerini, sonuçlarını teşhir eder, bu kavganın ortaya çıkardığı fırsatlardan yararlanmasını bilirler. Bu fırsatları doğru değerlendirmek ise doğru bir kavrayış, doğru bir politika ve örgütlenme düzeyinden geçer...

2 Eylül 2008