22 Ağustos 2008 Sayı: SİKB 2008/34

  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist dünyanın iç ilişkilerinde yeni bir dönem
   Kontrgerilla: İşçilerin, emekçilerin ve
Kürt halkının can düşmanıdır!
Emperyalist savaş Ankara’daki işbirlikçilerin açmazını derinleştiriyor!
17 Ağustos deprem yıkımının tek sorumlusu sermaye düzeni ve devletidir!

Sermaye hükümetinin bakanları yolsuzluk batağında…

Toplu görüşmeyi toplu sözleşmeye çevirmek için…
  Belediyelerde grev hazırlıkları...
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Tersanelerdeki işçi ölümlerine karşı mücadelenin durumu ve görevler
  Mamak Kültür-Sanat Festivali’nin 5. yılında bütünlüklü ve güçlü bir politik faaliyet…
  Hacıbektaş Şenlikleri ve devrimci müdahale sorumluluğu
  Milletin parası...
Yüksel Akkaya
  Pakistan diktatörü general Pervez Müşerref çukura sürüldü
  Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi tamamlandı...
  Doğu Avrupa’ya “füze kalkanı” yeni savaşlara davetiye çıkarıyor!
  Dünyadan…
  Diyet öyküleri / 2...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Diyet öyküleri / 2...

Bir gün mutlaka!

Makineler büyük bir gürültüyle çalışmaya devam ediyordu. Kulakları sağır eden bu gürültüler arasında akıp gidiyordu zaman. Her gün bir önceki günün tekrarıydı. Ömürden eksiliyordu hep. Hiç kimsenin memnun olmadığı bir hayatın çilesi çekiliyordu. İşçiler de, patron da az kazanmaktan şikâyetçiydi. Dertlerin dağılımı da mal varlığının durumuna göre yapılmıştı. Az kazanan daha az, çok kazanan daha çok şikâyet ediyordu. Makinenin hızına yetişmeye çalışan ellerin, butona basmaya hazır bekleyen ayakların, ağrıyan başın çilesiydi bu, çeken bilirdi. Ama bu çileyi çekenlerin şikâyetleri pek duyulmazdı. Kendi kendine dertlenilip sabredilen bir çileydi, adına kader denilirdi. Fakat çile bitmiyor, ömür tükeniyordu bu sömürü cehenneminde.

Birden sessizliği yırtan bir çığlık duyuldu. Bütün başlar sesin geldiği yere çevrildi. Bu sesi, bu çığlığı tanıyordu herkes. Bu fabrikanın duvarları böylesine acı çığlıkları kaç kez yutmuştu. Kaç el, kaç kol kapmıştı fabrikanın canavara dönüşen makineleri. İşte yine aynı şey olmuştu. Makinelerin pasını silen yine işçi kanı oluyordu.

Çığlığın sahibi Mehmet’ti. İş arkadaşları onun sesinin bu derece güçlü çıkmasına neredeyse şaşıracaklardı. Suskunluğuyla bilinirdi. Acı hissetmiyordu. Hiçbir şey duymaz olmuştu. Her yeri uyuşmuştu sanki. O an ölümün ne kadar yakın olduğunu düşündü. Şimdi Mehmet kendinden geçmiş, hafızasından kopuk kopuk geçen hatıralara dalıp gidiyordu. Sanki ölmeden önce yaşadıklarını son kez gözden geçiriyor, hayatında eksik bıraktığı şeylere hayıflanıyordu. Hatırladıkça geride ne kadar “keşke” ile biten anı bıraktığını görüyordu. Hayatını yeni baştan yaşıyor gibiydi.

Mehmet, Kütahya’nın köylerindendi. Askerliği bitireli 5 yıl olmuştu. Bu beş yıl içinde birçok fabrika değiştirmiş, nihayet 1.5 yıldır çalışabildiği bu fabrikaya girmişti. Köyden gelip de uzun süre bir fabrikada çalışmanın kıymetini biliyor, az maaşa sesini çıkarmıyordu. Yaşının bu kadar genç olmasına rağmen ne zorluklara katlanmıştı. Bu kısa zaman onu daha da yaşlandırmıştı.

Hatırladı. Bazı arkadaşları maaşların düşük olmasından, 12 saati bulan ağır çalışma koşullarından, sık sık yaşanan iş kazalarına önlemler alınmamasından dolayı bir araya gelmeye başlamış, Mehmet’i de çağırmışlardı. Bu gibi sorunların konuşulduğu toplantılara sonradan Mehmet de katılmış ama genellikle sessiz kalmıştı. Aslında konuşulanların hepsi tüm işçilerin yaşadıkları ortak sorunlardı. Önceleri, tüm bu sorunların kaderleri olduğunu düşünmek kolayına geliyordu Mehmet’in. Ancak zaman geçtikçe hayatında hiçbir şeyin değişmemiş olması Mehmet’i de kara kara düşündürecek, sabrını artıran “her şeyin iyi olacağı, kaderin bir gün onun da yüzüne güleceği” düşüncesi zamanla kaybolacaktı. İyimserliği, kendisini de çarklarının bir dişlisi gibi hissettiği makinelerin içinde öğütülecekti.

Bu toplantılarda en çok dikkat çeken işçi bir kızdı, ismi Ezgi’ydi. Anlattıklarıyla herkesi öyle kolay etkiliyordu ki kimse ona “sen yanlış düşünüyorsun” diyemiyordu. Mehmet de çok etkilenmişti Ezgi’den. Tarif edemediği bir duyguya kapılıyordu Ezgi’yi dinlerken. Ezgi, arkadaşlarına, aslında fabrikanın zarar etmediğini, patronun kârda olduğunu, fabrikanın sürekli yeni rekorlar kırdığını söylüyor ve patronun bunları ağzı kulaklarında anlattığı gazete haberlerini gösterip ekliyordu: “Patronun geliri arttıkça, bizim yaşam koşullarımız daha da kötüye gidiyorsa bu adil midir? En büyük hırsızlık emek hırsızlığıdır. Bugün bizim emeğimizin üzerine bolluk içinde bir hayat kuranlar tarihin görmüş olduğu en büyük soygunculardır. Yasalara göre hırsızlık yapmak suçsa neden bu emek hırsızlarının yakasına adalet yapışmıyor? Çünkü yasaları onlar, yani bizim sırtımızdan geçinen bir avuç para babası kendi çıkarlarına göre düzenliyor.”

Birçok işçi Ezgi’ye hak vermesine rağmen iş adım atmaya gelince ilk önceleri kimse yerinden kıpırdamıyordu. Fabrikada gruplaşmalar vardı ve kimse kimseye güvenmiyordu. Bir takım söylentiler, dedikodular bir şekilde yayılıyor, böylece işçilerin birbirine olan güvensizliği artıyordu. Kim ki durumundan şikâyet eder, haber anında yayılırdı. İşçilerin ne cesaretleri ne de kendilerine ve arkadaşlarına güvenleri vardı. Bunu açıkça Ezgi’ye de söylüyorlardı.

Ezgi o zaman şöyle diyordu arkadaşlarına: “Bugün cesaretlerini kaybedenler yarın onurlarını da kaybedecekler. Çünkü karşı çıkmadığımız her haksızlık, sessiz kaldığımız her adaletsizlik bizim en önemli yanımızı, insan olma özelliğimizi, düşüncelerimizi ve duygularımızı da silecek. Sadece emeğimizi çalmıyorlar. İnsan olmaya dair her şeyimize göz koydular. Köle pazarında sıraya girmiş köleler yaratmak istiyorlar bizden. İstiyorlar ki ne söylerlerse kanalım, her şeye biat edelim.”

Mehmet de aslında çocukluğundan beri gözünü budaktan sakınmayan cesur bir gençti. Ama nedense burada kendisi gibi yaşamayan, işçilik yapmayan başka bir dünyaya ait ve zenginliklerini kendine zırh yapmış insanlardan korktuğunu hissetmişti. Ya da adını koyamadığı bir duyguydu hissettiği, karşısında, kendini zayıf hissetmesine neden olan bir güç vardı. O gücün ne olduğunu çözememiş, nedenini araştırmaya da yeltenmemişti. Bu nedenle çok iyi hatırlıyordu Ezgi’nin söylediklerini.

Ve “cesaret” diyordu Ezgi,“ne doğuştan sahip olunan bir meziyet, ne de doğaüstü bir güçtür. Cesur olmanın temelinde haklı olmak vardır. Haklı olduğuna inanan insan ancak gerçekten cesur olur. Haklı olmayanlarsa hak yiyorlardır. Ki, güçlerini inandıkları haklı bir davadan değil, parayla, haksız kazançla yarattıkları koruma ordularından, silahlardan alırlar. Bu yüzden kaybetmeye mahkûmdurlar. Çünkü tüm sömürücüler, haksız olduklarını bildikleri için her zaman bir korkuyla yaşarlar. Kaybedeceklerini anladıkları andan itibaren kendilerini koruduğunu düşündükleri o zırhlar içinde yolun sonunu görürler ve kendilerini kurtarma telaşına kapılırlar. Parayla yaratılan saltanat sarsılmaya başlayınca ortada ne cesaret, ne şan şöhret kalır. Güven meselesine gelince... Kendi haklılığına güvenmeyen bir insanın başkasına güven duyması imkânsızdır. İnsan kendi haklı davasına inanacak önce. Haklı davasını savunan insan dönüp de arkasına bakmaz, peşimden gelen var mı diye. Çünkü onun gözü zafere, hakkını almaya kilitlenmiştir. Ve sadece korkaklar dönüp arkasına bakarlar. Önce kalabalık olunup sonra haklı olunmaz. Önce haklı olunduğu bilince çıkarılır sonra haklılık o kalabalıkları yaratır. Ve siz diyorsunuz ki ‘kimse kimseye güvenmiyor, bir elin beş parmağı var ama beşi de ayrı.’ Ben de diyorum ki size, evet, bu doğru ama o eller sıkılınca yumruk olmasını da biliyor.”

İşçiler artık her hafta sonu bir başka yerde sürekli toplantı yapmaya başlamıştı. Bu toplantılara katılan işçilerin bir kısmı, önceleri daha çok Ezgi’yi dinlemek için geliyordu. Ezgi’nin diğer fabrikalarda çalışan arkadaşları da toplantılara katılmaya başlamıştı. İşçiler, hem fabrikalarda uğradıkları haksızlıklar üzerine konuşuyor, hem de sanayi bölgesindeki ve ülkedeki diğer gelişmelerle ilgili görüş alışverişinde bulunuyorlardı. Mehmet de farketmişti bu toplantılarla birlikte işçilerin birbirlerine olan tavırlarının, hayata bakışlarının değiştiğini. Artık fabrikada kimse kimseyle küfürlü konuşmuyor, kimse zamanını birahanelerde, barlarda geçirmiyordu. Kadın ve erkek işçiler arasında tam bir kardeşlik yaşanıyor, eski yoz ilişkilerden eser kalmıyordu. İşçiler birbirleriyle yardımlaşmaya da başlamışlardı. İşçiler arasında bir fon kurulmuştu. Kimin yardıma ihtiyacı varsa bu fondan karşılanıyordu. Her fabrikadan bir-iki temsilci seçilmiş görev dağılımı yapılmıştı, yaşanan sorunlar nedir diye. Hatta evli erkeklerden eşlerine kötü davranan, ev işlerine yardımcı olmayanlar varsa eleştirilerek davranışlarının değiştirilmesi sağlanıyordu. Kötü alışkanlıklarından vazgeçmeyenler, sadece zaman geçirmek için toplantılara katılanlar dışlanıyor, bir dahaki toplantıya alınmıyorlardı. İlerleyen zamanlarda kadın işçilerin de toplantılara daha çok katılıyor olması herkesi şaşırtıyordu. Ayrıca ortak bir kütüphane kurulmuş, hemen herkes düzenli olarak kitap okuyordu. İşçiler bir araya geldikçe yeni fikirler ortaya çıkıyordu. En son bir işçi gazetesi çıkarılması planlandı. Böylece işçiler yaşadığı sorunları herkese duyurabilecekti.

İşçilerdeki bu değişimi tabii ki patron da farketmişti. İşçilerin maaşlarında hiçbir artış olmamasına rağmen, her zaman asık suratlı olan işçilerin bu neşeli tavırları patronu huylandırıyordu. Dedikodu mekanizmasının asıl kaynağı olan patronun içerdeki adamları artık işçilerden bilgi toplayamıyordu. Çünkü işçiler onlarla muhatap olmuyor, hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorlardı.  

Ezgi de anlamıştı fabrikada bu yeni durumun ortaya çıkmaya başladığını. Diğer fabrikalardan da benzer duyumlar alıyorlardı. Patronlar anlamıştı işçilerin uyanmaya, birlik olmaya başladığını. Artık daha fazla beklemeye gerek yoktu. Zaten en güvenilir öncü, bilinçli işçilerle ayrı toplantılar yapılmaya başlanmış, bir işçi komitesi kurulmuştu. Mehmet de bu komitenin içindeydi. Aslında bunu Mehmet değil işçiler istemişti. Mehmet de kabul etmek zorunda kalmıştı. Belki toplantılara sonradan katılmış ve az konuşuyordu ama konuşunca öz konuşuyordu. Bir şey yapılması ya da söylenmesi gerekiyorsa eğip bükmeden doğrudan söylüyor, söylediğini de yapıyordu. Şimdiye kadar hiçbir arkadaşıyla gereksiz tartışmaya girmemiş, kavga etmemişti. Arkadaşları tarafından çok seviliyordu. Kimsenin arkasından konuştuğu duyulmamıştı. Yalan söylemezdi. Güvenilir olmaya güvenilirdi ama kolay ikna olmuyordu. Meseleyi iyice anlamaya çalışıp ondan sonra tamam diyordu. Çocukken de böyle yapardı. O yüzden ailesi ona keçi gibi inatçı derdi. Ama inatçılık değildi Mehmet’in yaptığı. Yapacağı işi ciddiye alır, her şeyi düşünürdü. Bu yüzden Ezgi onunla uzun uzun konuşmak zorunda kalıyordu. Ama Mehmet’in aklı ilk başlarda sendika olayına bir türlü yatmamıştı. Sendikalı olmanın ne faydası olacağını bir türlü anlayamamıştı. Ayrıca zar zor bir iş bulmuş çalışıyor, işini kaybetmekten korkuyordu. Okuması için Ezgi ona kitaplar, romanlar vermiş ama Mehmet hepsini tam okumamıştı. Bazılarına şöyle bir bakıp geçmişti. Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, işçilerin, emekçilerin hakları gibi konulara değiniyordu kitaplar. Ezgi’den aldığı kitaplar arasında en çoksa romanları ve şiir kitaplarını sevmişti. “Dünyanın en tuhaf mahlûku” şiirini ezberlemişti hatta. Bu şiir, kendisi gibi amaçsızca yaşamış umutsuz insanları hatırlattığı için hoşuna gidiyordu. Tanıştıklarından beri Ezgi ona ne çok şey anlatmıştı. Neden bir avuç para babasının gittikçe zenginleşmesine rağmen, milyarlarca insanın daha da yoksullaştığını... Emperyalist tekellerin çıkarına yapılan işgalleri, haksız savaşları, katledilen mazlum halkları… Farklı uluslardan, milliyetlerden halkların ne zaman gerçek manada kardeşçe, bir arada yaşayabileceğini… Bu düzende ne yoksulluğun ne de işsizliğin niçin sona ermeyeceğini…

Ve en çok da kendini, kendilerini anlatıyordu Ezgi. “Ben” diyordu,“‘milyonlarca işçi ve emekçinin haklı davası için mücadele ediyorum.’ Giydiğimiz giysiyi, yediğimiz ekmeği, bindiğimiz arabayı, oturduğumuz binaları, yolları, her şeyi, ama her şeyi kendi nasırlı ellerimizle üretiyoruz. Ama aç açıkta kalan hep biz oluyoruz. Devrin cefasını biz çekiyoruz ama sefasını bir avuç asalak sürüyor. Fakat bu haksız düzen böyle gitmeyecek. Kısa çöp uzun çöpten elbet alacak hakkını. Gel katıl sen de bize. ‘Gerçek yaşamda seyircilere yer yoktur. Herkes katılır yaşama.’ Kendi haklı davasını savunamayanlar telef olur başkalarının çıkarları için. Sen de biliyorsun bu fabrikanın canavara dönüşen makineleri kaç işçinin kolunu yuttu. Peki, ne oldu sonra. Ne değişti. İş kazalarını önlemek için ne gibi önlemler aldı patron. Neden gösterilen yalancı şahitlerle dikkatsizlik tutanağı tutuldu. O iş kazası geçiren işçi arkadaşlarımıza sadaka niyetine verilen paraların dışında ne yapıldı. Safını seçmelisin artık. Ya mazlumdan yanasın, ya da zalimden... Ya sömürenden, ya da sömürülenden… Başka bir yol, başka da bir seçenek yok. Karamsarlığından kurtul artık. İnan, bu karanlık uzun sürmeyecek. Yaşadığımız sadece kısacık bir güneş tutulması. Bir gün gelecek güneş bizim için de doğacak. Açlık, yoksulluk olmayacak. Kardeş kavgası son bulacak. ‘Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçe’ yaşayacağız. Ne sen ben, ne zengin fakir... Herkes eşit olacak. ‘Yârin yanağından gayri her yerde hep beraber’ olacağız. Birlikte paylaşacağız ekmeği aşı. İnsanın bir başka insan tarafından sömürülmediği bir gelecek bizi bekliyor. Haydi, uzat elini bize. Elini elimin, yüreğini yüreğimin yanına koy.”

O an Mehmet elini yoklamak istedi. Elini hissetmedi. Eli neredeydi? Ezgi’nin elinde kalmış olmalıydı eli. Etrafına bakınmaya çalıştı. Gözleri hiçbir şey seçemiyordu. Boğuk boğuk sesler duyar gibi oluyordu. O’nu hızla bir yerlere taşıyorlardı sanki. Uçan bir halıda gibiydi. Bir yerlerden gelen siren sesleri miydi duyduğu. Elbiseleri yapış yapış olmuştu. Ne bulaşmıştı üzerine? Sonra yine yarım bıraktığı anılara daldı, gözleri kapandı.

Ezgi’yi son kez gördüğü güne döndü Mehmet. Bu görüşmenin bir veda olduğunu anlamamıştı. Ezgi ise, etrafta olağanüstü bir durum olduğunu çoktan farketmişti. Fabrikaya sendika getirebilmek, işçilerin en azından haklarının bir kısmını alabilmesi için çok az bir zaman kalmıştı. Oradan ayrılması gerekiyordu. Aksi takdirde bugüne dek harcanan bunca emek boşa gidecekti. Çünkü patronlar işçilerdeki değişimin asıl kaynağının Ezgi olduğunu anlamıştı. Ezgi için bir komplo hazırlanmış, tutuklanması için tüm planlar yapılmıştı. Ezgi daha erken davranıyordu. Bu kadar mesafe aldıktan sonra hiçbir şey yarım kalmamalıydı. En güvendiği arkadaşına buradaki mücadeleyi devretmeliydi. Hafta sonu olması bir şanstı. Pazartesi burada olmayacaktı. Sendikalaşma çalışması farkedilmesin diye artık kalabalık toplantılar yapmıyorlardı. Son zamanlarda sadece işçi komitesi düzenli toplantı yapıyordu. Pazartesi’den itibaren notere gidilip sendika üyeliklerinin başlatılması gerekiyordu. İşçi komitesinin toplantısı vardı birazdan. Toplantı bir işçinin evinde yapılacaktı. Önce oraya gidip son kez bir durum değerlendirmesi yapılmasını sağlamalıydı. Toplantıdan sonrada Mehmet’le özel olarak konuşmalıydı. Nedenini Ezgi de bilmiyordu ama sanki fabrikadaki işçilerin, sendikanın geleceğini Mehmet’e bağlıymış gibi hissediyordu.

Komite toplantısında her şeyin planlandığı gibi yürüyeceği görünüyordu. 500 kişinin çalıştığı fabrikada 380 işçi yüz yüze yapılan konuşmalarda sendikaya evet demişti. Çoğu işçi başka kimlerin sendikadan haberi olduğunu bile bilmiyordu. Patronun ve adamlarının duymaması için her şey titizlikle tam bir gizlilik içinde yapılıyordu. Sendikayla ilgili hiç konuşulmayanlarsa fabrikanın idari personeli ve patron yalakalarıydı. Toplantı bittiğinde herkesin yüzünde bir gülümseme vardı. Herkes alınan kararları kendi bölümlerindeki işçilere, daha alt komitelere ulaştırmak için acele ediyor, sabırsızlanıyordu. Yarın büyük gün olacaktı. Organizenin kaderi değişmeye başlayacaktı. Ezgi, Mehmet de dahil komitedeki işçileri, Pazartesi günü fabrikada olması durumunda patronun dikkatini çekeceğini, zaten kendinden şüphelendiğini, bu yüzden hasta olduğu bahanesiyle işe gelmemesinin en doğrusu olduğuna ikna etti. Artık işçiler ayrılmaya başlamıştı. Ezgi için bu anın bir vedalaşma olduğunu hiçbiri anlayamıyordu. Ezgi, arkadaşlarının ellerini her zamanki gibi kuvvetlice sıkıyordu belki ama damarlarında hızlı akan kanın avuçlarına vuran sıcaklığını sadece Ezgi hissedebiliyordu. Mehmet de çıkmak üzereydi ki, Ezgi, “biraz dışarıda konuşabilir miyiz” deyince şaşırdı.

Birlikte dışarı çıkıp her zaman gittikleri parktaki ağaçların arasında, aynı banka oturdular. Bu bir tesadüf değildi. Yeri Ezgi seçmişti. Sıcak bir gündü ama esmeye başlayan rüzgâr hafif bir serinlik taşıyordu. Rüzgârda birbirine değen yaprakların çıkardığı sesi dinlediler önce. Hava birazdan kararacaktı. Vedalaşmak için en uygun andı. Ezgi Mehmet’e döndü ve “ne düşünüyorsun?” dedi, “yarına az kaldı!” Mehmet durdu, gökyüzüne baktı, batmakta olan güneşi gösterdi ve “yarın güneş bizim için doğacak” dedi gülümseyerek. Ezgi, Mehmet’e “demek konuştuklarımızı hatırlıyorsun” derken yüzünden mutluluğu okunabiliyordu. Mehmet ise cevap vermedi. Bu sözü Ezgi’den duymuştu ama bu cümle aynı zamanda bir türküde de geçiyordu. Aklı türkünün diğer sözlerindeydi; “ama inan ki sevdiğim, güneş yine doğacak…” Mehmet yutkundu, bakışlarını kaçırdı. Ezgi onun için neyi ifade ediyordu? Bir dost, bir can yoldaşı belki ama daha fazlası olamazdı. Bunu ilk defa düşünmüyordu aslında. Ezgi’yi tanıdığından beri ona karşı farklı bir duygu hissetmişti. Ama alışkanlığıydı, gerçekleşmeyecek şeylere bel bağlamıyor, umut etmiyordu.

Ezgi’nin gözleri saatine gitti. Acelesi varmış gibi konuşmaya başladı. “Yarın ne olursa olsun başladığımız işi bitirmeliyiz. Sadece bizim fabrikadaki 500 işçinin değil, sanayideki onbinlerce işçinin kaderi yarın değişecek. Gecemiz ve gündüzümüz belli olacak. Patronlar düşük ücretlerle 12 saat boyunca bizleri köle gibi çalıştıramayacak. Üç kuruşa çalışmamızın karşılığında ellerini, kollarını kaybeden, canlarından olan arkadaşlarımızın ödediği diyetin hesabını soracağız. Emeğimizin gerçek karşılığını almaya başlayacağız.”

Sonra durdu Ezgi. Parkta gezinen, oynayan çocuklara baktı. Yanlarından geçmekte olan bir kız çocuğunun kıvırcık saçını okşadı. Çocuk tüm şirinliğiyle Ezgi’ye ve Mehmet’e bakarak gülümsedi. Ezgi; “bak” dedi, “çocukların gözlerindeki o masumluğu, o ışıltıyı görebiliyor musun? Küçücük yüreklerindeki aydınlıktan karanlık bir dünyaya gülümsemeyi, ışık saçmayı nasıl da başarabiliyorlar. Ya biz ne yapıyoruz. Onlara karanlık bir dünyayı, geleceği miras bırakmaktan başka… Eğer istersek aydınlık, güzel bir geleceği çocuklara miras bırakabiliriz. Yarından başlayarak...”

Yine bir suskunluk girdi araya. Ezgi ilk defa böylesine derinlere dalıp çıkarak konuşuyordu. Çantasından bir kâğıt çıkardı, Mehmet’e uzattı. “Sıkı tut bunu” dedi ve ekledi; “yüreğinin avucunda sıkı tut. Ne başın önüne düşsün ne de yüreğine karamsarlık. Bir gün gelecek “topraktan, ateşten ve sudan doğanların en mükemmeli doğacak bizden. Ve insanlar ellerini korkmadan, düşünmeden, birbirlerinin ellerine bırakarak yaşamak ne güzel şey diyecekler. O vakit hiçbir ağaç böyle harikulade yemiş vermemiş olacaktır.’ ”

Ezgi sözlerini bitirdiğinde gözleri Mehmet’in yüzüne değil uzaklara bakıyordu. Eklemeyi ihmal etmedi; “Acele etme. Şimdi okuma. Eve gidince okursun.” Mehmet heyecanını saklamak için başını çevirdi. Kâğıdı elinde sımsıkı tutuyordu. Kâğıt adeta eliyle bütünleşmiş, harfler sanki avucundan yüreğine süzülmüştü. Yarım kalan türkünün sözleri geldi aklına. Yoksa Ezgi mi tamamlamıştı gerisini. Ama Ezgi öylesine yoğun yaşıyordu ki nasıl böyle şeyler düşünebilirdi?

Şimdi ikisi de oradan ayrılmak için acele ediyordu. Mehmet’in aklı kâğıtta yazılanlarda, Ezgi’ninse birazdan başlayacak olan bir başka büyük yolculuktaydı. “Karda hafif adımlarla” ilerlenen bir yolculuktu bu. Gösterişsiz ve tereddütsüz… Ama bir serüvencinin heyecanını kuşanarak…

Mehmet gözlerini açtığında ne parkta ne de evindeydi. Başını çeviremediğinden etrafını göremiyordu. Beyaz bir çarşafla örtülü bir yatakta, başka bir beyaz çarşaf üzerine örtülü öylece yatıyordu. Burada ne arıyordu, kaç gündür buradaydı, hiçbir şey hatırlamıyordu. Aklına Ezgi geldi, bıraktığı kâğıdı anımsadı. Sol elinde olmalıydı. Avucunu açmak istedi, başaramadı. Kendini zorladı, aklı yeniden o Pazartesi gününe gitti.

Ezgi dediği gibi fabrikaya gelmemişti. Ama hiç kimsenin beklemediği bir şey olmuştu. Patron ilk defa gördükleri bazı adamlarla çalışma saati başlamadan önce fabrikaya gelmişti. Herkese Ezgi’yi soruyorlardı. Patron yalakalarının söylediğine göre Pazar gecesi Ezgi’yi evde bulamayınca patron ve polisler Ezgi’yi bulabilmek, yerini arkadaşlarından öğrenebilmek için fabrikaya gelmişti. Ama kimsenin Ezgi’den haberi yoktu. Ezgi’yi bulamamışlardı. Ortaya çıkan bu karmaşa yüzünden işçiler sendikaya üye olma konusunda tedirginlik yaşamışlar, komitenin de inisiyatif gösterememesi sonucu bu dağınıklık giderilememişti. Birçok işçi Mehmet’e bakmış, ama Mehmet her nedense gereken adımı atamamıştı. Bunun üzerine araya zaman girmiş ve böylece işçiler sendikalı olabilme şansını kaybetmişlerdi. Bu olaydan sonra Mehmet, Ezgi’ye verdiği sözü yerine getiremediği, Ezgi’nin ona emanet bıraktığı emeğe sahip çıkamadığı için sürekli kendini suçlu hissetmişti. Kendisine böyle bir sorumluluk düşeceği hiç aklına gelmemiş, kendini buna göre hazırlamamıştı. İş başa düştüğündeyse artık çok geçti.

Şimdi Mehmet aynı vicdan azabını yeniden duyuyordu. Ama Ezgi’ye ne olmuştu? Kendisine verdiği kâğıtta ne yazılıydı? Onu affetmiş miydi acaba? Yahut da olan bitenlerden haberi var mıydı? Şimdi neredeydi? Mehmet katlanarak artan vicdan azabını yeniden hissederken, eline yeniden bakmak istedi, kolunu hareket ettiremiyordu. Diğer kolu sargılı olmasına rağmen parmaklarını hissedebiliyordu. Ama sol kolunu bulamıyordu. İş kazası geçirdiğini hatırladı acıyla. Düşerken de başını yere çarpmış olmalıydı. Hastanedeydi. O esnada odaya hemşire girdi. Mehmet’e bakıp “demek kendinize geldiniz” dedikten sonra, bir zarf uzatarak devam etti: “Bunu genç bir bayan getirdi. Size çiçek de bırakmak istemişti ama biz yoğun bakımda olduğunuzdan dolayı çiçeği odanıza alamadık.” Mehmet zarfın içindeki kâğıtta sadece küçük bir not gördü: “Geçmiş olsun. Ödediğimiz tüm bedellerin ve diyetlerin hesabını bir gün mutlaka soracağız. Bir gün mutlaka görüşeceğiz. Bir gün mutlaka... Ezgi”

Mehmet şimdi hatırladı yüreğinin avucunda sakladığı o kâğıtta yazılanları. Çünkü okur okumaz ezberlemişti. Kâğıtta bir şiir yazılıydı ve şiir bittikten sonra “bir gün mutlaka” yazıyordu. Şiiri kendi kendine mırıldanmaya başladı:

“Umudun öyküsünü yazmak bize düştü.

Bize düştü sunmak hayata ömrünün baharını.

Acıları tas tas içmek,

Kan tükürmek ihanete,

Direnci resmetmek bize düştü.

Bize düştü gözyaşsız ağlamak genç ölümlere.

Yetim şafaklara kardeş olmak,

Alayla yürümek karanlıklara,

Özgürlüğü fethetmek bize düştü.

Hasret vurgunuyla yanmak,

Vedalaşmadan yürümek sonsuzluğa,

Geleceğe köprü olmak bize düştü.”*

Ve devamını kendisi ekledi: Hiçbir şey yarım kalmayacak artık. Ne başım önüme düşecek ne de yüreğime karamsarlık. Yarın güneş bizim için de doğacak. Bir gün mutlaka… Bir gün mutlaka…

Mehmet artık sol elini kullanamayacak, yumruk yapamayacaktı belki ama yüreğinde sıktığı yumruk asla gevşemeyecekti.    

H. Eylül

 

* Şiir: Adnan Yücel