18 Ocak 2008 Sayı: SİKB 2008/03

  Kızıl Bayrak'tan
   Ablukayı parçalamak için direnişi büyütelim!
  İstanbul’dan Eskişehir’e Ankara yürüyüşü...
SSGSS saldırısını püskürtmek ve “Herkese sağlık, güvenli gelecek” için grev!..
Sermayenin sendikalardaki “iyi çocuklar”ı
iş başında!
Sendikal bürokrasiye
büyük öfke!
Sınıf hareketinin gelişimi önündeki engeller ve çıkış noktaları
  Emperyalist/kapitalist ‘medeniyet’ler buluştu...
  Devletin emekçilerle yeni sınavı: Paralı üniversite...
Yüksel Akkaya
  İşçi ve emekçi hareketinden....
  Avrasya iç savaş coğrafyasına dönüşüyor...
Pakistan: Balkanlaşma dalgası yayılıyor
Volkan Yaraşır
  Haydutbaşı’nın uğursuz Ortadoğu gezisi sona erdi…
  Uşağa aşağılayıcı muamele…
  Üniversite–sermaye işbirliğinde
girilecek yeni aşama!
  2007’nin Hrant Dink penceresinden bir dökümüdür…
  Kapitalizmde kadın ve kadın emeği
  Emekçi kadınların sesi 17 Şubat’ta Çiğli’deki kurultayda buluşacak!
  Dağıtım engeli basın özgürlüğünün engellenmesidir...
  Liberal solun Gregor Samsa’sı: Baskın Oran
S. Kızılırmak
 yök Alevilere düşen yol Pir Sultanlar’ın yoludur!
  Alevilik ve cumhuriyet...
M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Devletin emekçilerle yeni sınavı: Paralı üniversite...

Yüksel Akkaya

Devlet, eğer, belli bir üretim tarzının varlığı ve gelişimi için gerekli koşulları sağlayan bir “araç” ise YÖK Başkanı’na atfen “paralı üniversite” üzerine yapılan tartışma geç kalmış bir tartışmadır. Zira, kapitalist üretim tarzında devlet mevcut üretim tarzını sürdürebilmek için çeşitli araçlara başvurur, sosyolojik anlamda ajanlar kullanır. Eğitim de bu sürecin bir parçası olup sistemin kendisini tahkim ederek sürdürmesinde önemli bir işlev görür. Ne var ki, bir araç, kurum, ajan tüm tarihsel zamanlarda rolü üstlenirken farklı politikalar da içerebilir.

Kapitalist toplumda, gerek genel eğitim, gerek üniversite eğitimi başlangıçta piyasada alınıp-satılacak bir hizmet olmaktan çok, sanayileşme sürecinde gereksinim duyulan nitelikli emeğin bir sonucu olarak sermaye cephesinin maliyetlerini azaltacak bir devlet/kamu hizmeti olarak değerlendirildi. Hızla genişleyip, kendisini tahkim ederek gelişen kapitalizm “okumuş-yazmış” çok sayıda insana gereksindiği için, işletmelerin tek tek işçilerini eğitme çabaları önemli maliyetlere mal olmaktaydı. Üstelik bu işçiler işi bırakıp, başka bir işe geçtiklerinde harcanan para da boşa gitmekteydi. Bu nedenle, maliyetleri düşürmek açısından eğitim hizmetinin devletçe yani kamuca yerine getirilmesi kaçınılmazlaştı.

Benzeri bir durum üniversiteler için de geçerli idi. Ancak, üniversite eğitimi, diğer eğitime benzemiyordu. Zira, genel eğitim sadece bir iş bulmada yeterli bilgiyi verirken, üniversite eğitimi işletmelerden devletin çeşitli kademelerine kadar yönetici de yetiştirmeye başladı. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında üniversite eğitimi ile bürokraside, aynı anlama gelmek üzere devlette önemli görevler üstlenen yeni bir kesim çıktı: Bunlar ne aristokrattı, ne de burjuva. Bunlar, halkın çocukları idi. 1968 yılındaki üniversite öğrenci hareketi sermaye cephesine sorunun ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Çıkarılan sonuç: Halkın çocuklarına üniversiteye giriş kısıtlanacaktı.

Pek çok ülkenin çok “ince” olarak izlediği politikanın sonucunda belli bir süre sonra üniversiteye giden işçi çocukları oranı düşmeye başladı. Örneğin, Fransa’da 1980’lerin başında üniversite öğrencilerinin içinde işçi çocukları oranı yüzde 11 iken, bu oran on yılda yüzde 7’ye düştü. Bu hızlı düşüş, sürecin ne kadar hızlı işletildiğini göstermektedir. Üniversite eğitimini parasız yapan Fransa, çok ince politikalar ile işçi-emekçi çocuklarına üniversite kapılarını kapamakta çok başarılı olmuştu. Benzeri süreç, diğer ülkeler için de geçerlidir. Kısacası, son çeyrek yüzyılda, devlet, belli bir üretim tarzını tahkim etmek ve geliştirmek için gereğini yapmıştı. Bu üstü örtük, eskilerin deyimi ile zımni bir müdahale idi. Nitekim, bu müdahale sonucunda hem işletmelerin hem de bürokrasinin yönetimini yeniden “aristokrat”, “burjuva” çocukları gelmeye başladı. Bazı istisnalar emekçilere örnek olarak gösterilerek umutları canlı tutuldu, adeta bir uyuşturucu olarak.

Peki, bu durum kapitalizmin doğasına aykırı mıdır? Elbette hayır, aykırı değildir.

Son çeyrek yüzyıl gerek üretim, gerekse emek süreçlerindeki değişime bağlı olarak işsizlik denen büyük bir artık nüfus yarattı. Bu artık nüfusun ne genel eğitim, ne de üniversite eğitimi alması gerekiyordu. Üstelik, bunlara yönelik eğitim için bütçeden harcanacak paralar da sistem için gereksiz bir maliyet oluşturmaktadır. Bu durumda, eğitimin piyasalaştırılması gerekmektedir. YÖK ile 1980 sonrasında üniversiteye ilk müdahalenin arkasında yatan politika yukarıda anlattığımız nedenlere dayanmaktadır. Bu nedenle, yeni YÖK Başkanı’nın açıklaması “yeni” olmayıp, oldukça eski bir meseledir. Zaten YÖK stratejik planlarına bakıldığında bu durum açıkça görülür.

Aslında, dershanecilik aracılığı ile önce genel eğitim piyasalaştırıldı. Dershanecilik, dolaylı olarak da üniversiteleri paralı yaptı! Zira, artık, birkaç yıl bir dershaneye gitmeden bir üniversiteyi kazanmak neredeyse imkansız hale geldi. Eşitsizlik burada başladı. Bu nedenle önce dershane sektörünü tartışmak ve ortadan kaldırmak gerekir. Bugün kentlerin en merkezi, rantı en yüksek yerlerinde faaliyet gösteren dershaneler asıl eğitim veren okullardan çok daha önemli görülmektedir.

Üniversitenin paralı hale getirilmesinin doğrudan hamlesi har(a)çlar ile oldu. Zaten, kavga da burada kaybedildi. Bugün, sermaye cephesi mevzi müdahaleleri bırakıp, artık çok açık bir cephe savaşı başlatmış bulunmaktadır. Ne yazık ki, bu süreçte ezber bozuyorum diye ezberi bozulanlar içerden bir bozgunu örgütlemektedirler. Kuşkusuz, bunu yaparken, yine emekçi çocuklarının çıkarına yaptıklarını belirtmekten kaçınmamaktadırlar. Baskın Oran bu türün en iyi örneği olarak, ezber bozma fetişini üniversitenin paralı olmasına kadar taşıyarak bir aşama daha kaydetmiş bulunmaktadır. Baskın Oran, herkesin üniversite okumasının bir anlamı olmadığını düşünmektedir. Ezber bozma fetişinin gelip dayandığı vahim nokta burasıdır. Sovyetler Birliği, 70 yıllık iyi-kötü tarihinde herkese üniversitede okuma kapısını açarak tarihsel bir ders vermiş, önemli bir deneyim bırakmıştır. Kimin üniversitede okuyacağına sesi baskın olanlar değil, sesi baskın olmayanların kendisi bizatihi vermelidir.

Herkesin üniversitede okumamasının gerektiğine yönelik açıklamalardan biri taşrada üniversite olmayacağıdır. Bu da köklü bir yalandır. Bugün, Strasbourg, Fransa’nın 400 bin nüfuslu bir şehri olup, yaklaşık 40 bin öğrenciyi barındıran çok önemli üniversitelere sahiptir. Kuşkusuz, bu örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan, üniversiteyi üniversite yapacak olanaklara kavuşturmaktır.

Paralı üniversite önerisini yapanlar kendileri kaygılı oldukları için devreye bursları sokmaktadırlar. İsteyene burs. Madem burs vereceksin, niye paralı yapıyorsun? Aslında söylenen burstan çok kredi olup, geri ödenmesi koşulu ile verilecektir. Yine, Fransa’dan örnek vermek gerekirse, parasız olan üniversite eğitimi boyunca isteyen öğrencilere burs ve kredi olanakları sağlanmaktadır. Yani bizimkilerin ezberini bozacak bir iş yapmaktadırlar. Hem üniversite eğitimi parasız, hem de öğrenciye burs ve kredi olanağı var.

Kaynak olmadığı için üniversitelerin paralı olmasının kaçınılmaz olduğunu söyleyen Murat Belge’nin özel bir üniversitede işini sürdürdüğünü hatırlamak yeterli olsa gerek.

Derinleşen yoksulluk, artan işsizlik, biriken öfke, 1968’de olduğu gibi bir kez daha üniversitede patlak verir mi? Türkiye üniversitelerinin emekçi çocuklarına kapanan kapılarının üniversite gençliğinin muhalefetini ne kadar etkisizleştirdiğini görmek sorunun yanıtını da gösteriyor.

Devlet emekçilerin çocuklarına kapıları kapatmasın da ne yapsın?