25 Temmuz 2008 Sayı: SİKB 2008/30

  Kızıl Bayrak'tan
  Rejim krizi ve sol
   ABD’den Ankara’daki işbirlikçilerine
etkin taşeronluk rolü!
Düzen içi çatışmanın gölgesinde
solculuk çıkmazı…
TİB-DER’den Meclis araştırma raporu açıklaması...

Belediye işçilerine polis saldırısı... 

Arser işçisiyle dayanışmaya!
  Toplu görüşmeyi toplusözleşmeye çevirmek için devrimci kamu emekçilerini bekleyen görevler…
Saldırıları püskürtmek, hakları kazanmak ve
grevli-toplusözleşmeli sendika hakkı için grev!
  Emekçilerden kesilen kaynaklar militarizme aktarılıyor!
  Ulucanlar’dan Hrant Dink’e...
  Bayrampaşa Cezaevi “törenle” kapatıldı...
  Metal işçileri sermaye işbirlikçisi faşist çeteden hesap sormalıdır!
  Sincan İşçilerin Birliği Kurultayı Sonuç Bildirgesi:
  Temmuz bültenlerinde
sınıf dayanışması...
  Savaş kundakçıları Afganistan’daki fiyaskoyu itiraf ediyor!
  DTP Kongresi vesilesiyle bazı değerlendirmeler
M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

DTP Kongresi vesilesiyle bazı değerlendirmeler

M. Can Yüce

DTP, 2. Kongresi’ni Ankara’da gerçekleştirdi. Ahmet Türk Genel Başkan seçildi. İmralı çizgisindeki basın, 2. Kongre ve aldığı kararları, “Yeni bir sürecin başlangıcı” olarak değerlendirdi. Kongreden alınan güçle, DTP yönetiminin bundan böyle yaşadıkları hata ve eksikliklerden hızla arınmaları ve demokratik çalışmaları etkin bir biçimde yoğunlaştırmaları istendi…

DTP veya “yasal parti” çalışmaları her dönemde tartışma konusu olmuş, içinde yaşanan gelişmeler mercek altına alınmıştır. Bugüne kadar yasal parti çalışmaları ve bunun aktörleri başarılı görülmemiştir; hem PKK ve “taban” tarafından, hem de onun dışındaki politik aktörler tarafından… Başarısızlık, bir olgudur, hem kendisine yüklenilen misyon açısından, hem de genel ölçülerdeki politik hedefler açısından… Ancak bu başarısızlığın nedenlerini kavrama ve ortaya koyma bakımından doğru veya doğruya yakın bir değerlendirmenin ortaya konulduğunu söylemek çok güçtür, neredeyse olanaksızlık düzeyinde…

DTP veya daha öncekileri de katarsak, yasal parti çalışmalarına yüklenilen misyon nedir? Bu misyonu yerine getirmede neden başarısız oluyorlar? Gerçekten kongrelerin, merkezlerin, genel başkan ve diğer kurulların, gerçek anlamda bir iradeleri, bir yönetme ve karar verme güçleri, olanakları var mı? Eğer yoksa egemen medyada yapılan “Şahinler-Güvercinler” yakıştırmasının bir anlamı var mı? Kanadı, gagası ve pençeleri olmayan bu “kuşların”, uysallığı veya yırtıcılığı bir anlam ifade edebilir mi? Bu sorulara doğru yanıtlar verilmeden yapılacak değerlendirmelerin gerçeği yansıtması ve bu anlamda bir değer ifade etmesi olanaklı değildir! Bu sorulara kısa kısa yanıtlar vermeye çalışacağız.

DTP’nin gerçekleştirdiği 2. Kongre’de “birlik ve bütünlüğünü” perçinleyerek çıktığı ve yeni dönemde Çatı Partisi hedefi doğrultusunda çalışılacağı değerlendirmesi yapılmaktadır. Demokratik Özerklik kavramının hatırlatılması ve “Çözüm adresinin İmralı olduğu” yönündeki vurgular, yine kongrede öne çıkan mesajlar oldu.

Hemen belirtmek gerekir ki, bu gerçek anlamda, “iradesizler topluluğunun” çözümsüzlük beyanıdır, zaten bundan başka bir mesajın çıkması da olanaksızdı. Gerçek başarısızlıklarının temel nedeni de budur! Yani iradesiz olmalarıdır. Üstten belirlenen, yetkisi olmayan, ama bütün sorumluluğu taşıyan bir politik “kadro”nun başarılı olma şansı olabilir mi?

Başka bir nokta: “Birlik” vurgusu hep öne çıkarıldığına göre, bu, bu alanda önemli bazı sorunların varlığına da işaret etmektedir. Egemen medyada bu, “Şahinler-Güvercinler” biçiminde yansıtıldı. Gerçeklikte ise böyle bir ayrım yok; var olan esasla, politik çizgi ve stratejiyle değil, “üslup farkı” ile ilgili bir durumdur. Biraz açmakta yarar var.

Mücadelenin 1990’lı yılların başında kitlesel boyutlar kazanması, bunun kendisini serhildanlar biçiminde ortaya koyması ile birlikte yasal parti çalışması da bir zorunluluk haline geldi. Ancak bu çalışma alanı ve örgütlenmesi, devrimci mücadelenin devrimci bir bileşeni olmaktan çok, kitleselleşmenin bir sonucu olarak siyaset yapma ihtiyacı duyan Kürt egemen ve orta sınıflarının kendilerini ifade etmeye başladıkları bir alana dönüştü. Öyle olmakla birlikte bunun yine de ikili bir yönü var: Bir yandan mücadelenin esas yükünü çeken, her türlü fedakârlığı göstermekten çekinmeyen Kürdistan emekçileri, yoksul sınıf ve tabakaları, bir yandan da “üst” sınıfların kendi sınıfsal kimliklerine göre siyaset yapma ihtiyaçları doğrultusunda bu yasal zeminde boy göstermeleri gerçeği…

Ama esas olarak Öcalan tarafından bu alana yüklenilen işlev, düzen ve devletle bir köprü oluşturmaktır. Bunun, her dönemde farklı biçimler ve kapsamlar kazansa da özü hep aynı kalmıştır. Bugün de yüklenilen misyon budur. Dolayısıyla DTP’ye uzanan partilerin devrimci mücadelenin ihtiyaç duyduğu bir işlevi olmadı, olması da mümkün değildi… Bu geniş bir konu, başka bir tartışma konusudur, birçok yazımızda bu konu genişçe değerlendirilmiştir!

Yine yasal zeminde politik çalışma ve örgütlenmenin görece özerk bir yapısı ve işleyişi olmadı. Yönetimi ve kadroları, “irade” olarak tanımladıkları iktidar sisteminin belirlediği çizgide, bir bakıma “kapıkulları” düzeyinde bir işlev gördüler. Bu alandaki yönetim ve kadroların hiçbir zaman politika oluşturma ve karar süreçlerinde etkin olma konumları ve güçleri olmadı. Başka bir ifadeyle, hep “üstten belirlendiler”, onlara düşen buna eksiksiz uymaktı. Aslında bu durum PKK merkez ve kadroları için de aynen geçerlidir. Tek kişiye dayalı despotik iktidar yapısı ve ilişkileri, çok daha katı bir biçimde yasal alan çalışmalarına da yansımıştır. Çizgi belirleme, politika yapma ya da politika yapma süreçlerini etkileme şansı ve olanağı olmayan kadroların kendi aralarında yaşadıkları sorunlar, bu nedenle, ideolojik ve politik olmaktan çok, bireysel düzlemde, daha fazla kariyer elde etme ve bunun sağladığı olanaklardan yararlanma kaygılarından kaynaklanmaktadır. Bu olayın bir boyutudur.

Bir de çizginin yorumunda kimi farklılıklar çıkmaktadır, bu da öze ilişkin değildir veya belli bir kopuşu anlatmamaktadır. Egemen Türk medyasında Aysel Tuğluk “güvercin”, Emine Ayna “şahin” olarak tanımlanmakta, bunlar iki eğilim olarak gösterilmektedir. Aslında her ikisinin de ne kanatları, ne pençeleri, ne de özgün bir yanları var… Aysel Tuğluk, İmralı çizgisini en katışıksız, en rafine ve hiçbir elbise giydirmeden ifade etti. Bu, tabanda, büyük bir yanılsama içinde olan kitlelerde tepki yarattı. Bu, tepki aslında dolaylı olarak izlenen çizginin kendisinedir! A. Tuğluk, aslında politik davranmadı, Öcalan’ı en iyi ifade etmenin güveni içinde davrandı, yanıldı. Başka etkenler de işin içinde olabilir, ama bunları şimdilik geçiyoruz, tartıştığımız konu bağlamıyla sınırlı kalıyoruz. Diğerleri ise daha “politik” davranıyorlar, geçmişten gelen birikimin ve devrimci dinamiklerin duyarlılıklarını hesaba katmaya çalışıyorlar. Yoksa onların söyledikleri ile A. Tuğluk’un söyledikleri arsında özde hiçbir fark yok. Örneğin “şahin” olarak tanıtılan Emine Ayna son kongrede yaptığı konuşmada, “Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda kanlarını dökerek dahil oldular. Türkiye’yi vatanları kıldılar. Bu ölümüne kardeş bilmenin, vatan bilmenin karşılığı yok sayılmak olmamalıydı. Türkiye Cumhuriyeti, Kürtler’e kimliğini borçludur. Bu borcunu ödeme zamanı gelmiştir” sözleriyle her onurlu Kürdün, her gün evladını yitiren Kürt ananın onurunu ayaklar altına alırken, A. Tuğluk’tan farklı ne söylüyordu?

Devam ediyoruz. Olayın diğer boyutu ise daha önemli ve şudur: Kuzey Kürdistan’da egemen sınıfların iradeleri 1940’larda kırıldı ve bunun sonucu olarak sömürgeci sistemin bir eklentisi haline getirildiler. Kürt egemen sınıflardan aileler ve aşiretler, TC’nin partilerinde kendilerini ve kimliklerini inkâr ve kendi gerçekliklerine küfür temelinde siyaset yapmaya, böylece çıkarlarını geliştirmeye çalıştılar. Ancak 1990’larla birlikte bu genel tabloda belli bir kırılma yaşandı: Belli bir kesim eski tarzda siyaset yapmayı sürdürürken, diğer bir kesim mücadelenin de etkisiyle “yurtseverlik” zemininde siyaset yapmaya çalıştı. Bu “yeni” zeminde görece daha bağımsız olacaklarını var saydılar, ama gördüler ki burada da esas olan “tabi olmaktır”! Bu zeminde kalarak, ama daha bağımsız veya asgari düzeyde özerk siyaset yapma olanağı elde etmek için mücadele ettiler, bu eğilimleri doğrultusunda gruplaştılar… Ancak bu çok sağlam ve güçlü bir eğilim ve örgütlenme değildi, olamadı. Ahmet Türk’te ifadesini bulan bu eğilimin, temel sorunu, görece daha bağımsız ve kendilerinin karar verdiği, ya da en azından söz haklarının olduğu bir uzlaşma zemininin yaratılmasıdır. Son dönemde ortaya çıkan farklılaşmanın, “kanat çatışmasının” altındaki temel neden budur! Yoksa Ahmet Türk ve temsil ettiği eğilimin politik çizgi bakımından İmralı’dan farklı bir yanı yoktur. Bu eğilimin temsilcileri, bu düzen ve devlet içinde kendilerine görece rahat ve özerk siyaset yapma hakkını istiyorlar, Kürt sorununun kimi kültürel kırıntılarla çözülmesini talep ediyorlar. “Demokratik özerklik” olarak ifade edilen kavramın anlamı ve özü bundan başkası değildir.

“Üstten belirlenme” ile “daha özerk siyaset yapma istemlerinin” uzlaşma, bu uzlaşmayı sürekli sürdürme olanağı var mı? Teorik olarak yok, pratik de bunun olmadığını yıllardır kanıtlıyor. Tek kişiye dayalı, tek kişinin dışındakilerin son noktada sürü yerine konulduğu, iktidar çarkının mutlak olarak böyle döndüğü bir iktidar ve ilişkiler sisteminde özerkliğin kapsamı, ancak karar süreçlerinin dışındaki alanlarda mümkün olabilir. Ne var ki yukarda vurguladığımız, zaman zaman kendisini daha açık ortaya koyan eğilimin isteği bunun ötesindedir: “Bu alanı üstten belirlemeye son verin, bu alanın yönetimi, bu alanda çalışanların elinde olsun!” Bunun da bu iktidar sisteminde mümkün olmadığı açıktır.

Dolayısıyla varılan uzlaşma değil, anılan eğilimin tabi olmasıdır, bunun dışında siyaset yapma olanakları da hemen hemen yok gibidir. Çünkü yılların mücadelesiyle ortaya çıkarılan birikim ve günün dinamikleri Öcalan iktidar sisteminin tekelindedir; bu tekel durumu da sözcüğün tam ve gerçek anlamında despotiktir. Bu despotik iktidar sistemi, Kuzey Kürdistan’da her türlü gelişmenin, demokrasinin önündeki en temel engeldir. Bu engel aşılmadan hem bağımsızlık ve özgürlük, hem de demokrasi mücadelesi ve kültürünün gelişmesi mümkün değildir.

DTP veya İmralı Partisi, Türkiye’nin demokratikleşmesi talebini ileri sürmeden önce kendilerinin tabi oldukları iktidar sisteminin “demokratikleşmesini” ileri sürsünler, sürebilsinler. Çünkü öncelikli sorunları budur. DTP’liler, “kurulmadan önce bu kadar kişinin katılımıyla, bu kadar toplantı yaptık, şu kadar özgür tartışma süreçleri yaşadık, bunu daha sonraki süreçlerde devam ettirdik” gibi bir avuntu içindedirler. Evet, bunlar yapılıyor. Peki, bu toplantılar, sözcüğün gerçek anlamında karar ve politika belirleme süreçleri mi? Katılan kişilerin belirlenen çizgi ve iktidar sistemini tek sözcük düzeyinde etkileme şansları var mı? Yoksa bu toplantılar ve yüksek katılımlı süreçler, belirlenen çizgiyi ve iktidar sistemini özümleme ve özümsetme süreçleri mi? Kuşkusuz doğru olan ikincisidir.

Devlete yaranma, devletten medet umma anlayışı ve çırpınışı içinde olan, kendi içinde ise despotik, hiçbir farklılığa yaşam hakkı tanımayan İmralı Partisi ve ona tabi olanların, iradesizler topluluğunun gerçekliğinin en genel özeti budur!

22 Temmuz 2008


Mansour Osanloo’ya özgürlük!

Tahran Otobüs İşçileri Sendikası’nın (VAHED) kurucusu ve genel başkanı olan Mansour Osanloo’nun 2007 yılından bu yana sendikal faaliyetlerinden dolayı tutuklu bulunması, 20 Temmuz günü İran Büyükelçiliği’ne siyah çelenk bırakılarak protesto edildi.

Uluslararası Taşımacılık Çalışanları Federasyonu’na (ITF) üye Birleşik Taşımacılık Sendikası (BTS), Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası (TÜMTİS), Türkiye Sivil Havacılık Sendikası (Hava-İş) ve Deniz Çalışanları Dayanışma Derneği’nin (DAD-DER) düzenlemiş olduğu basın açıklaması Yüksel Caddesi’nde gerçekleştirildi. Buradan İran Büyükelçiliği’ne doğru yürüyüşe geçmek isteyen eylemcilerin önü barikatla kesildi. Yapılan pazarlık sonucu Karanfil Sokak çıkışına kadar pankart ve flamaların indirilmesi şartı ile slogansız yürüyüşe izin verildi. Büyükelçiliğe giden Akay Caddesi’ne gelindiğinde pankartlar açıldı ve sloganlarla yürüyüş başladı.

Yürüyüşte “Osanloo’ya özgürlük! / Free Osanloo!” yazılı pankart ve aynı şiarlı dövizler taşındı. TÜMTİS işçileri pankartları ve kitlesellikleriyle dikkat çektiler. Yürüyüş boyunca “Yaşasın enternasyonal dayanışma!”, “Baskılar bizi yıldıramaz!”, “Osanloo’ya özgürlük!”, “Yaşasın sınıf dayanışması!”, “Yaşasın halkların kardeşliği!”, “Küresel şiddete, küresel direniş!”, “Zafer direnen emekçinin olacak!” sloganları atıldı.

Büyükelçilik önüne gelindiğinde basın açıklaması okundu. Sendika ve örgütlenme hakkının kimi ülkelerce engellenmek istendiği, sendika yöneticilerine ve sendikalı işçilere baskılar uygulandığı vurgulandı.

Sık sık sloganlarla kesilen açıklamada şunlar söylendi:

“Mansour Osanloo hükümet yanlısı değil bağımsız bir sendika önderi olduğu için 2005 yılından bu yana defalarca gözaltına alındı, defalarca tutuklandı, kaçırıldı, şiddete maruz kaldı, dili kesildi, çeşitli yerlerinden yaralandı, hapishanede tedavisi engellendi, arkadaşları katledildi. 2007 Ekim ayında düzmece senaryolarla tutuklanarak muhaliflere zulüm yapılan EVİN hapishanesine konuldu. Yine 25 Haziran 2008 de Tahran Otobüs İşçileri Sendikası’nın (VAHED) iki yöneticisi, Gholamreza Gholomhosseini ve Hassan Dehghan Dehnavi tutuklanarak cezaevine konuldu...”

Eylemi örgütleyen sendika temsilcilerinden oluşan heyet tarafından elçilik kapısına siyah çelenkler bırakılarak eylem bitirildi.

150 kişinin katıldığı eyleme birçok sendika temsilcisi de destek verdi.

Kızıl Bayrak / Ankara

 

İşgalciler İran sınırına üs kuruyor

Ankara’daki işbirlikçilerinin katkılarıyla İran’a karşı diplomatik girişimlere başlayan ABD emperyalizmi, savaş hazırlığından vazgeçmiş değil. İran sınırına 11 kilometre mesafedeki Halepçe’de, 1500 dönümlük arazi üzerinde askeri üs kurma hazırlığının devam ettiğinin ortaya çıkması, savaş hazırlığının yeni bir göstergesi kabul ediliyor.

Olası bir savaşta İran’a karşı kullanılmak üzere kurulduğundan kuşku duyulmayan üs ile ilgili tartışmaların gündeme gelmesi, Bağdat’taki işgalci güçleri konuya dair açıklama yapmak zorunda bıraktı. İşgal güçlerinin basın danışmanı Abdulletif Reyan tarafından yapılan açıklamada, ABD’nin uluslararası havaalanı kurduğu öne sürüldü. “ABD tarafından Halepçe’de yapılacak olan havalimanının sivil uçuşlar için kullanılması planlanıyor” şeklinde konuşan emperyalist orduların sözcüsü, İran ile son dönemde yaşanan gerginlikler nedeniyle yanlış algılamaların olabileceğini öne sürerek, üs inşaatını teknik bir işmiş gibi göstermeye çalıştı.

Savaş tehditleri eşliğinde İran sınırının dibine üs inşa etmenin “sivil amaçlı” bir çalışma olduğu iddiasının inandırıcılıktan yoksun olduğu açıktır. Aylar öncesinden başlayan inşaata dair hiçbir açıklama yapmayan işgalci güçlerin, konu dünya basınına yansıyınca apar-topar bir açıklama yapıp, “sivil havaalanı inşa ediyoruz” demeleri dikkat çekicidir.

Irak’ı işgal eden emperyalist orduların, başkent Bağdat başta olmak üzere ülkenin pek çok kentini tahrip ettikleri bilinmektedir. Bu kentlerin altyapıları bile henüz düzenli hizmet sunabilecek donanımdan yoksunken, elektrik kesintileri saatler sürerken, ülkede benzin sıkıntısı çekilirken, ABD’nin İran sınırına sivil uçuşlar için uluslararası bir havaalanı inşa ettiği iddiası, Irak halklarıyla alay etmektir aynı zamanda.

Emperyalistlerin vurucu gücü olan savaş aygıtları, halklar nezdinde yıkımla özdeşleşmiştir. Zira işgal ettikleri coğrafyalara ölüm ve yıkım dışında bir katkıları olmamıştır. Emperyalist işgalcilerin ölçüsüz yıkıcılıkları bilindiği içindir ki, Bağdat’tan yapılan “Biz İran sınırına sivil havaalanı inşa ediyoruz” safsatasına pek inanan olmamıştır.