14 Ağustos 2020
Sayı: KB 2020/Özel-9

Krizin faturasını sermaye iktidarına ödetmek için…
“Şahlanma” vaatleri çöktü...
İstanbul Sözleşmesi tartışmaları sürüyor...
“Onların direncine ses olmamız gerekiyor”
AKP iktidarının koronavirüsle “savaşı”
Sağlığımız ve geleceğimiz için mücadeleye!
Fabrikalar işçiler için ölüm kampı!
Sınıfa vurulmak istenen yeni pranga
İşçi kardeşim sınıfını bil, safa gel!
DİSK TEKSTİL sermayeye hizmete devam ediyor
Beyrut felaketinin ardından Lübnan
İsrail ve BAE arasında “normalleşme” anlaşması
TSK saldırısında Iraklı iki komutan öldürüldü
İran’da işçiler ayakta…
Pandeminin iki yüzü...
Fransa işçi sınıfı yeni saldırılarla karşı karşıya
İşsizliğe ve geleceksizliğe karşı örgütlü mücadeleye!
Parasız eğitim hakkımız için!..
“İstanbul Sözleşmesi” yaşatır mı?
İnternet ve ağ tarafsızlığı
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Beyrut felaketinin ardından Lübnan

 

Sadece başkenti değil tüm Lübnan’ı sarsan büyük facianın yankıları devam ediyor. Patlama, Fransız emperyalizminin kurduğu ulusal, dinsel, mezhepsel temellere dayalı sistemin iflasının tescili kabul ediliyor. Sistemin kimi temsilcileri tarafından da benzer yorumlar yapıyorlar. Patlamadan iki gün sonra Beyrut’a giden Fransa Cumhurbaşkanı Macron da sistemin reformdan geçirilmesi gerektiğini savundu ve yapmayı vaat ettikleri “yardım”ı bu koşula bağladı.

Patlamanın nedenlerine dair ilk açıklamalarda, “teknik kaza” ihtimalinin yüksek olduğu söyleniyordu. Şimdi ise Lübnan Cumhurbaşkanı dahil, olayın sabotaj olabileceği ihtimali üzerinde duranlar var. Geçmişte Beyrut’u işgal eden, Lübnan’da katliamlar yapan siyonist İsrail bir numaralı şüpheli durumunda.

Ancak, yüzlerce kişinin ölümüne, binlerce kişinin yaralanmasına, yüz binlerin evsiz kalmasına neden olan patlamanın kaza ya da sabotaj olması, sonucu değiştirmiyor. Derin bir ekonomik kriz koşullarında gerçekleşen bu felaket öncelikle Lübnanlı emekçileri vuracaktır. Filistinli mülteciler ile bir milyonu aşkın Suriyeli sığınmacının durumu ise daha da zorlaşacaktır.

Felaketi iç savaşa dönüştürme manevraları

ABD-İsrail-Körfez şeyhleri cephesinin kirli-kanlı ellerinin Lübnan’ı sürekli karıştırması, bu küçük ülke halklarının en büyük talihsizliklerinden biridir. Bu cephenin borazanı medya her fırsatı iç savaş kışkırtıcılığı için kullanılmaktadır. Bunların temel sorunu “siyonist rejimin güvenliği”ni sağlamaktır. Bu ise, Lübnan’da hiçbir direniş hareketinin bulunmaması anlamına geliyor. Oysa bu küçük ülke maruz kaldığı tüm yıkımlara rağmen, 1960’lı yıllardan beri anti-siyonist direnişlere ev sahipliği yapıyor.

Beyrut, 1982 yılına kadar Filistin direniş hareketlerinin merkeziydi. 1975 yılında fitili ateşlenen iç savaş, hem Lübnanlı devrimci güçleri hem Filistin direniş hareketini hedef almıştı. Buna rağmen Filistin direniş hareketi 1982 yılına kadar gücünü koruyabildi. Emperyalistlerin desteği ile 1982’de Beyrut’u işgal eden İsrail, bu kenti aylarca havadan, karadan ve denizden bombaladı. İşgal sırasında Sabra ve Şatilla katliamları faşist falanjistlere yaptırıldı. Filistin direniş hareketi karargahını Tunus’a taşımak zorunda kaldı.

Filistin direniş hareketinin Lübnan’dan sürülmesi, beklendiği gibi İsrail’i rahatlatamadı. Zira bir dönem Lübnan Komünist Partisi’nin (LKP) etkin olduğu direniş hattına Hizbullah da girdi. 2000 yılında İsrail’i Güney Lübnan’da işgal ettiği bölgeden söküp atan Hizbullah direnişi, 2006’da ise İsrail ordusunun “yenilmez güç” efsanesini yıktı. 14 yıldır ABD-İsrail-Körfez şeyhleri cephesi, her vesileyi Hizbullah’ı silahsızlandırmak için kullanmaya çalışsa da tüm girişimleri sonuçsuz kaldı. Hizbullah son yıllarda önemli bir silahlı güç haline geldi. Siyonist medyanın önde gelen isimleri de artık bu gerçeği kabul ediyorlar.

Beyrut faciasını fırsata çevirmek için provokatif yayınlara başlayan tetikçi medya, patlamadan dakikalar sonra Hizbullah’ı hedef göstermeye başladı. Uydurulan yalana göre İsrail, Hizbullah’ın Beyrut Limanı’ndaki silah depolarını vurmuş, büyük patlama bundan kaynaklanmıştı. Yıkımdan, kandan, gözyaşından medet uman tetikçi medya, halkın bir kesimini galeyana getirip Hizbullah’ı destekleyen toplum kesimine saldırtmaya çalıştı. Ancak, ne Hizbullah’ı destekleyenler ne de karşıtları bu yalana inandı.

Körfez şeyhlerinin petro-dolarları ile finanse edilen medyanın yürüttüğü kampanya ABD güdümlü cephenin barbarlığını gözler önüne serdi. Zira bunlar, patlamanın yarattığı felaketi istismar edip Lübnan halklarını birbirine kırdırmak için çırpındılar. İç çatışmaya çekilen Hizbullah’ı tasfiye etmenin kolaylaşacağını düşünseler de, yalanlarına kimse inanmadığı için Lübnan halkları nezdinde deşifre oldular. Bir felaket anında halkları birbirine kışkırtma çabaları, Amerikancı Lübnanlıların nasıl bir çöküş içinde olduğunu gözler önüne serdi.

Suçluların paçalarını kurtarma telaşı

İşbaşındaki Hasan Diyab hükümeti altı ay önce kurulmuştu. ABD-Suudi kuklası Saad Hariri dört yıl işbaşında kaldıktan sonra istifa edince, Lübnan devlet başkanı Michel Avn, Diyab’ı başbakanlığa atamıştı. Felakete yol açan patlayıcı ise altı yıldan beri Beyrut limanında bekletiliyordu. Yani bu yıkıcı bomba altı yıl önce Beyrut’un altına yerleştirilmişti. Bombayı yerleştirenler, altı aydır işbaşında olan hükümete sorumluluğu yıkıp paçalarını kurtarma telaşına düşmüş görünüyorlar. 

Kışkırtmaları tutmayınca, Hizbullah’a yakın olduğu kabul edilen Hasan Diyab hükümetine karşı protesto eylemleri organize etmek istediler. Yine tutmadı ve katılım cılız kaldı. Toplumda sorumluların saptanıp cezalandırılması yönünde istekler yükselince, bu kez de “Biz Lübnan yargısına güvenmiyoruz, Uluslararası Mahkeme kurulsun” kampanyası başlattılar.

Uluslararası Mahkeme 2005’te eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin suikastla öldürülmesinden sonra kurulmuştu. Söz konusu mahkeme emperyalist-siyonist güçlerin güdümünde kurulmuş, önce Suriye’yi hedef almıştı. Ancak bunu kanıtlayacak deliller ortaya koyamayınca, Hariri’nin öldürülmesi suçunu Hizbullah’ın üzerine yıkmaya çalışmıştı. Pek çok skandala imza atan bu mahkeme aradan geçen 15 yıla rağmen halen karar alabilmiş değil. Çünkü mahkeme hiçbir şeyi kanıtlayamadı. Zira cinayeti işleyenler ile mahkemeyi kuranlar aynı güçlerdi. Şimdi de benzer bir mahkeme kurulması için seferber olmuş durumdalar.

Lübnan’a vesayet talebi

Bu yozlaşmış siyasi elit, Lübnan’ın emperyalist askeri vesayet altına alınmasını da talep ediyor. İnşa edildikten sonra Beyrut limanı, Beyrut havaalanı ve sınırların uluslararası güçler tarafından “korunması” gerektiğini savunuyor.

Lübnan’ın batırılmasından birinci derecede suçlu olanlar kendi paçalarını kurtarmak için ülkeyi batılı emperyalistlerin vesayeti altına sokmak istiyorlar. Oysa bu kirli senaryo 1982 yılında, emperyalistlerin desteğiyle gerçekleşen İsrail işgali sonrasında Lübnan’da uygulanmıştı. O dönem yüzlerce ABD ve Fransız askeri Beyrut’ta konuşlanmış, ancak bu karargahları hedef alan intihar saldırılarından sonra çekilmek zorunda kalmışlardı. Gündeme getirdikleri bu vesayet talebi de büyük ihtimalle kursaklarında kalacak. İbret verici olan, bu yozlaşmış tabakanın kendi sefil çıkarları için halkın felaketini istismar etmeye çalışmasıdır.

Diyab hükümetinin sorumluluğu

Hasan Diyab hükümeti uluslararası mahkemeye ve askeri vesayet taleplerine karşı çıkıyor. Teknik yardıma ihtiyaç olduğunu ancak soruşturmanın Lübnan yargısı tarafından yürütüleceğini ifade ediyor. Lübnan’daki yozlaşmış sistemin parçası olan işbaşındaki hükümetin de olayda sorumluluğu var. Buna karşın hükümetin icraatları ABD ve Lübnan’daki işbirlikçileri tarafından sabote ediliyor. Örneğin bir Amerikancı tarafından yönetilen Lübnan merkez bankası, ekonomik sorunların derinleştiği bir dönemde 20 milyar doların yurtdışına kaçırılmasına göz yumdu. Beş milyon nüfuslu bir ülke için bu çok büyük bir miktardır.

Öte yandan hükümetin altyapı sorunlarını çözmek için Çin ya da İran’la kurmak istediği ilişkiler de baltalandı. Çin’in Lübnan’a yatırım yapması başta ABD olmak üzere batılı emperyalistleri rahatsız ettiği için bu yöndeki her adımı sabote ettiler. Bölgede nüfuz alanlarını genişletmeye çalışan Çin, Lübnan’a cazip teklifler sunuyor. Bunu engelleyen ABD ile suç ortakları, Suriye’ye uygulanan “Sezar yasası” ile de Lübnan ekonomisinin boğazını sıkıyorlar. Tüm bunlar elbette işbaşındaki hükümetin masum olduğu anlamına gelmiyor. Ancak bombayı Beyrut’a yerleştirip altı yıl boyunca ona bekçilik edenlerle aynı kefeye konması da gerçekçi değil. Bu hükümetin en büyük sorumluluklarından biri, yozlaşmış sisteme bağlı kalmasıdır. Bu tutum sorunları çözmediği gibi, kuşatmanın da etkisiyle derinleşmesine yol açıyor.

Hizbullah tutumunu açıkladı

Tetikçi medya ile sosyal medyadaki troller tarafından hedefe çakılan Hizbullah, cuma günü tutumunu açıkladı. Örgüt lideri Hasan Nasrallah, limanda silah stoklandığı iddialarını reddetti. Ya suçlulardan hesap sorulacağını ya da Lübnan’da devlet diye bir kurumun bulunmadığının kanıtlanacağını söyledi.

Ülke felaket içindeyken Hizbullah’a saldıranlarla tartışmaya girmeyeceğini ifade eden Nasrallah, yalan ve çarpıtma haberler yayan güçlerin hedeflerine ulaşamayacakların belirtti. Halkı, mezhep çatışmalarını kışkırtan medyayı boykot etmeye çağırdı. Felaketi fırsat bilip Hizbullah’a saldıranların sonuç alamayacağını, direniş güçlerinin duruşlarının net ve konumlarının güçlü olduğunu söyledi.

Karalama kampanyasının Lübnan’da dengeleri değiştirebileceği, direniş güçlerinin sıkıştırılacağı yönündeki yorumların bir karşılığı yok. Çünkü Hizbullah karşıtlarının güçlenmesi söz konusu değil. Emperyalist efendilerine sığınmak için bu kadar tez canlı davranmaları da bu zayıflığın göstergesi.

Öfkeli halkın açmazları

Lübnan, kitle hareketinin canlı olduğu ülkelerden biridir. Aylardır devam eden eylemler bunu kanıtlıyor. Ekonomideki çöküşün ardından gelen Beyrut felaketi, özellikle genç kuşakların geleceğini daha da belirsizleştiriyor. Nitekim son dönemde Avrupa’ya göçün arttığına dair veriler var. Bu nedenle dinamizmini emekçiler, işsizliğe mahkum edilen genç kuşaklar ve kadınlardan alan kitle hareketinin önüne geçmek mümkün görünmüyor.

Bu hareketin zayıf yanı ise etnik, dinsel, mezhepsel kimlikler üstü devrimci bir önderlikten yoksun olması. Bu alt kimliklerin üstüne çıkabilen tek güç Lübnan Komünist Partisi’dir (LKP). Ancak kitle eylemlerine katılsa da, LKP’nin harekete öncülük edebileceğine, kitlelerin devrimci enerjisini sisteme karşı seferber edebileceğine dair veriler henüz yetersiz. Kitle hareketinin bir diğer handikabı ise, gerici güçlerin hareketi istismar etme çabalarıdır. Zira devrimci önderlikten yoksunluk, hareketi bu açıdan manipülasyona açık tutuyor. Buna rağmen kitle hareketinin belli kazanımlara ulaşması da mümkündür.

Ortadoğu halklarının kaderi büyük ölçüde birbirine bağlanmış durumdadır. Lübnan gibi bölgesel sorunların merkezinde yer alan küçük bir ülke için bu durum daha da belirgindir. Bu da Lübnan halkıyla enternasyonal dayanışmanın önemini daha da arttırıyor. Enternasyonal dayanışmanın etkili olabilmesi ise, bölge ülkelerinde kitle hareketlerinin geliştirilmesine bağlı. Devrimci kitle hareketleri gelişmeden bölgede herhangi bir halkın sorunlarına çözüm üretmesi mümkün değil. Her sorunun bölgesel, hatta küresel boyut kazandığı bir dönemde, halklar için çözümlere ulaşabilmek, devrimci direniş hareketinin bölgesel çapta örülmesini zorunlu kılıyor.

 

 

 

 

 

Lübnan’da protestolar

 

Lübnan’da Beyrut’taki patlamaların ardından emekçi kitlelerin öfkesi sokağa taştı. Gösteriler sürüyor. Protestoların başlamasından bu yana göstericilerle güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmalarda ise yüzlerce kişi yaralandı.

Gösterilerin protestoları karşısında enformasyon, çevre, maliye ve adalet bakanları istifa etti. Bakanların istifası üzerine hükümete istifa baskısı arttı. Hafta başındaki kabine toplantısının ardından ise Başbakan Hasan Diyab hükümeti istifa etti.

Beyrut’ta devam eden gösterilerde protestocular, bakanların istifalarını açıklamasının ardından, Baabda Sarayı’nın önünde toplanarak Cumhurbaşkanı Michel Avn’a istifa çağrısında bulundu.

Patlamanın ardından 10’larca kişi soruşturmaya tabi tutuldu, ardından 20’ye yakın kişi gözaltına alındı. Bu kişiler arasında mevcut ve bir önceki Gümrük İdaresi Başkanları ve Beyrut limanının yöneticisi de bulunuyor. Sorgulananlar arasında iki eski bakan da bulunuyor. Güvenlik kurumlarının başkanlarına yönelik soruşturmalar da açılmaya başlandı. Lübnan’ın Mevcut Devlet Güvenlik Başkanı Tümgeneral Tony Saliba’ya soruşturma açıldığı bildirildi. Kurumda yer alan diğer generaller hakkında da inceleme başlatılması bekleniyor.

Yaşamını yitirenlerin sayısının 200’ü aştığı ifade edilirken, aralarında yabancı uyruklu işçilerin ve tır şoförlerinin bulunduğu onlarca işçinin halen kayıp.

Limandaki patlama sonucunda 6 binden fazla insan yaralanırken, kentteki binaların yarısında hasar oluştuğu tespit edildi.

 

 

 

 

 

Lübnan’ın görünmeyen göçmen ölüleri

 

Lübnan’daki patlamada hayatını kaybedenlerin sayısı resmi açıklamaya göre 171’e ulaştı. Hayatını kaybedenlerin 40’ı göçmen işçilerdi. 60 kişininse hâlâ kayıp olduğu ifade ediliyor. Liman bölgesinde en ağır koşullarda çalışan göçmen işçiler pek anılmıyor. Oysa ölü sayısındaki göçmen işçilerin oranı durumun farkını gösteriyor. Patlama anından itibaren tüm burjuva medyada patlamanın eski başbakanlardan Saad Hariri‘nin evine yakın gerçekleştiği ve Hariri‘nin etkilenmemesi işlenirken göçmen işçilerden söz edilmedi.

Yok sayılan göçmen işçilerin bir kısmı Filistinli bir kısmı Suriyelidir. Emperyalizmin ve siyonizmin katliamlarından kaçıp hayatta kalmaya çalışan bu göçmen işçiler, diğer ülkelerde olduğu gibi Lübnan‘da da en ağır işlerde, en zor şartlarda çalışmaya mahkum ediliyor. Beyrut limanı ise çalışma koşullarının ağır olduğu yerlerin başında geliyor.

Ölen işçilerden biri de Abdel Moyn isimli bir Suriyeli göçmen işçiydi. Çalıştığı fabrikanın zemininde büyük bir pencere ve patlamanın etkisiyle yıkılan bir duvar parçasının altında kalarak hayatını kaybetti. Suriye‘deki Deyr el-Zor‘dan gerici çetelerin katliamlarından kaçıp gelen bu genç ölümle burada karşılaştı. Birlikte göç ettiği 17 yaşındaki Latif, genç adamın vücudunun fotoğraflarını göstererek “Muhtemelen başına gelenleri hissetmedi” diyerek kendini avutuyor.

Lübnanlı yetkililer Salı günü ölenlerin kimliklerini tek tek açıkladığında hayatını kaybeden 143 kişi arasında Suriyeli işçinin adı geçmedi. Şu ana kadar tespit edilen ölülerin 4’te biri göçmen işçiler olmasına karşın onların varlığı da ölümleri de yok sayılıyor. Göçmen işçiler her olayda olduğu gibi, Beyrut’taki patlamanın da en mağdurları arasında yer aldı.