5 Ağustos 2016
Sayı: KB 2016/29

Emperyalizme / NATO’ya muhalefetin yolu, kapitalizme ve dinci-gericiliğe karşı mücadeleden geçer
“Demokrasi nöbetleri”; gösterdikleri ve görevler
‘Demokrasi’ masallarına karnımız tok!
Her daim OHAL koşulları
AKP’ye karşı mücadelede devrimci perspektif yaşamsaldır
Paralel yürüyüp dikey kesişenler...
Düzenin iç krizine karşı, devrimci sınıf mücadelesi!
Türkiye’de dinsel gericilik - H. Fırat
Tarih işçi sınıfını iktidara, sınıfın öncülerini göreve çağırıyor!
Kamu emekçilerine dönük saldırılar boyutlanıyor
OHAL ile “sözleşmeli öğretmenlik” geri geldi!
“OHAL”de mücadeleye!
Emekçi kadınların özgürlüğü gerici çıkar çatışmalarında değil, mücadelede
DGB II. Yaz Kampı iptal edildi!
Dışarıda emperyalist saldırganlık ve savaş, içeride polis devleti uygulamaları
Körfez şeyhleri “AKP atı”na oynamaktan vaz mı geçti?
Sürgün edilen devrimci tutsaklara işkence
İşçi sınıfının “General”i
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Paralel yürüyüp dikey kesişenler...

Z. Kaya

 

Kapitalist sistemi koca bir denize, sermaye devletini ise bu deniz üzerinde yol almakta olan bir gemiye benzetirsek eğer; geminin dümeni de hiç şüphesiz bu varsayımda “iktidar”ın kendisi olur. Hani hep burjuvalarımızın ağzından duyarız ya, “aynı gemideyiz” diye, aslında varsayımımıza dayanarak diyebiliriz ki, “pek de yanlış değil.” Evet, aynı gemideyiz. Ancak varsayımımızı gerçeklere uyarlama tek şartıyla devam etmeliyiz ki; kapitalist sistem kendi içinde krizlerle çalkalandıkça -dalgalanan denizde- badireleri atlatmak için kum torbaları denize atılmalıdır. Ve o kum torbaları da her defasında işçi ve emekçiler, ezilen halklar olmuştur. Gemi yolunu güvenle alsın ve birinci sınıf burjuvalarımız keyifli bir yolculuk sürsünler diye alınterlerini ve kanlarını akıtanların canları dümenin hangi güç odaklarının ellerinde tutulacağı yüksek gayesi için bu gemide kolayca harcanmaktadır. İşte 15 Temmuz’da olan da bu kavgada son “darbe”yi vurmanın adı oldu. Dümen, bir çarkıfelek misali birkaç saat hızla döndü, soluklar tutuldu, gardlar alındı. Dümen hızını kesip hangi ellerde olduğunu ilan ettiğinde ise değişmeyen tek şey geminin ve üstünde yüzdüğü kanlı suların kanunları oldu.

Dümenin hangi ellerde rotada tutulacağı kavgası belki de Türkiye Cumhuriyeti'nin 93 yıllık hayatında ilk defa bu denli çıplak bir biçimde görünür kıldı kendisini. Yakın tarihimizde, AKP ve Gülen cemaati arasındaki güç kavgası son altı yıldır MİT krizleri, kopya skandalları, yolsuzluk operasyonları gibi bir dizi gündemle ülke kamuoyunun bilgisi dahilindeydi. Belki de hiç kimse bir “darbe” ile taçlanacağını tezahür edememişti, ki darbe girişiminin ilk saatlerindeki girişimin “acemice” tüm manevralarının da verdiği itkiyle bunun bir AKP oyunu olduğu düşüncesinin arkasındaki de bu olguydu.

Ancak ortadaki çıkar pastası öylesine devasa ve hesaplaşma öylesine derin ki, bu kavgada “darbe” şah-matlık bir hamle idi ve eni sonu gerekliydi. Fakat iyi hesaplanmamış satranç tahtamızda tüm taşlar görevlerini layıkıyla yerine getirerek parlamenter sistem denen geminin motorlarına zeval verdirmeden dümeni AKP’nin eline gerisin geri teslim etmiş, dahası bununla yetinmeyerek bu motoru yağlama, cilalama işlevini de üstlenmişlerdir. Burada sözümüz elbette ki ön eki “devrimci”, “komünist” olsa da bir dizi reformist soladır. Burjuva muhalefeti zaten kendisinden bekleneni biraz gecikmeli ve çekingen de olsa yerine getirmiştir.

Bu kavgayı “orijinal” kılan yön ise paralel yürüyenlerin çıkarları çatıştığında dikey kesişmeleri olsa gerek. Komünizmi balın içine karıştırılmış zehir olarak tarif eden Gülen’in, 1963 senesindeki Erzurum’da “Komünizmle Mücadele Derneği” kuruculuğundan bugünlere uzanan yolunda nice yol arkadaşları harcandı. Nur cemaati içindeki bölünmelerde “yazıcılara” yaklaşarak, diğer bir yandan kendi “proje”lerini oluşturarak sahneye çıkan Gülen, çok geçmeden pratiği de örmeye başladı. Işık evleri ile en önemli örgütlenme alanı olduğunu ifade ettiği eğitim alanında faaliyet gösteren Gülen, devlet içinde güç olmanın yolunun da özellikle polis teşkilatını ve bu teşkilat içinde polis okulları, personel, istihbarat, kaçakçılık ve organize suçlarla mücadele birimlerini ele geçirmek olduğunu savlıyordu.

Gülen’in hikayesine bakmak için biraz daha gerilere gitmekte fayda var. Zira bir dini örgütlenmenin nasıl olur da bu denli kolay bir biçimde devletin tüm kademelerinde alenen yer tutabildiğini anlamak için bu zorunlu.

***

Dinci gerici örgütlenmeler Türkiye tarihinde her daim siyasal bir odağa ihtiyaç duydular. Yeri geldi desteklediler, yeri geldi hakkında karalama broşürleri dağıtarak teşhir ettiler. Ne zaman neyin yeri gelip gelmeyeceğini belirleyen şey ise, maddi çıkar oldu. Onların cephesinde dini “iş”ler maddi işlerin bir paravanı olarak yükselişte iken, düzenin kollayıcıları cephesinden ise sosyal uyanışları dizginlemenin bir aracı olarak kullanıldı. Özel olarak dini örgütlenmelerin desteklenmesi bir devlet politikası olarak her hükümet döneminde uygulandı. Sadece bu uygulamaların dozajı ve mahiyeti değişkenlik gösterdi. Örneğin 1960’larda Gülen’in kuruculuğunu yaptığı Komünizmle Mücadele Dernekleri doğrudan Amerikan uzmanlarının yönlendiriciliği ile kök salmıştır.

'60’ların sonu ‘70’lerin başında dinci gerici örgütlenmeler çıkarları doğrultusunda siyasal odakları desteklemeye devam ediyordu. “Mason”cu Demirel’e karşı “Müslüman” Erbakan’ın desteklenmesi, Demirel’i koltuğundan eden 1971 darbesinin alkışlanması ardından başbakan yardımcılığına uzanan Erbakan gururu CHP ile kurulan koalisyon sonucu son buldu. Gülen bu dönemde altın nesil projesine yoğunlaşarak Nur cemaati ve Erbakan’ın başkanlık yaptığı MSP’yle ilişkilerini kopardı.

1980 darbesi ise dini örgütlenmelere istediği zemini fazlası ile sağladı. ‘60 ve ‘71 darbeleri ile burjuvazi kendi içinde yaşadığı ve çözemediği sorunları çözüyor, emperyalizme tam uyumu gerçekleştiriyor ve önüne geçilemeyen sosyal muhalefet ve işçi eylemlerinin önüne geçiyordu. Bunun için de dinsel gericilik en iyi zehirdi. Tarikatlar ve cemaatler 1980 darbesine alkış tutuyordu. Çok sayıda imam hatip lisesi açıldı. 1982’ye kadar sadece bir tane ilahiyat fakültesi varken, 1982’den sonra bu sayı 21’e çıktı. 1983’te 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’nda değişikliğe gidilerek imam hatip lisesi mezunlarına tüm fakülte ve yüksekokullara girme hakkı tanındı. Klasik imam hatip liselerine İngilizce eğitim veren Anadolu imam hatip liseleri eklendi. 1984-97 arasında 235 imam hatip okulu açıldı. Bununla da yetinilmedi. Darbe sonrası cemaatlerin desteklediği Özal liderliğinde kurulan ANAP döneminde tarikat ve cemaatlerin devlet bürokrasisinde örgütlenmesinin önü açıldı. Devlet bankalarından yüklü krediler almalarının yolu düzlendi. Cemaatlere vakıf kurma ve vakıf adına kurban derileri toplama imkanı da yine bu dönemde verildi. Para musluklarını açan bu imtiyazlarla faizin adına kâr payı diyerek günah işlenmediğini savunan Faysal Finans, Al Baraka Türk gibi cemaat bankaları türedi.

Bu tarihsel gezintide Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına da rastlıyoruz elbette. Erdoğan, ANAP’a yönelen ve Erbakan’ı eleştirmeye devam eden Nurcuların karşı saflarında Erbakan’ın propagandasını sokaklarda örerken, Gülen ise belli başlı konularda (türban ve daha sonrasında Irak’a müdahale) devlet yanlısı açıklamaları ile Erbakan’ın başkanlık yaptığı Refah Partisi'nin “ajan”lık iddiaları ile maluldü. Gülen '80’li yılların sonu ve '90’ların başında açıkça ABD taraftarı olduğunu gösteriyordu. Cemaat içindeki bölünmelerden faydalanmaya devam eden Gülen, Zaman gazetesini de ele geçirdi ve 1984’te polis akademisi yasasında yapılan bir değişiklikle polis teşkilatı içindeki örgütlenmesinin önü açılmış oldu.

Mesut Yılmaz’ın başkanlığındaki ANAP’a mesafe alınması ile birlikte dengeler tekrar değişti. RP güçlenirken, Çiller Gülen’le özel olarak görüşerek destek isterken, ‘95 seçimlerinin ardından ‘96’da Erbakan başbakan oldu. Sincan’da tankların yürümesi ve irticaya karşı laiklik savunusu ile sular üzerinde yalpalayan geminin dümenine ayar verildi. RP kapatıldı. Gülen ise bu sefer 28 Şubat’ı alkışlıyordu.

AKP liderlerinin ağzından sıkça dinlediğimiz, gözyaşlarını tutamayarak anlattıkları 28 Şubat’ın ardından koalisyonlar, kurulmaya çalışılan birliktelikler, dengesiz dengeler yerini, RP’nin ardından açılan Fazilet Partisi içinde “yenilikçiler” adıyla öne çıkan grubun, Erdoğan ve arkadaşlarının kurduğu AKP ile tek başına iktidarın “istikrar”ına bıraktı. Emperyalizmin Ortadoğu’daki “ılımlı İslam” projesinin Türkiye’deki adı AKP oldu. Dini duyguların istismarı ile halkı uyuşturan ve ehlileştiren aynı zamanda temelli bir ABD-AB karşıtlığından çok sözde anti-emperyalist ancak emperyalizme göbekten bağlı burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir parti idi ihtiyaç duyulan ve zamanla yaratılan. İşte 1980’in öz çocuğu ve ABD patentli AKP, yine ABD ile kol kola yürüyen cemaatle aynı saflarda böylece buluştu.

AKP iktidarının ilk yılları; ABD-AB’ye güven verme politikaları, bu çerçevede AB kriterlerine uyum süreçlerinin tekrar başlatılması vs. ile ve aynı zamanda Gülen cemaati ile kurulan ilişkilerle geçti. Mavi Marmara olayındaki ilk çatlağa değin rantın yollarında paralel yürüyenler bu saatten sonra hesaplaşmaya, rant kavgasına tutuştular. Son yıllar bu kavganın kirli siyasal görüngülerine sahne oldu. Ve beraberce yürüdükleri veya “yürüttükleri” yol boyunca bir yandan da bu kaçınılmaz hesaplaşma günlerine hazırlandıklarını ses kayıtları ile, kirli ilişkileri ile göstermiş oldular. Devlet bürokrasisinin her kademesini dinci gericiliğin cemaat ve parti boyutuyla ele geçirdiklerini ve bunlardan vazgeçmeyeceklerini ilan ettiler.

İşte 15 Temmuz’dan bu yana yaşananlar bu kavganın ölümcül darbeleridir. Eski dostların FETÖ adıyla düşmanlaştığı bugün, devlet bürokrasisinden kazınırcasına “temizlenen” cemaat şimdilik yenilmiş gibi görünüyor. Gemi kanlı sularda yol almaya devam ettiği sürece emperyalist kapitalist sistem için kimin temizlendiği ya da tersinden kimin “yedirtildiği” pek de önemli değil. Dümen güvenli ellerde olduğu müddetçe; burjuvazinin istediği imtiyazlar sağlandığı, kapitalizmin tüm yükü işçi ve emekçilerin sırtına bindirildiği, zenginlik alanları emekçi halkların katli pahasına elde tutulduğu, işçi sınıfı burjuva siyasetinin zehirleyici tartışmalarına taraf olduğu müddetçe ve sendikal bürokrasisinden reformist soluna parlamenter sistemin kraldan çok kralcı savunucuları var olduğu müddetçe, dönemsel siyasal çalkantılar kapitalist sistem için iki yaramaz kardeşin oyuncak kavgasından farksızdır.

***

Bugün gemi güvenle yoluna devam etse de su almaya başlamıştır. İki yaramaz kardeşin kavgasında ortaya saçılanlar devlet mekanizmalarının iç yüzünü de ortaya sermiştir. Kitleler halen burjuva gericiliği etrafında taraflaşsalar da 15 Temmuz gecesi görüntüleri akıllarda derin soru işaretleri yaratmıştır. İşçi sınıfı örgütlenmeye, biriktirmeye devam etmektedir. Reformist sol düzene yedeklenen karakterini tüm çıplaklığı ile ortaya koymuş, safları netleştirmiştir. Kızıl Bayrak tüm bu kargaşa içerisinde komünizm ülküsü ile yükseklerde dalgalanmakta, yeni Ekim’lere hazırlanmaktadır. Kısacası bu gemi kanlı sulara gömülmeye yazgılıdır.

 

 

 

 

Dinci-gerici iktidarı aklamak için bu ne gayret Atalay?

 

15 Temmuz’dan sonra meydanlarda boy gösteren ve “işçilerin meşru hükümetin arkasında olduğu” mesajı vermek isteyen Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, şimdi de uluslararası sendikal harekete ve diğer ülkelerdeki işçi sendikaları konfederasyonlarına mektup gönderdi.

Aymazlığın bu kadarı: İşçiler adına OHAL’i savunmak

Atalay, darbe girişimi gecesi yaşananlara ilişkin “kahramanlık destanı” yazdığı mektubunda, durumu fırsata çeviren AKP’nin ilan ettiği OHAL’i meşrulaştırmaya çalıştı. OHAL’in sendikal faaliyetlerini etkilemediğini öne süren Atalay, OHAL ilanının hemen ardından Gemlik Gübre’de Türk-İş’e bağlı Petrol-İş üyesi işçilerinin grevinin engellenmek istenmesini bile görmezden geldi.

Atalay, OHAL’i eleştirmenin “meşru hükümetle darbecileri aynı kefeye koymak” anlamına geldiğini iddia ettiği mektubunda şu ifadelere yer verdi:

Darbe girişimine bir tedbir olarak, Milli Güvenlik Kurulu tarafından alınan ve parlamentoda muhalefet partilerinin de katılımıyla onaylanan kararla, olağanüstü hal ilan edilmiştir. Olağanüstü hal, hiçbir sivil toplum kuruluşunun istemediği bir durum olmakla birlikte, son dönemde, Türkiye’ye nazaran çok daha küçük çaplı olaylara muhatap kalmış olan ülkelerde de başvurulmuş bir uygulamadır.

Olağanüstü hal ilan edilmiş olmasına rağmen demokratik kurumlarımız normal işlerliğini ve sendikalarımız olağan faaliyetlerini sürdürmektedir. Olağanüstü hal ilan edilmiş olmasını Türkiye’de demokrasinin ve özgürlüklerin askıya alınması olarak göstermek meşru hükümeti darbecilerle eş tutmak anlamına gelecektir.

Türkiye’nin en fazla temsile haiz işçi örgütü olan ve 65 yıldır varlığını sürdüren TÜRKİŞ olarak, olağanüstü halin en kısa sürede kaldırılmasını talep ederken, mevcut şartlarda darbecilere ve devlete sızarak kurumları ve ülkeyi içerden ele geçirmeyi hedefleyen legal görünümlü illegal yapılara karşı Türkiye’nin tüm kurumlarıyla bir mücadele içinde olduğu gerçeğini de göz önünde bulunduruyoruz.”

Efendilerine yönelik eleştirileri hazmedemedi

15 Temmuz sonrasında AKP’ye ve özel olarak da dinci-gericiliğin şefi Tayyip Erdoğan’a yönelik dile getirilen “diktatörlük” eleştirilerini hazmedemeyen Atalay, yardakçılığını yaptığı efendilerini savundu. Atalay mektubunda şöyle dedi:

Türkiye olağanüstü bir dönemi, sendikaların ve sivil toplum örgütlerinin şanlı direnişi ile atlatmaya çalışırken Türkiye’nin diktatörlüğe kaydığı yönündeki açıklaması gerçeği yansıtmamaktadır. Bu örgüt, uzun yıllar devlet kurumlarına sızmış bu kurumlarda istihdam edilmeyi veya terfi edilmeyi bekleyen on binlerce insanın hakkını gasp etmiştir. Kendi taraftarlarını istihdam etmiş ve terfi ettirmiştir. Kendilerini desteklemeyen personele baskı ve mobbing uygulamış, binlercesini istifa etmeye zorlamıştır. Kumpas kurarak, insanların gelecek umutlarını tüketmiştir. Eğer darbe girişiminde başarılı olsalardı, işte o zaman Türkiye’de gerçek bir diktatörlük olacaktı. Bugün konuşma hakkına bile sahip olmayacaktık.”

AKP’yi aklamak için çağırdı; ya işçiler?

Atalay, diğer ülkelerde örgütlü işçi sendikaları konfederasyonları ile uluslararası sendikal örgütleri Türkiye’ye davet ederek konuyla ilgili olarak işçilerle konuşmasını istedi.

Fakat aynı Atalay, genel başkanlık koltuğuna oturduğu konfederasyona bağlı sendikalara üye işçilerin grevlerinin uluslararası alanda destek kazanması için parmağını kıpırdatmadı.

Çok geriye gitmeye gerek yok; Atalay, bir yıl önce, kendi bünyesindeki Türk Metal çetesine tepki göstererek üretimi durduran ve fabrikalarına kapanan binlerce metal işçisinin taleplerini görmezden geldi. Renault gibi uluslararası sermayeye sahip fabrikalardaki işçiler için diğer ülkelerdeki sendikaları harekete geçirmeye çalışmadı.

Türkiye’nin ilk yabancı sermayeli şirketi olmasıyla “övünülen” Nestle’de 900 işçi greve çıktığında, grevin başarıya ulaşması için gerekli desteği örgütleme konusunda uluslararası alanda hiçbir girişimde bulunmadı.

10 Ağustos’ta greve çıkacaklarını ilan eden Coca Cola işçilerinin zaferi için hazırlık yaptığına ilişkin hiçbir bilgiye rastlanmadı. Örnekleri çoğaltmak fazlasıyla mümkün.

Bu böyleyken; işçiler için zerre çaba göstermeyen ancak AKP savunuculuğu konusunda gayretkeşe dönen Atalay, şu sıralarda zamanını Kaçak Saray koridorlarında, TOBB ve YASED tarafından düzenlenen Uluslararası Yatırımcılarla Yüksek Düzeyli İstişare Toplantısı salonlarında geçirmekle meşgul.

 
§