09 Eylül 2011
Sayı: SİKB 2011/34

 Kızıl Bayrak'tan
Siyasal gelişmeler ve anti-emperyalist mücadelenin artan önemi...
Mazlum halkların savunucusu değil, emperyalizmin tetikçisidirler!
Emperyalizme ve siyonizme tarihi hizmet!
12 Eylül faşist darbesi 31. yılında
Kıdem tazimatı yalanları ve gerçekler!
19. Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Kongresi
Tek Gıda-İş direnişçisi
Uğur Doğan’la konuştuk
Liman direnişinin bayram güncesi.
Sömürü ve ihanet çemberini
mutlaka kıracağız!
TTB Merkez Konsey üyesi Hüseyin Demirdizen ile konuştuk
Savaş, anti-emperyalist mücadele
ve Partimizin programı - H. Fırat
1 Eylül’de onbinler alanlardaydı!
12 Eylül: Karşı-devrim devam ediyor
- Volkan Yaraşır
6-7 Eylül olayları
‘Libya’yı paylaşım’ zirvesi
İsrail’de yüzbinler alanlarda!
Onbinlerin festival coşkusu
Mustafa Suphi önderliğinde 10 Eylül 1920’de kurulan TKP’nin 91. yılı
Yılmaz Güney partili
mücadelemizde yaşıyor!
Kadına yönelik şiddet ve “çözümler”.
“Yargı piyasanın
hizmetine sunuluyor”
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Faşizm işçi sınıfının ontolojisine yönelik bir saldırıdır...

12 Eylül: Karşı-devrim devam ediyor

Volkan Yaraşır

12 Eylül darbesi bir karşı-devrim olarak yeni bir emperyal konseptin ürünü olarak gerçekleşti. Ülke şartları ve Ortadoğu’daki gelişmeler yanında bu konsept anlaşıldığı oranda karşı-devrimin mahiyeti ve etkisi kavranabilir.

Sermayenin yeniden yapılanma süreci ya da yeni sermaye birikim rejimi, küresel bir karşı-devrim içeriğinde politikalar geliştirilmesine yol açtı. Bugün yaşanan kapitalist krizin tarihsel kökleri, emperyalizmin yeni konsept arayışlarının da ortaya çıktığı dönemi işaretledi.

İçinde yaşadığımız kriz, aslında kapitalizmin bir uzun dalga krizinin ya da kapitalizmin yapısal krizinin depresyon evresidir. Krizin tarihsel kökleri 1970’lerin başına dayanmaktadır.

1970’lerin başında kapitalist sistem hem üretim yapısını, hem kurumsal yapısını değiştirdi. Bu değişimin ya da zorunluluğun birincisi siyasal, ikincisi ise ekonomik olmak üzere iki temel nedeni vardı. Özellikle bu yeniden yapılanma sürecinin siyasal boyutu ihmal edilir ya görülmez ya da yeterince kavranmaz. En başta Vietnam Savaşı, dünya halkları için başka bir tarihin olabileceğini ortaya koydu. “Yenilmez” bir güç, dünyanın imparatoru ABD, Ho Chi Minh önderliğinde Vietnam halkının olağanüstü direnişi ve büyük bedeller ödemesi sonucu dize getirildi. Mao’nun deyimiyle Vietnam Savaşı emperyalizmin “kağıttan bir kaplan” olduğunu ortaya koydu. Halklara umut, direniş ve özgürlük aşkı verdi. Sömürge halklarını Afrika’dan Asya’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya isyan ateşi sardı. “İki üç daha fazla Vietnam” şiarı gerçek oldu. Laos’tan Kamboçya’ya, Angola’dan Mozambik’e, Şili’den El Salvador’a halklar ayağa kalktı.

Öte yandan diğer bir siyasal boyut ise, merkez ülkelerde 1968’de yaşanan küresel isyan hareketiydi. Her ne kadar 1968 öğrenci gençlik ayaklanması olarak görülse de, aslında Fransa’da ve İtalya’da yaşandığı gibi bir işçi hareketidir. Bu iki ülkede işçi sınıfı, işçi konseyleri kurarak, alternatif iktidar organları yarattı. Finans kapital işçi hareketindeki bu gelişmeyi durdurmaya çalıştı. Düzenin devamı ve istikrarı için ayrıca pro-sovyetik komünist partiler de harekete geçti. İleride avro-komünizmin başat partileri olacak bu yapılar sistemin organik parçası gibi konumlandı. Konsey ve genel grev pratiklerinden olağanüstü derecede rahatsız oldular. Eylemler, goşizm ve “anarşizm” olarak değerlendirildi. Sistem dışına çıkması engellendi. Sartre’ın FKP’ye yönelik son derece sert eleştirisi, dönemin KP’leri hakkında önemli fikir vermektedir. 1968 Kıta Avrupa’sını sardığı gibi ABD’de 1930’lu yıllardan beri geri çekilmiş toplumsal muhalefeti tetikledi. ABD halkları barış ve sivil haklar için harekete geçti. Martin Luther King, Malcolm X gibi kişilikler hem siyahi hareketinin hem de dinsel diskriminasyona karşı siyah öfkenin simgeleri oldu. Kara Panterler, siyah öfkenin radikal organizasyonuydu. Ayrıca öğrenci gençlik hareketi ve savaş karşıtı hareket, tüketim toplumu olarak zehirlenmiş topraklarda umudun ve yeni arayışların habercisi oldu. 1968’in iki temel ayağı vardı. Birincisi kapitalizmin insanı bir kadavraya çevirdiği “refah toplumu”na karşı bir ayaklanmaydı. İkincisi bürokratik ve otoriter bir kast tarafından ya da egemen sınıf tarafından (nomenklatura) yönetilen özgürlüğün kirletildiği, işçi sınıfının bir başka biçimde apolitize edildiği, şekilsizleştirildiği sınıf üzerinde diktatörlük olan reel sosyalizme karşı bir duruştu. Ve kitleler bir başka dünyanın mümkün olduğunu gösteriyorlardı. Bunu özgür üniversitelerde, işgal edilmiş okullarda, genel grevlerde, kitle gösterilerinde, sokak çatışmalarında dışa vurdular. 1968 ideolojik bir isyan, bir arınma ve kolektif bir umuttu. Ne yazık kendi siyasal önderliklerini yaratamaması ve kapitalizmin aynı zamanda sosyo-kültürel bir sistem olması 1968’in sönümlenmesine yol açtı.

1968’in yıkıcı enerjisi bir müddet sonra kapitalizm tarafından absorbe edildi. 1968 hareketi geri çekildi. Ama arkasında kitlelerin yaratıcı zenginliğini, özgürlüğün bir kalp atışı gibi gerçekliğini bıraktı. Bu iki siyasal etken, 1970’lerin ortasında bir dizi ekonomik etkenle birleşti. Kapitalist sistem, 1960’ların ortalarından sonra özellikle metropollerde çıplak bir şekilde gözlemlenen kar oranlarında ciddi düşüşler yaşadı. Kapitalizmin yapısal özelliklerinden kaynaklanan bu durum, kapitalist sistemi bir uzun dalga ya da büyük bunalım içine sürükledi. Sanayide kar oranlarının düşmesi, yaşanan petrol krizi, yeni sermaye birikim rejimine geçişi beraberinde getirdi.

Kapitalist sistem acil önlemler alma ihtiyacı duydu.

Bir başka ifadeyle krize çözüm yöntemleri, aynı zamanda kapitalizmin yeniden yapılanma süreci olarak işledi.

Finans kapital krize karşı bir dizi proje geliştirdi. Öz olarak ikili bir amaç hedefledi. Önlem paketinin biri hedefi, azalan kar oranlarını nasıl artırırım ya da maksimum kara nasıl ulaşırım oldu. Çünkü kapitalizmin temel düsturu, kanunu ya da kaidesi maksimum kara ulaşmaktır. Kar daha fazla kar onun ontolojisidir.

Bu yönde, uzun zamandan beri Türkiye işçi sınıfına açık bir saldırı mahiyeti taşıyan, fason üretim, taşeronlaşma, esnek üretim ve sistematik güvencesizleştirme yönünde adımlar atılmaya başlandı. Üretim tekniklerinde önemli değişiklikler yapıldı. Dünyanın fabrikalaşması ve başta Çin ve Uzak Asya’nın makro bir atölyeye çevrilmesi yönünde düzenlemelere girişildi. Yoğun bir mülksüzleştirme politikası izlendi. Bu gelişmeler sınıf profilinde bir dizi farklılaşmayı beraberinde getirdi. İşçi sınıfının kapsamında muazzam genişlemeye karşın, organik birliği dağıldı. Hızla amorfe oldu. Katmanlaştı.

Önlem paketinin ikinci ayağıyla işçi sınıfının ekonomik, demokratik, siyasi her türlü ve her düzeydeki örgütlülüğünün dağıtılması hedeflendi. Böylece sınıfın ehlileştirilmesi ve boyunduruk altına alınması amaçlandı. Bu süreç bir yanıyla sınıfın ıslah edilmesi ve rıza göstermesi yönünde düzenlemeleri içerdi.

Açık zor ve ideolojik zorun konsantrasyonu

Finans kapital bu amaçlarını realize etmek için açık zorla (çıplak tehdit ve terörle) ekonomik zoru (ekonomik faşizmi) sistematik olarak devreye soktu. Zor diyalektiği ideolojik zorla sistemleştirildi. İdeolojik zorun hedefi beyinleri fethetme, tüm toplumu suç ortağı haline getirmekti. Bu uygulamalar kısaca sermayenin açık ve azgın diktatörlüğü olarak da tanımlanabilir. Finans kapital önünde hiçbir engel istemiyordu. Şiddeti çok boyutlu çıplak şiddetin yanında ekonomik ve ideolojik olarak da kullandı. Gündelik hayatın bir parçası kıldı.

Bu sürecin metropollerde ve periferide biçimlenişi farklı oldu.

Süreç metropollerde Thatcher ve Reagan’la simgelendi. ABD ve İngiltere’de yaşanan işçi sınıfına yönelik açık saldırı, neo-liberal karşı-devrimin niteliğini ortaya koydu. Artık Thatcher tanımıyla TİNA - “başka alternatif yok”tu. Kapitalizmin ve neo-liberalizm tahakkümü altında yaşamak bir zorunluluktu.

Bu yönde İngiltere’de 1984–1985 Büyük Madenci Grevi önem taşıdı. Bu grev sınıfa karşı sermayenin topyekun saldırısıydı. Thatcher, son derece soğukkanlı bir şekilde önce çeşitli özelleştirme politikaları ve bürokratik sendikalarla girdiği ilişkiler sonucu, İngiliz işçi sınıfının en radikal gücü olan madencileri yalnızlaştırdı. Sonra yoğun bir dezenformasyon ve manipülasyon politikası izledi. Madenci grevlerine yapılan ekonomik destekleri kesti. Hatta son açıklanan belgelere göre Sovyet madencilerinden gelen büyük miktarda finans desteği, iki ülke arasında kriz yaratılarak engellendi. Büyük Madenci Grevi’nin yenilgisi, Britanya’da neo-liberalizmin ya da sermayenin “altın dönemini” simgeledi. 1985 sonrasında son derece sistematik, rafine ve acımasızca sınıfa yönelik açık saldırı dönemi başlatıldı. Bu süreç bir başka yanıyla dünya çapında neo-liberal karşı-devrim taktiklerinin hayata geçirilmesini simgeledi.

ABD’de Reagan yönetiminin neo-liberal saldırılarının başlangıcı ise havaalanı kontrolörlerinin grevinin kırılması oldu. Evet, “liberal virüs” öldürücü bir şekilde ve büyük bir hızla yayılmaya başladı. Virüsün semptomları çok netti, yığınsal yoksullaştırmayı, işsizleştirme ve güvencesizleştirme izledi. Her alan metalaştı. İnsanın emeği yanında, bedeni de metalaştı. Dünyayı kronik açlık, yoksulluk ve işsizlik sardı. Öte yandan sermaye inanılmaz karlar elde etti. Hızla yoğunlaştı ve merkezleşti.

Metropollerde, sosyal devletin sosyal yönü özelleştirilerek metalaştırıldı. Sosyalizmin tehdidine karşı kapitalist sistemin bir önlem projesi olarak devreye sokulan sosyal devlet, hızla tasfiye edildi. Ulaşımdan eğitime, sağlıktan gündelik hayatın her alanına kadar radikal özelleştirme politikaları hayata geçirildi.

Devlet bir gece bekçisi konumuna getirildi. Sermayenin güvenliğinden sorumlu, sınıfın her düzeydeki örgütlülüğünü ve tepkisini dağıtan bir misyonla hareket etti. Bir anlamda devletin yarattığı illüzyon dağıldı. Devlet gerçek niteliğiyle devreye girerek, kapitalist sistemin güvenliğini sağlayan ve işlerliğinden sorumlu bir aygıt olduğunu gösterdi.

Çevre ülkelerde ya da bizim gibi ülkelerde ise yeni emperyal konsepte uygun düzenlemeler yapıldı. Türkiye’de neo-liberal virüsü yayan baş mimar Turgut Özal oldu. 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesi virüsün yayılma zeminini yarattı.

Özellikle Latin Amerika bu konseptin deney alanı, laboratuarı olarak öne çıktı. Güney Doğu Asya bir başka coğrafya olarak dikkat çekti.

1964’te Brezilya’da gerçekleşen darbe ilk adım oldu. Darbe, Ulusal Güvenlik Doktrini diye tanımlanan karşı-devrimci stratejinin ürünü olarak hayata geçirildi. Bu strateji, 1960’lı yılların başından itibaren sömürge ülkelerde hızla gelişen gerilla hareketlerine bir yanıttı. Bu arada Küba’da ve Cezayir’de devrim gerçekleşmişti. Che’nin gerillası ezilen halklara umut veriyordu. Gelişmeler karşısında emperyalizm bu doktrini ek unsurlarla tahkim etti. Yeni konsept Ayaklanmaya Karşı Mücadele Konsepti adında uygulanma başlandı.

Konsept Ulusal Güvenlik Doktrini’nde olduğu gibi komünizmi bir iç düşman olarak değerlendirdi. Bu düşmanı ortadan kaldırmak için her yöntemi (kontr-gerilla, ölüm mangaları, işkence, kaybetme, suikast, provokasyon vb. ) büyük bir acımasızlıkla kullandı. Yeni sömürge ülkelerdeki ordular reorganize edildi. Yeni misyonlar yüklendi. Karşı devrimci taktiklerin merkezi haline dönüştürüldü. Ordu askeri diktatörlük kurmakla, devletin tüm fonksiyonlarını üstlendi. Bir nevi kontr-gerilla cumhuriyetleri oluşturuldu. Baskı metodları rafine edildi. Medya etkili bir ideoloji üretim mekanizmasına dönüştürüldü. Umut hareketlerinin beslendiği deniz, yani kitlelerin “zehirlenmesi” hedeflendi. Gerilla ve devrimci hareketlerin parçalanması, dağılması ve marjinalize edilmesi için taktikler geliştirildi. Hedef her düzeydeki muhalefetin bastırılması ve yok edilmesiydi. Böylece neo-liberal politikalar rahatça hayata geçirilebilirdi. Zaten öyle de oldu. Askeri zoru, ekonomik zor izledi.

Bu yönde 1971 Bolivya’da, 1972 Uruguay ve Honduras’ta, 1973’te Şili’de, 1975’te Peru’da, 1976’da Arjantin’de askeri faşist darbeler yaşandı.

Ardından bütün bu saydığımız ülkelerde radikal neo-liberal politikalar devreye sokuldu.

Benzer gelişmeler Uzak Asya’da, Güney Kore’de, Pakistan’da ve Türkiye’de yaşandı. Yani aslında Türkiye’nin yaşadıklarını anlamak istiyorsak, Latin Amerika’da askeri darbelere, örneğin Şili’ye, Arjantin’e, Uruguay’a bakmamız yeterliydi. Ama uluslararası karşı-devrim tehdidi ne yazık işçi sınıfı ve siyasal önderlikler tarafından görülmedi, anlaşılmadı ve yeterince kavranmadı. İş böyle olunca karşı-devrim son derece iyi programlanmış ve kitleleri manipüle edecek olanaklarla hayata geçirildi.

Türkiye’de 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ve onun devamı olan 12 Eylül askeri faşist darbesi, aynı konseptin ürünüydü.

Kısaca çevre ülkelere, yeni uluslararası işbölümüne ve kapitalizmin yeniden yapılanmasına uygun biçim veriliyordu.

Açık zorla (şiddet ve terörle), ekonomik zor (ekonomik faşizm) konsantre edilerek, yeni bir devlet, toplum, birey ilişkisi yaratılıyordu.

Toparlarsak; 24 Ocak kararları artı 12 Eylül darbesi faşist diktatörlüğün ekonomi politiğidir.

Önce açık zorla toplumsal muhalefet ezildi. Korku kitleselleştirildi. 12 Eylül bir korku dinamosu gibi çalıştı. Sınıfın her düzeydeki örgütlenmesi dağıtıldı. Ardından ekonomik zor, yani neo-liberal darbeler geldi.

Neo-liberalizm ve ekonomik zor/faşizm olarak devreye sokuldu.

Bir karşı-devrim olarak neo-liberalizm

Neo-liberalizm bu zamana kadar en fazla sonuçlarıyla ve satıhta tartışıldı. Yalnızca ekonomik boyutu ele alındı. Ne var ki sistematik ve konsantre bir karşı-devrim programıydı.

Neo-liberalizmin birbirini tamamlayan ve iç içe geçmiş üç boyutu vardır. Birinci boyutu ideolojik, ikincisi kültürel, üçüncüsü ise ekonomik boyuttur.

İdeolojik boyutu açmamız gerekirse bu boyut da kendi içinde üç ayağa ayrılmaktadır. Birincisi Kalvinizim ya da Püritanizm: M. Weber’in kapitalizm ruhu olarak tanımladığı kalvinizm, Protestanlık ya da püritanizm, çalışmayı ve rekabeti kutsallaştırır. Kar ve hırsın insanın doğasında olduğunu savunur. Dünyadaki adaletsizliğe teolojik kılıflar uydurur. Dünyada zenginin zaten günahsız olduğu için zengin olduğunu, fakirin ise günahları çok olduğundan dolayı fakir kaldığını ileri sürer. Bunu da kadr-i mutlak olarak görür. Bunun değiştirilemeyecek bir kader olduğunu, bu dünyanın da bir sınama dünyası olduğunu açıklar. Bir anlamda fakirliğe itirazın kadere, aynı anlama gelmek üzere Allah’a itiraz etmek olduğunu belirtir. İnsanların rıza göstermesini, itaat etmesini telkin eder. Çünkü rıza ve itaat sistemin devamının güvencesidir.

Özal’ın “ben zenginleri severim” sözü bir ideolojik yaklaşıma örnektir. Özal’ın her ne kadar Nakşibendi olduğu söylense de, aslında o bir püritendir. Kalvinisttir. Kapitalist sistemin bekası onun için her şeyden önemlidir. İdeolojik boyutun ikinci ayağını ise ferdiyetçilik ya da bireycilik, felsefi anlamda individualizm oluşturur.

Bu anlayışa göre her türlü toplumsal dayanışma, paylaşma ilişkisi reddedilmelidir. Bunlar ilkel, kaba duygulardır. Önemli olan birey ve egodur. Anlayışın özü elit, seçilmiş, üstün insandır. Eğer paran varsa her şeysin, yoksa hiçbir şeysin mantığına dayalıdır.

Yine Özal böylesi bir ahlak ve toplumu açıkça dile getirdi-istedi. “Benim memurum işini bilir” dedi. Yani hırsızlık yap, rüşvet al, her türlü tezgahın içine gir ve gemini kurtar. Gerisi seni ilgilendirmiyor. Nasıl olsa her koyun kendi bacağından asılır.

İdeolojik boyutun üçüncü ayağını ise sosyal darwinizm oluşturur.

Sosyal darwinizm, bir boyutuyla faşist ideolojinin mayasıdır. Naziler gibi, İtalyan faşistleri de sosyal darwinist argümanlarla ideolojilerine destek bulmaya çalıştı.

Sosyal darwinizim özü, “büyük balık her zaman küçük balığı yer” sözüne dayanır. Bunu bir doğa kanunu olarak alır. İlerlemenin temel gücünü sosyal darwinist yönlerin oluşturduğunu ifade eder. Güçsüz insan, aşağı ve zayıf insandır. Fakir de güçsüz insandır. O da aşağı ve zayıftır. Doğanın kanunu olarak ezilmeye mahkumdur.

Bu üçlü ideolojik ayak son derece sistemli bir şekilde hayata geçirildi. Devletin ideolojik aygıtları kitleleri bu yönde bombardımana tuttu. Gösteri toplumunun araçları yani yazılı ve görsel medya bu ideolojik manipülasyonla, yalanın imparatorluğunu kurdu. İdeolojik mistifikasyonlar her gün yeniden üretildi.

Hedef beyinleri fethetmekti. Çünkü yeni fetih alanı beyinlerdi. Beyinlerin fethedilmesi beraberinde biatı ve suç ortaklığını getirecekti. Kitleler bu yönde tekno-ideolojik bombardımana maruz kaldı. Korkunun kitleselleşmesi ideolojik manipülasyonun gücünü artırdı. Korkunun “enfekte” ettiği beyin, artık tutsaktı ve bu tutsaklıktan memnun hale getirildi.

İdeolojik saldırıyı, son derece sistemli kültürel operasyonlar izledi. Kültürel manipülasyonlarla toplumun Mc Donaldslaşması, tek tipleştirilmesi, üniform bir toplum haline getirilmesi amaçlandı.

Bu yönde tüketim terörü körüklendi. Artık tükettiğin, tüketebildiğin kadar özgürdün. Hatta özgürlük tüketmekti. Gerisinin hiçbir anlamı yoktu. Mananın yoğunluk kazandığı yer tüketmekti. Tüketmek, tüketebilmek ve bunun yarattığı haz her şeydi. Hedonizm son derece rafine hayata geçirildi. Hedonizm son derece yok edici bireycilikle içselleştirildi. Sistem yeni haz nesneleri yarattı. Hazları kontrol etti, yönlendirdi. Bu yönde duygu doğurdu. İnsanın ontolojisini hedonizm üzerinden yeniden inşa etti. Emperyalist kültür, kültür imgeleri ve nesneleri topluma sistematik bir şekilde şırıngaladı. Tüketim terörü, toplumun temel özelliği haline getirildi.

Kültürel operasyonlarla beyni felç olmuş, bloke edilmiş ve fethedilmiş birey ve kitleler tam anlamıyla suç ortağına dönüştürüldü. Artık herkes sistemin döngüsünün bir parçası, hatta sistemin ayrılmaz parçasıydı.

Bu iki karşı-devrimci taktiğin kitleler içinde nüfuzu, radikal ekonomik operasyonları koşulladı.

Neo-liberalizm devlet/toplum/birey ilişkisinin yeniden kuruluşuydu. Kitlelerin karşı duruşunun ve direncinin kırılması, sessizleştirilmesi, boyun eğmesi ve suç ortağı haline getirilmesiyle ekonomik faşizmin radikal uygulamaları hayata geçirildi.

Özelleştirme politikaları sistematik bir şekilde gerçekleştirildi. Finans kapital tarihin en büyük vurgununu ya da soygununu özelleştirmelerle yaptı. Bu küresel soygun Sezar’ın, Hitler’in, Mussolini’nin tahayyülünün ötesindeydi.

Finans kapital küresel düzeyde özelleştirme operasyonlarıyla karına kar kattı. Finans kapital büyük bir açgözlülükle saldırdı, çaldı, soydu. Kapitalist devlet bu soygunun örgütleyicisi olarak hareket etti. Böylece tarihin en büyük talanı ve yağması gerçekleşti.

1990’da Sovyet sistemin çökmesi finans kapitale yeni bakir alanlar yarattı. Bu coğrafyalarda kriminal bir kapitalizm sürecinden geçildi. Finans kapital bu coğrafyaları tam anlamıyla talan etti. Enkaz haline getirdi.

Neo-liberalizm bu üçlü-karşı devrimci boyutu kavrandığı ölçüde anlaşılabilirdi. Ne yazık ki saldırının boyutu ve mahiyeti kavranmadı. Yalnızca neo-liberal politikaların bir ayağı olan ekonomik boyutu ve onun da sonuçlarıyla, yani işsizlik, sendikasızlık, toplu tensikatla mücadele edildi. O da bir düzeyde. Sonuçtan hareketle bir direnç gösterme çabalarının başarılı olması mümkün değildi. Zaten de olmadı. İşçi sınıfı bu sürecin bütününde olağanüstü düzeyde zarar gördü, ağır darbeler aldı. Örgütsel gücü parçalandı. Amorfe, hatta deklase oldu. Yoğun demoralizasyon içine düştü. Sendikal hareketin bu süreçte en azından bir savunma gerçekleştirememesi, yer yer suç ortağı olması, son derece olumsuz sonuçlar yarattı. Sendikal harekette hızla çözülme ve çürüme yaşandı. Bu süreç ülkemizde olduğu kadar metropolde de benzer şekilde yaşandı.

Sendikal hareketin sınıf örgütü olma özelliği dejenere oldu. Sendikalar sınıftan ve sınıfın sorunlarından uzaklaştı. Ona yabancılaştı. Bu süreç de sınıfın parçalanmasını artırdı. Kendine güvenini zayıflattı. Gerici dalga ve karşı-devrimci saldırıya karşı, işçi sınıfı geri çekildi. Örgütsel gücü parçalandı. Hızla şekilsizleşti.

Neo-liberal karşı-devrim böylece büyük kazanımlar sağladı. Finans kapital sınıfın güçsüzlüğü üzerinden gücünü inşa etti. Neo-liberalizm, finans kapitalin sınıfa yönelik konsantre savaşıydı. Bu saldırılar, sınıfı böldü, parçaladı, dağıttı ve şekilsizleştirdi.

Kısaca ideolojik bombardımanlarla önce beyinler felç edildi. Kültürel operasyon ve manipülasyonlarla toplum suç ortağı haline getirildi.

İdeolojik ve kültürel hegemonya sağlandıktan sonra, ekonomik operasyonlar geldi. Radikal özelleştirme operasyonları devreye sokuldu.

Türkiye özelinde neo-liberal saldırı dalgası, 1985’te sistemli bir biçim aldı. 1985–1998 arasında bu karşı-devrim saldırısının alt yapısı oluşturuldu. 1998–2007 arasında ise son derece yoğun ve sistemli saldırılara geçildi. Büyük sosyal yıkım operasyonları gerçekleştirildi.

(Devam edecek...)