18 Ağustos 2017
Sayı: KB 2017/32

Sermaye iktidarı baskıyı yoğunlaştırıyor
Düzen partilerinin seçim hazırlıkları başladı
İşine-ekmeğine sahip çıkan herkes “terörist”
Kamu hareketinde yaşanan gelişmeler üzerine… - 1
İstanbul’da ihraçlara karşı direniş sürüyor
Birleşik Metal-İş’in MESS Sözleşme Taslağı
TİS sürecinde mevcut sendikal düzen ve sınıf mücadelesi
TİS süreçleri ve görevler
Ekim Devrimi’nde işçi sınıfının belirleyici rolü üzerine
Türk Metal “Kadın Kolları” ile neyi hedefliyor?
Göçmen çocuk emeği sömürüsü
Asya-Pasifik’te gerilim had safhada
Barzani’nin bağımsızlık referandumu üzerine
ABD müdahalesi ve Venezuela’da yol ayrımı
Büyüyen korkuları, irademizi biliyor!
“Güzel kokular saçan bir yasemin demeti”
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kamu hareketinde yaşanan gelişmeler üzerine… - 1

İhraçlar, direnişler ve KESK


15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçti. Darbe girişimini toplumsal muhalefeti ve işçi-emekçi hareketini ezmenin fırsatına dönüştüren AKP iktidarı, KHK’larla kamu emekçilerine dönük ardı arkası kesilmeyen kitlesel kıyımları hayata geçirirken, gözaltı ve tutuklamalarla emekçileri sindirmeyi amaçlayan saldırılarını tırmandırdı. Kamu alanına dönük saldırılar ve bu saldırılara karşı sınırlı güçlerle gerçekleştirilen direnişler ve açlık grevleri sürerken, Kamu Çalışanları Birliği’nin (KÇB) sözcülerinden bir kamu emekçisi ile kamu hareketinde yaşanan gelişmeleri değerlendirdik.

Kızıl Bayrak: Son olarak 692 sayılı KHK ile binlerce kamu emekçisi daha işten atıldı. OHAL ilanı sonrası ihraç saldırısından ne kadar insan etkilendi? Sizce bu ihraç uygulamalarının darbe girişimi ile nasıl bir ilişkisi var?

KÇB sözcüsü: 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında OHAL KHK’ları ile görevlerinden atılan kamu görevlisi sayısı, iade edilenleri düştüğümüzde, 105 bin civarında. Tabi bu sayıya KHK dışında ihraç edilen 4 bin civarında hakim ve savcı ile özel eğitim kurumlarında çalışan ve öğretmenlik sertifikaları iptal edilen 21 bin eğitim emekçisi dahil değil. Bu türden işten atmalar da dahil edildiğinde, OHAL uygulamaları ile işinden edilenlerin sayısı 150 bini buluyor. Bu sayının yaklaşık 35 bini kolluk kuvvetlerinden oluşuyor. Bu sayıyı çıktığımızda kamu hizmet kurumlarında ve özel sektörde çalışan yaklaşık 115 bin kamu emekçisinin işinden edilmiş durumda olduğunu söyleyebiliriz.

Sorunuzun son bölümünü kısaca şöyle yanıtlamak isterim: Dikkat edilirse biz kamu emekçisi kavramı içerisinde kolluk güçlerini saymıyoruz. Burada tartışmasına girmeyeceğim ama kısaca ordu ve polis kurumunun özü itibariyle düzenin temel siyasal-ideolojik aygıtlarından biri olduğunu vurgulamak isterim. Bu kurumların temelinde kamu hizmeti değil, sermaye iktidarının silahlı bekçiliği vardır. Kuşkusuz kapitalist sistem içerisinde tüm bir devlet yapılanması sermaye düzeninin ihtiyaçları doğrultusunda siyasal-ideolojik bir nitelik taşır. Fakat ordu ve polis kurumu, diğerlerinden farklı olarak militarist bir örgütlenme olarak çıkar toplumun karşısına.

15 Temmuz darbe girişimi en nihayetinde kolluk güçlerince sahnelenen silahlı bir kalkışmaydı. Darbe girişimi AKP iktidarının dünkü ortakları ile girdiği çıkar çatışmasının ürünü olarak gündeme geldi. Çıkar çatışması devlet üzerinde bir iktidar çatışmasını doğurdu. Dolayısıyla da bu darbe girişiminden Gülen Cemaati kadar AKP iktidarı da sorumludur. Düne kadar cemaatle çıkar birliği yapan, onlara devlet kurumlarında geniş bir alan açan da AKP iktidarıdır. Hal böyle olunca da, AKP iktidarının darbenin sorumlularıyla tüm boyutlarıyla hesaplaşması düşünülemez.

Kolluk güçlerine dönük ihraçlar ve AKP ile Gülen Cemaati arasındaki iç hesaplaşma ihraç gündemi üzerinden bizi fazla ilgilendirmiyor. Fakat AKP iktidarı, darbecilerle mücadele ediyoruz görüntüsü vermek ve bu arada darbenin siyasal uzantılarını gizlemek için darbe ile hiçbir ilişkisi olmayan on binlerce kamu emekçisini ihraç etti. Bununla da kalmadı, darbe girişimini toplumsal muhalefeti ezmenin, milletvekilleri ve gazetecileri tutuklamanın, siyasal özgürlükleri kaldırmanın, grevleri yasaklamanın ve emekçilerin haklarını rafa kaldırmanın fırsatına dönüştürdü.

KESK’in yaptığı bir anket çalışmasının sonuçlarına göre ihraç edilenlerin yüzde 62’si AKP iktidarı döneminde işe başlayan emekçilerden oluşuyor. Yüzde 22’si herhangi bir sendikaya üye değilken, yüzde 64’ü KESK dışında kalan Memur-Sen, Kamu-Sen, Cihan-Sen gibi konfederasyon sendikalarının üyesi. İşten atılanların yaklaşık yüzde 71’i 20-40 yaşları arasında. AKP iktidarı, muhalif emekçilerin dışında kalan emekçilerin büyük bölümünü torpil yaptırmış olmak, cemaatin sohbetlerine katılmak, Bank Asya’da hesabı olmak, ByLock kullanmak gibi gerekçelerle “FETÖ’cü” ilan ederek işten attı.

Kızıl Bayrak: Peki bu gerekçeler sizce meşru mu, değilse neden?

KÇB sözcüsü: Bizce muhalif kamu emekçilerini işten atmaya dönük gerekçeler kadar bu gerekçeler de meşru değil. Bu gerekçeler düzen hukuku çerçevesinde dahi meşru değil. Darbe girişimi ile fiili-siyasal ilişkisi somut olarak ortaya konmadan yapılan ihraçların hiçbiri meşru değil. Burada söz konusu olan gerekçeler, somut deliller üzerinden ortaya konulan gerekçeler de değil. “FETÖ ve terör örgütleri” ile ilişki iddiası üzerinden bir genelleme yapılıyor. Düzen hukuku çerçevesinde dahi ispatlanmamış, kurumların keyfine göre hazırladığı listeler üzerinden hiçbir disiplin soruşturması veya ceza kovuşturması yürütülmeden insanlar işlerinden atılıyor. Elbette “FETÖ” gerekçesi ile işten atılanlar içerisinde darbe girişimi ile ilişkisi olanlar olabilir. Fakat geneli belirleyen olgu bu değil. Zaten iktidar da meseleyi “darbe girişimi” üzerinden ele almıyor. Şu somut bir gerçek: “FETÖ” gerekçesiyle işten atılanların önemli bir bölümü şu veya bu şekilde cemaat-AKP gerici ittifakının tuzağına düşmüş emekçiler. Fakat cemaat ve tarikat örgütlenmesinin yasak olmadığı bir ülkede bu örgütlenmelerin sohbetine katılmış olmak, yasal kurumları ile ilişki kurmak suç olarak görülemez. Daha düne kadar cemaatin referansı olmadan işe alım yapmayanlar ve cemaatin torpilini geçerli akçe görenler, bugün bu cemaatin torpili ile işe giren emekçileri kıyımdan geçirdiler.

Kızıl Bayrak: KESK’in bu konuda nasıl bir tutumu var?

KÇB sözcüsü: KESK her ne kadar çeşitli metinlerinde hukuksuz ihraç edilen tüm kamu emekçilerinin görevlerine iade edilmesi talebini dile getirse de, özünde KESK üyesi dışındaki emekçileri mücadelenin öznesi olarak gören bir bakışa sahip değil. Gerçi KESK ve bağlı sendikalar, ihraç edilen kendi üyelerini de mücadelenin özneleri olarak gören ve onları bu eksende konumlandıran bir tutumdan da yoksunlar. “FETÖ” gerekçesi ile işten atılan on binlerce emekçi, mücadele deneyim ve birikiminden yoksun, sendikalarla mücadele üzerinden ilişki kurmamış, çoğunlukla da gerici sendikalara üye olmuş bir kitleyi oluşturuyor. KESK ve bağlı sendikaların, bir mücadele hattı ortaya koymadıkları ölçüde, bu on binlerce emekçiyle temas kurabilmeleri zaten pratikte olanaklı değil. KESK en fazlasından kapısını çalanlara hukuki başvurularında yardımcı olmuştur. Bunun ötesine geçen bir yaklaşımı da olmamıştır, yoktur. Eğer KESK ve bağlı sendikalar, ihraç saldırısına karşı fiili-meşru mücadele temeline dayanan ve direniş mevzileri yaratan bir mücadele ortaya koysalardı, bu on binlerce emekçiye nüfuz etmek de, milyonlarca kamu emekçisinin ve toplumun desteğini kazanmak da olanaklıydı. Biz bu tutumumuzu ilk açığa alma dalgasının hemen ardından ortaya koyduk ve defalarca da dile getirdik. Ama sendikalarımızın tutarlı bir mücadele hattı ortaya koyma niyeti olmadığı için pek dikkate alınmadı. KESK bunu yapmadığı ölçüde de ihraç edilen üyelerinin örgütsüz bireylere dönüşmesine yol açtığı gibi, hızlı bir erime de yaşadı.

Kızıl Bayrak: KESK’te yaşanan erimenin boyutu nedir ve siz bu erimeyi neye bağlıyorsunuz?

KÇB sözcüsü: Son bir yıl içerisinde KESK’in üye sayısı Resmi Gazete’de yayınlanan Temmuz rakamlarına göre 221.069’dan 167.403’e düştü. Yani bir yılda KESK 53 bin 666 üye kaybetti. Ne zaman KESK’teki güç kaybı konuşulsa, birileri çıkıp bunu ülkedeki gerici atmosferle temellendirmeye çalışıyor. Hatta öyle bir noktaya geldi ki bu, bu atmosfer altında KESK üyesi kalmayı bir başarı olarak pazarlamaya kalkanların sayısı da az değil. Kendilerince buradan bir övünç kaynağı çıkartıp teselli oluyorlar ve üye tabanını da teselli etmeye çalışıyorlar. İhraç saldırılarının ilk dönemlerinden bugüne “ihraç saldırısına rağmen üye kalma”yı bir direniş biçimi olarak yutturma çabasıyla da sık sık karşılaştık. Bu bakış açısı kaynağını KESK’e hakim reformist anlayışlardan alıyor. Bu büyük erimede son bir yıl içerisinde gerçekleşen ihraç saldırısına karşı tutarlı bir mücadele ortaya koyamamanın büyük bir payı var. Görmezden gelinen ve gözlerden kaçırılmaya çalışılan da bu olgu. Reformist anlayışlar meselenin bu yönünü hep es geçiyorlar ya da “tabi ki bu da etken” denilse de bu etkenin nasıl değiştirileceği konusunun üzerinden atlıyorlar. Her ne kadar son bir yıl içerisinde KESK büyük bir üye kaybına uğramış olsa da, bu erime yeni bir olgu değil.

Mesele sadece üye kaybı da değil. İş yerlerinde düzenli faaliyet yürüten, emekçileri talepleri doğrultusunda örgütleyen, bildiri ve afiş çıkartan, ihraç saldırısına karşı iş yerlerinde çalışma yürüten bir örgüt yok ortada. Mücadele kaçkınlığı üzerinden şekillenen bir dönem yaşamışsınız ve doğaldır ki böyle bir durumda işyerlerini birer mücadele mevzisi olarak gören bir bakışınız da olmaz, öyle bir örgütlülüğünüz de kalmaz. Bu noktaya, iş yerlerindeki duruma gerekirse sonra değinebiliriz. Ben KESK’teki erime üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Çünkü bu erimeyi yalnızca son bir yıl üzerinden ele almak yanıltıcı olacaktır.

KESK’in yıllar itibariyle üye sayısında yaşanan değişime bir göz atalım. İlk istatistiklerin yayınlandığı 2002 yılında KESK’in 262 bin 348 üyesi var. Bu yılda Memur-Sen’in üye sayısı yalnızca 41 bin 871. 2003 yılında KESK 295 bin 830’a, 2004’te 297 bin 114’e yükseliyor. 2005’te 264 bin 060, 2006’da 234 bin 336, 2007’de 231 bin 987 oluyor. Memur-Sen’in üye sayısı ilk kez 2007’de KESK’i geçiyor. KESK’in üye sayısı 2008’de 223 bin 460, 2009’da 224 bin 413. Memur-Sen’in üye sayısı 2009’da ilk kez Kamu-Sen’i geçiyor ve birinci büyük sendika konfederasyonu oluyor. KESK’in üye sayısı 2010’da 219 bin 195, 2011’de 232 bin 083, 2012’de 240 bin 304 oluyor. Dikkat edilirse 2011 yılından itibaren KESK’te küçük de olsa bir yükselme eğilimi var. KESK’in üye sayısı 2013’te 237 bin 180, 2014’te 239 bin 700, 2015 yılında 236 bin 203, 2016 yılında 221.069 ve 2017 yılında 167.403. Bu rakamlar bize bu dönemde KESK’in en yüksek üye sayısına ulaştığı 2004 yılından bu yana 100 bin üye kaybettiğini gösteriyor. Bu kaybın yarısından fazlası ise son bir yılda gerçekleşti.

Dikkat çekmiştik. 2011 ve 2012 yıllarında KESK üye sayısında küçük de olsa bir yükselme var. 2010 yılında sınıf mücadelesine damga vuran TEKEL işçilerinin direnişi, Taksim’de kutlanan ve yüz binlerce emekçinin katıldığı 1 Mayıs, 26 Mayıs 2010 grevi, KESK’in 21 Aralık 2011 grevi ve 2012 23 Mayıs’ında KESK’in çağrısı ile gerçekleştirilen milyonlarca kamu emekçisinin katıldığı grev var. KESK bu yıllarda sınıf mücadelesinde yaşanan gelişmelerin etkisi ile üye kaybetmediği gibi bir miktar da üye kazanabilmiştir.

TEKEL direnişi KESK açısından da temel önemde bir yerde duruyordu. Nihayetinde TEKEL işçilerinin 4/C statüsünde kamuya alınması ile kamuda sözleşmeli çalışmanın yaygınlaştırılması amaçlanıyordu. İşçilerin direnişine destek veren fakat bunu kamu emekçilerinin sözleşmeli çalışmaya karşı bir mücadelesine dönüştüremeyen KESK, TEKEL işçilerinin direnişini sonlandıran ve işçilere ihanet eden sendika bürokrasisine de arka çıktı. 2010 1 Mayıs’ında Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu’yu protesto eden TEKEL işçilerine karşı yapılan açıklamaya KESK yönetiminin de imza attığını hatırlayalım.

23 Mayıs 2012 grevi ise kamu emekçileri hareketi açısından hem bir zirve noktası, hem de bir düşüş noktası oldu. 4688 sayılı yasada yapılan değişiklikle toplu görüşmenin adı toplu sözleşme olarak değiştirilmişti. Yasa değişikliği gecikmiş ve 2011 toplu görüşmeleri yasa değişikliğinin sonrasına bırakılmıştı. Greve milyonlarca kamu emekçisi katıldı. Tabandan gelişen tepki öylesine büyüktü ki Memur-Sen’in kimi sendikaları da son anda greve katılacaklarını üyelerine duyurmak zorunda kaldılar. Fakat KESK, fiilen grevin ve kamu emekçilerinin öncüsü olurken, grevi sürdürme kararlılığı göstermek yerine Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nda soluğu aldı. Oysa emekçilerin öfkesi büyüktü. Grev sürdürülebilir, grev üzerinden şekillenecek fiili kazanımlarla Memur-Sen’in kamu emekçilerinden yalıtılması sağlanabilirdi. Ama KESK, Kamu Sen’le birlikte Memur-Sen’e “hakem kuruluna katılmama” çağrısı yaptı. Böylece grevin öncülüğünü yapan KESK, yüzünü emekçilere değil Memur-Sen’e dönüyor ve Memur-Sen’in önderliğini kabul etmiş oluyordu. Beklentisini Memur-Sen’e yöneltiyordu. Memur-Sen bu çağrıya uymayınca tuttu onun arkasından Hakem Kuruluna katıldı. Böylece emekçilerin beklentisine sırt döndü ve fiili önderliğini kaybederek emekçileri Memur-Sen’e mahkum etti. İşte bu grevden sonra neredeyse bir yıl boyunca KESK’in adı sanı duyulmadı. Bahsettiğimiz yıllar aralığında KESK’in üye sayısını bir miktar artırdığı bir başka dönem ise 2013-2014 aralığı. Bu aralıkta da 2013 Mayıs sonunda patlayan Haziran Direnişi ve onun etkileri var.

Bu örnekler çoğaltılabilir, tek tek işkollarında yaşananlar üzerinden çeşitlendirilebilir. Benzer tutumlar işkollarının kendi gündemlerinde de sendikalar tarafından bol bol sergilendi geçmiş yıllar boyunca. KESK’te yaşanan erimenin bir dizi farklı etmeni var kuşkusuz. Fakat burada temel belirleyici olanın hakim reformist “ana akım” sendikal grupların, sınıf mücadelesini her eşikte “uzlaşı” noktasına çekme eğilimlerinin olduğunu belirtelim. Onların elinde grev, bir hak alma eyleminden çok günübirlik bir protesto eylemine, talepler ise uğruna kesintisiz mücadele edilecek şeyler değil, birer propaganda malzemesine dönüşmüştür. Hal böyle olunca da en elverişli koşullarda dahi kamuya dönük saldırıların önü alınamamış, emekçilerin sendikal mücadeleye inançları ve örgütlülüğü kırılmış, bu boşluğu da haliyle Memur-Sen doldurmuştur. Binlerce üyesi bir kalemde ihraç edilen KESK’in, bu ihraçlara karşı tutumu da “protestoculuk” sınırlarında kimi eylemlerle sınırlı kalmıştır.

Kızıl Bayrak: İhraç saldırılarının ilk günlerine dönersek… KESK bu saldırıları nasıl yorumladı ve nasıl bir tutum geliştirdi? KÇB olarak sizin bu ilk döneme ilişkin tutumunuz neydi?

KÇB sözcüsü: Biz KÇB olarak kuruluşumuzu 17 Aralık 2016 tarihinde gerçekleştirdiğimiz kuruluş toplantısı ile ilan ettik. Yani KÇB darbe girişiminin ardından kuruldu. Öncesinde yaklaşık bir buçuk yıl boyunca Kamu Emekçileri Forumu olarak, 1-2-3 Temmuz 2016 tarihlerinde yapılan yaz kampı ile birlikte, yani 15 Temmuz’un ön günlerinde ise KÇB Girişimi olarak çalışmalarımızı sürdürmüştük. KÇB olarak biz darbe girişiminin ardından net bir tutum belirledik ve bu tutumumuzu sık sık yaptığımız değerlendirmelerle de kamuoyu ile paylaştık. Bulunduğumuz her platformda da kendi tutumumuzu açıkladık ve örgütleme çabası içerisinde olduk.

Bizim 15 Temmuz sonrasına ilişkin bakışımıza geçmeden önce bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Henüz forum olarak çalışmalarımızı sürdürdüğümüz bir dönemde, 2016 yılının Şubat ayında bir Başbakanlık Genelgesi yayınlandı. Bu genelge ile KESK üyeleri hedef alınıyor, muhalif emekçiler “legal görünümlü illegaller” olarak nitelendirilerek hedefe konuyordu. Kamu Emekçileri Forumu çalışmalarında yer alan ve KÇB içerisinde de çalışmalarını sürdüren Sosyalist Kamu Emekçileri (SKE) tarafından çıkartılan Kamu Emekçileri Bülteni’nin Mart başında çıkan 55. sayısında “Başbakanlık Genelgesi: Kamu emekçileri kıskaca alınıyor!” başlıklı bir yazı var. O yazıda KESK’e genelge sonrası yaşanacak kıyımlara karşı kamu emekçilerinin talepleri ile bütünleşen bir mücadele örme çağrısı yapılıyordu. Aynı bültenin Mayıs başında çıkan 56. sayısında, SKE’nin 23 Nisan tarihli “Kamu emekçileri işten atma saldırılarını direnişle yanıtlamalı” başlıklı çağrısı yayınlanmıştı. İngilizce öğretmeni Hatice Yüksel’in direniş deneyimlerine de vurgu yapılan bu çağrıdan bir bölüm aktarmak istiyorum:

KESK ve bağlı sendikaların, öncelikle üyeleri açığa alınan veya işten atılan Eğitim Sen, SES ve BES’in yapması gereken işten atılmanın gerçekleştiği illerde işyerleri ve meydanlarda direniş çadırları kurmaktır. Bu direnişler üzerinden işten atma saldırıları kamu emekçilerinin gündemine sokulmalı, kamu emekçilerinin dayanışması örgütlenmelidir. Kamu emekçilerinin desteğini kazanmanın ve dayanışmayı büyütmenin tek gerçek yolu da budur. Sendikalar bunun yerine dava açıp dava sonuna kadar üyelerine maddi yardım yapmayı iş edinmiş durumdalar. Böylece sözde üyelerine sahip çıkmış oluyorlar. Ama bu saldırılar, direnişlerle yanıtlanmaz ve göğüslenmezse yarın yüzlerce-binlerce kamu emekçisinin açığa alınması veya işten atılmasının önü açılmış olacak. Bu nedenledir ki, işten atılan her emekçi direnmeye çağrılmalı ve maddi yardım yalnızca direnen üyeye yapılmalıdır.”

Henüz sınırlı sayıda KESK üyesinin disiplin kurulu kararları ile işten atıldığı bu dönemde yapılan bu çağrıda, özetle, ‘eğer bugün işten atmalara direnişlerle yanıt vermezseniz yarın yüzlerce-binlerce kamu emekçisinin işten atılmasının önünü açmış olacaksınız’ deniyor. Öyle de oldu. AKP iktidarı belki sürece yayarak yapmak istediği bu işten atma saldırısını 15 Temmuz’la birlikte kitlesel biçimde hayata geçirme fırsatını yakaladı. Karşısında anlamlı bir direnç görmediği ölçüde de eli rahatladı. KESK 15 Temmuz öncesinde gerçekleşen ihraçlara nasıl tutum aldıysa, 15 Temmuz sonrasında da aynı tutumunu sürdürdü. Ekonomik yardım, hukuki destek ve diplomasi…

Başbakanlık Genelgesi özünde muhalif emekçileri hedef alıyordu, OHAL KHK’ları ise muhalif emekçilerin yanı sıra on binlerce kamu emekçisini kıyımdan geçirdi. Yani saldırının tabanı genişlemişti. Bu koşullar altında yükseltilecek bir mücadele bu on binlerce emekçiyi de etrafında toplayabilirdi. Fakat KESK ve bağlı sendikalarda, hem bu “FETÖ” gerekçesi ile işten atılan on binlerce emekçiyle buluşma niyeti yoktu, hem de saldırıların KESK’i sıyırıp geçeceği yönünde yaygın bir beklenti vardı.

Örneğin Ağustos sonunda gerçekleştirilen BES Merkez Temsilciler Kurulu (MTK) toplantısı bunu tüm açıklığı ile gözler önüne sermektedir. O günlerde henüz 50 bini aşkın kamu görevlisi açığa alınmış, fakat ihraç yaşanmamıştı. BES MYK’sı MTK toplantısına iki önerge ile gelmişti. Bunlardan biri “üyelere sahip çıkmak” için bir dayanışma fonu oluşturulmasıydı. Yaklaşık bin kadrodan 20’şer lira alınacak ve BES bütçesinden de 15 bin TL aktarılarak 35 bin TL’lik bir fon oluşturulacaktı. Yani ihraçların KESK’i sıyırarak geçeceği düşünülüyordu ki, 35 bin TL’lik bir fon güvence sayılıyordu. KÇB’li bir MTK üyesi ise kürsüden “kitlesel kıyımlar geliyor farkında değil misiniz? Önce bu kıyımlara karşı nasıl bir mücadele hattı oluşturacağız onu konuşalım” diye çırpınıp dursa da, direniş mevzileri yaratma çağrısı yapsa da MTK’da “mücadele” değil fon konuşuldu. Tabi karara bağlansa da bu fon hiçbir zaman kurulamadı. Daha ilk ihraçlarda evdeki hesap çarşıya uymadı ve fon toplanamadan çöktü. KÇB’li MTK üyesi “direniş mevzileri yaratalım, kart basıp dayanışma toplayalım, kart basıp toplayacağımız dayanışma sizin fonda 6 ayda toplayacağınız dayanışmayı aşar” demişti. Nihayetinde BES, direniş örgütlemese de kart bastı ve fon ile hedefledikleri tutarın 8-10 katını toplayarak ihraç edilen üyelerine biner lira dayanışma yaptı. Sonrası aidat artışı.

Aynı BES MTK’sında, eğitim ve örgütlenme sekreteri dışındaki MYK üyelerinin MTK’ya önerdiği bir başka şey ise “serbest kıyafet eyleminin sonlandırılması” idi. Düşünün bir darbe girişimi olmuş, AKP iktidarı saldırganlığını tırmandırmış ve sizin ilk refleksiniz serbest kıyafet eylemini sonlandırma çabası oluyor. Neyse ki, niyetlerini ortaya koysalar da BES MYK’sı bunu önerge olarak sunamadılar.

15 Temmuz’un ilk dönemlerinde benzer durumlar diğer sendikalarda da şu veya bu biçimde yaşandı. Hemen hepsi “ekonomik yardım” meselesini “üyeye sahip çıkma” söylemi ile gündemine aldı. Fon, kooperatif kurma gibi tartışmalar sürdü gitti. Üyeleri başta olmak üzere ihraç edilen emekçileri merkezine alan bir direniş hattı örmekten özenle kaçındılar. Onları diplomasi ve yargı ile oyalayıp durdular. Birkaç refleks eylemle yılın sonunu getirdiler. 10 bini aşkın Eğitim Sen üyesinin açığa alındığı dönemde, dönemin Eğitim Sen Genel Başkanı Kamuran Karaca ikide bir çıkıp “bu haksızlık ortadan kaldırılmazsa mahkeme kararlarıyla arkadaşlarımızın hepsi dönecek” ve “arkadaşlarımız Ekim sonuna kadar dönecek” türünden sözler sarf ediyordu. Sendika bürokratlarının bu oyalamalarına rağmen kimi yerellerde anlamlı direnişler ve eylemler gelişti. Fakat sendika bürokratları bunu mevzi direnişleri geliştirmenin olanağına dönüştürmek yerine emekçileri oyalamayı sürdürdüler. Direnme çağrısı yapanlara kimi KESK bürokratları “barutumuzu baştan tüketmeyelim” türünden cevaplar üretiyordu. Bireysel direnişler “örgüt disiplinine aykırı” olarak nitelendiriliyor, ama her ne hikmetse “örgüt disiplini” altında kesintisiz bir direniş hattı örmeye de yanaşılmıyordu.

KÇB olarak henüz açığa almaların yaşandığı ama ihraçların olmadığı bir dönemde 10 Ağustos tarihinde “Darbe hukukuna, demokratik ve sosyal haklarımızın gaspına izin vermeyelim!” başlıklı bir çağrı yayınlamıştık. Bu dönem KESK’in CHP mitinginde soluğu aldığı bir dönemdi. Bu açıklamada şöyle denilmekteydi:

Başta belirtildiği üzere kamu emekçileri bugünkü saldırı dalgasının öncelikli hedefleri arasında yer almaktadır. Gelinen aşamada bunaltıcı bir ağırlığa erişmiş olan saldırılara nasıl bir yanıt üretileceği de son derece acil ve önemli bir sorundur. AKP’nin sendikası Memur-Sen ve faşist Kamu-Sen’i saymazsak KESK’in nasıl bir mücadele ortaya koyacağıdır burada söz konusu olan. Dahası gerici sendikaların açığa alınan binlerce üyesini sahipsiz bırakması KESK açısından önemli olanaklar ortaya çıkarmaktadır. Bugüne kadar KESK, on binlerce emekçinin açığa alınması karşısında kuru açıklamalarla ve kapalı mekanlarda yaptığı basın toplantıları ile yetinmiştir. Ancak mevcut durum ne protestocu bir mantıkla ne de genel geçer söylemlerle göğüslenebilecek hafifliktedir.”

İlk ihraçlar sonrasında yaptığımız açıklamalarda da, sonraki çağrılarımızda da hep KESK’in işi yargıya-diplomasiye havale eden ve ekonomik yardımı merkezine alan tutumunu eleştirdik ve direniş mevzileri yaratma çağrısı yaptık.

KESK bu dönemde 15 Ekim’de Ankara mitingi ve Aralık ayı sonunda gerçekleşen Ankara yürüyüşü gerçekleştirdi. Biliyorsunuz 15 Ekim Ankara mitingi yasaklandı ve KESK de yasağa boyun eğdi. Yasağın hemen ardından KÇB olarak “Yasağa boyun eğmek, kıyımlara kapı aralamaktır” başlıklı bir açıklama yayınladık. Öyle de oldu. Zaten günübirlik mitinglerin, yürüyüşlerin, basın açıklamalarının kendi başına temel bir önemi de yok. Bu nedenle de biz bu açıklamamızda olduğu gibi hemen her açıklamamızda, ihraç edilen emekçilerin merkezinde olduğu mevzi direnişlerin yaratılması çağrısı yaptık. Bu mevzi direnişler üzerinden bir özgüven kazanılabilir ve birikim sağlanabilirdi. Merkezi eylemler de bunun üzerine inşa edilebilirdi. Fakat basın açıklamaları, protesto eylemleri ile geçiştirildi koca bir dönem. Sonrasında ise basın açıklamalarının yerini sendika merkezlerinde yapılan basın toplantıları, en sonunda onun yerini de yazılı açıklamalar aldı. KESK’in ve ona yön veren reformist grupların diplomasiye, yargıya, ekonomik yardıma ve uluslararası hukuka bel bağlayan tutumları kısa sürede çöktü. Ama bu süre zarfında ihraç edilen emekçileri oyaladılar, özgüven kaybına yol açtılar, örgütsüz ve başının çaresine bakmak durumunda kalan bireylere dönüştürdüler. Örgütlü bir duruş gösterilemediği yerde kimisi iş bulmaya yöneldi, kimisi memleketine döndü, kimisi sendikanın verdiği maddi yardımla ve çevresinin desteği ile hayatını sürdürmeye yöneldi. Direnme iradesi gösterebilen bir avuç insan ise çeşitli biçimlerde direnme yolunu seçti.

(Devam edecek)


 
§