09 Eylül 2011
Sayı: SİKB 2011/34

 Kızıl Bayrak'tan
Siyasal gelişmeler ve anti-emperyalist mücadelenin artan önemi...
Mazlum halkların savunucusu değil, emperyalizmin tetikçisidirler!
Emperyalizme ve siyonizme tarihi hizmet!
12 Eylül faşist darbesi 31. yılında
Kıdem tazimatı yalanları ve gerçekler!
19. Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Kongresi
Tek Gıda-İş direnişçisi
Uğur Doğan’la konuştuk
Liman direnişinin bayram güncesi.
Sömürü ve ihanet çemberini
mutlaka kıracağız!
TTB Merkez Konsey üyesi Hüseyin Demirdizen ile konuştuk
Savaş, anti-emperyalist mücadele
ve Partimizin programı - H. Fırat
1 Eylül’de onbinler alanlardaydı!
12 Eylül: Karşı-devrim devam ediyor
- Volkan Yaraşır
6-7 Eylül olayları
‘Libya’yı paylaşım’ zirvesi
İsrail’de yüzbinler alanlarda!
Onbinlerin festival coşkusu
Mustafa Suphi önderliğinde 10 Eylül 1920’de kurulan TKP’nin 91. yılı
Yılmaz Güney partili
mücadelemizde yaşıyor!
Kadına yönelik şiddet ve “çözümler”.
“Yargı piyasanın
hizmetine sunuluyor”
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Jandarmaya sınırsız
hayata dönüş” yetkisi!

Geçtiğimiz günlerde, kamuoyunda “üçlü protokol” olarak bilinen, zindanlara ilişkin arama ve güvenlikle ilgili genelgede değişikliğe gidildi. Burjuva medya bu değişikliği muayene sırasında jandarmanın bulunamayacak olmasını öne çıkararak ileri bir adım olarak sundu. Fakat daha sonra ayrıntılarına bakıldığında görüldü ki bu yeni genelgeyle jandarmaya keyfine göre arama ve müdahalede bulunma yetkisi verilmektedir.

Adalet, İçişleri ve Sağlık bakanlıklarının imzasını taşıyan protokolde cezaevlerinde yönetim, dış koruma, hükümlü ve tutukluların nakilleri ve sağlık hizmetlerinin yürütülmesi yeniden düzenlendi. Jandarmanın cezaevlerinde arama yapma ve müdahale etme yetkileri genişletildi. Jandarma bundan böyle “kuvvetli şüphe durumları”nda savcılıktan müdahale etme izni isteyebilecek. Bu izin eskiden sadece yazılı olarak yapılabilirken şimdi “sözlü” olması yeterli olacak. Dahası protokole, soruşturma ve davalarda tutukluluğun keyfi biçimde devamına karar verilirken sık kullanılan “kuvvetli şüphe” ifadesi de eklendi. Bu sınırsız bir keyfiyet demektir.

Tartışma yaratan maddenin yeni hali şöyle:

“İsyan, direniş, yangın, deprem gibi olağanüstü durumlarla firar teşebbüslerinin önlenmesi maksadıyla veya kuvvetli şüphe durumlarında jandarma tarafından vaki olacak sözlü veya yazılı arama ve müdahale talebi cumhuriyet başsavcılığınca değerlendirilir ve gerekli görülürse müdahale ve arama ceza infaz kurumu personeliyle birlikte yapılır.”

Bir taraftan “demokratik anayasa” palavralarının yazılı ve görsel medyanın manşetlerini kapladığı şu günlerde yapılan bu yeni değişiklikle düzenin infaz, katliam timlerini nasıl olağanüstü yetkilerle donattığı da görülmektedir. Bir taraftan Kürt halkına karşı özel hareket polisleri yeniden devreye sokulurken öte taraftan zindanlarda da jandarma birliklerine yeni zindan katliamları için talimatlar verilmektedir.

Zindanlara yönelik yapılan bu yeni değişkliğin Eylül ayına, yani büyük zindan katliam ve direnişlerinin yıldönümüne denk gelmesi de ibretliktir. Bilindiği üzere 21 Eylül  ­1995’te Buca, 24 Eylül 1996’da Diyarbakır ve 1999’un 26 Eylül’ünde de Ulucanlar zindanlarında vahşi katliamlar gerçekleşmiş, Buca’da 3, Diyarbakır’da 10, Ulucanlarda da 10 devrimci, komünist tutsak katledilmişti. Bu katliamların yanısıra 4 Ocak 1996’da Ümraniye cezaevinde yapılan katliamda 4 devrimci öldürülmüştü. Son olarak 2000 yılında medyaya “hayata dönüş” olarak lanse edilen, katillerin “Tufan” olarak kodladıkları katliam sonucu 28 devrimci vahşice öldürülmüştü. Ayrıca 12 Eylül’ün işkence tezgahlarıyla, idam sehpalarıyla ünlenen o zindan karanlığı da hala hafızalardadır.

Eylül ayı bu vesileyle zindanlara yönelik yeni katliamlara hazırlanan sermaye sınıfına, savaş aygıtlarına karşı sınıf kinimizi daha bir kuşandığımız, öfkemizi daha bir bilediğimiz bir ay olmalıdır.

Şimdi yan hücremizden gelen sesler gibi duymalıyız bir şafak vakti başı dik ölümü karşılamaya gidenlerin ayak seslerini. Yıllar süren akıl almaz işkenceleri, idam sehpalarını, verilmeyen o son mektupları, yıllarca gizlenen mezarları, ilmiğin boynuna geçtiği bedenin değil, ilmiği tutan elin titrediği o görkemli direniş günlerini unutmayalım. Kalaslara çakılı beton çivilerinin parçaladığı bedenlerle kana bulanan Diyarbakır zindanının 24 Eylül’ünü unutmayalım. Ulucanlar zindanında şafakla başlayan katliamı, işkencehaneye çevrilen o cezaevi hamamını unutmayalım. Buca’yı, Ümraniye’yi tarihin gizli geçmişinde kilitli tutmayalım. Kanla yazılan tarihin asla silinemeyeceğini gösteren 2000 Aralığı’nın o dört destansı gecesini ve gündüzünü unutmayalım ve unutturmayalım.

Böyle yapalım ki, hayatımızı zindana çevirip zindanlarda yeni katliamlara hazırlananların şüphelerini gerçeğe dönüştürelim.

 

 

 

 

Katliam emirleri Çatlı ve Yazıcıoğlu’ndan

“Sağ-sol çatışmasını, kardeşlerin birbirine kırdırılmasını önleme” demagojisiyle hayata geçirilen 12 Eylül darbesinin ardından idam edilen ülkücü Pehlivanoğlu, asılmadan saatler önce verdiği ifadede Abdullan Çatlı ve Muhsin Yazıcıoğlu’nu suçlamış.

12 Eylül Anayasa Referandumu öncesinde Başbakan Erdoğan, Pehlivanoğlu’nun son mektubunu okumuş, gözyaşı dökerek şov yapmıştı. Oysa Pehlivanoğlu adı Balgat Katliamı da dahil olmak üzere çeşitli kanlı eylemlere karışmış faşist bir katil. 7 Ekim 1980’de gece saatlerinde idam edilen Pehlivanoğlu idam edilmeden saatler önce Mamak Cezaevi’nde askeri savcıya Abdullah Çatlı ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun direktifleri ile katliamları yaptıklarını itiraf etmiş.

Buna göre öldükten sonra kahraman ilan edilen Muhsin Yazıcıoğlu’nun birçok katilamın emrini verdiği ve MHP’li milletvekilerinin katliamlarda tetikçilere yardım ettiği ortaya çıkıyor.

Saat 15.30’da verdiği ifadesinde bütün emirleri Abdullah Çatlı’dan aldıklarını söyleyen Pehlivanoğlu eylemlerde kullandıkları silahların İsa Armağan tarafından temin edildiğini dile getirmiş. İfadenin devamında şunlar söyleniyor:

“İsa Armağan, genellikle yapılacak işlemler hakkında bir şey söylerdi. Bütün emirleri Abdullah Çatlı’dan alırdı. Benim de karıştığım Balgat olayı Abdullah Çatlı’nın emriyle gerçekleştirildi. Bu olaydan yakalanıp cezaevine düştükten 2- 3 ay sonra bizimle Balgat olayına karışan Haydar Şahin’in Çatlı’nın emriyle ve çok şeyler bildiği gerekçesiyle öldürüldüğünü İsa’dan duydum. Ankara Merkez Cezaevi’ne girdikten 10-15 gün sonra Muhsin Yazıcıoğlu ile Çatlı görüşe geldi. Bizi cezaevinden kaçıracaklarına söz verdiler. Sonra vazgeçtiler...”

MHP’li milletvekilinin arabasını kullandık”

“Balgat olayı olduktan sonra benimle İsmail Köksal’ı kaçıran otomobil MHP’li bir milletvekiline aitti. Bunu arabayı kullanan Şevket Çetin söyledi. Şunu açıklayayım, bu araba MHP milletvekillerinden bir tanesine aitmiş. Fakat ismini bize söylemedi.”

Muhsin Yazıcıoğlu yönetiyordu”

İstanbul teşkilatını genel merkeze bağlayan isimlerin Abdullah Çatlı ve Muhsin Yazıcıoğlu olduğunun belirtildiği ifade de Yazıcıoğlu’nun örgütü yöneten kişi olduğuna dikkat çekiliyor.

“Parti ile ilişkisi olan şahıslar Muhsin Yazıcıoğlu, Abdullah Çatlı, Şevket Çetin’di. Yapılan eylemlerden partinin haberi vardı” diyen Pehlivanoğlu’nun ifadesinde şu sözlere yer verilmiş: “Beni yönlendiren ve bu duruma düşüren kişilerin de yasal cezalarını çekmelerini istiyorum. Olaylarda kullanılan silahlar teşkilatta pis silah olarak adlandırılırdı, bu silahlar taşraya giderdi. Oradan bize Ankara’da kullanılmayan silah gelir, bu şekilde silahlar örgüt içerisinde devamlı dolaşırdı. Bu emir ve direktifi verenler, eylemleri yönlendirenler Abdullah Çatlı, Muhsin Yazıcıoğlu, Şevket Çetin ve Esat Bütün’dür”