22 Nisan 2011
Sayı: SİKB 2011/16

 Kızıl Bayrak'tan
Son dönemin gelişmeleri ve görevler
YSK darbesine halk öfkesi
Hiçbir baskı ve yasak Kürt halkının mücadelesini boğmaya yetmeyecek!
Sınıf devrimcilerinin
1 Mayıs çalışmaları sürüyor
‘Beyaz grev’ Türkiye’yi sardı
Sonuçlanan Metal TİS’leri üzerine...
Metal işçileri Grup TİS sürecini değerlendirdi
Gebze, Ankara ve Kayseri’de işçiler kurultaylarda buluştu
Tunus ve Mısır:
Devrim için dersler / 2
Mısırlı emekçilerin mücadelesi gerici yönetimi zorluyor
Suriye’de mücadele sertleşiyor
Emperyalistler Libya’da kara harekatına hazırlanıyor
Avrupa’da 1 Mayıs ve devrimci sorumluluk
Ontex direnişinin sesi Avrupa’da
YGS skandalına karşı binlerce öğrenci ‘boykot’ dedi
DLB’den YGS karşıtı
imza kampanyası
Ankara’da polis operasyonu
Karadağ cinayet davasını
sahiplenme çağrısı
Çocuklarımızın yaşamları 23 Nisanlar’da değil, 1 Mayıs alanlarında savunulacaktır!
Mücadele alanlarından
1 Mayıs çağrısı!
Kırbayır gözaltında katledildi
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Tunus ve Mısır:
Devrim için dersler... / 2

-II-

Devrim için dersler

1- Tunus ve Mısır’ın birarada bir kez daha doğruladığı ilk önemli ders, büyük toplumsal patlamaların, isyan, halk ayaklanması ya da devrimlerin, çoğu durumda, büyük birikimler halinde mayalanan ve küçük kıvılcımlar üzerinden patlayan kendiliğinden bir dinamiğe sahip olduklarıdır.

Tunus’ta patlak veren halk ayaklanması, olayın ardından sıkça kullanılan ifadeyle, bulutsuz gökyüzünde çakan bir şimşek misali, bu ülkeye dışardan ve uzaktan bakan hemen herkes için tamamen bir sürpriz oldu. Tunus ayaklanması özellikle Arap dünyasında sarsıcı biçimde yankılanınca, hele de bazı ülkelerdeki ilk hareketlenmeler ortaya çıkınca, yeni ayaklanma beklentileri haliyle güç kazandı. Ama ilk sırada tam da Mısır’ın durmakta olduğu, öteki herkes bir yana, bu ülkeyi yakından bilip tanıyan, sürekli biçimde izleyen uzmanlara bile düşünülemez bir şey olarak görünüyordu. BBC’nin “deneyimli” Kahire muhabirinin, Tunus’taki diktatörün kaçışının (14 Ocak) hemen sonrasında ve Mısır’daki ayaklanmanın hemen öncesinde kaleme alındığı, üstelik tam da 25 Ocak için yapılan eylem çağrısını konu edinen 17 Ocak tarihli haberi, buna anlamlı bir örnek oluşturuyor. Muhabir John Leyne, “Tunus’ta Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkeyi terk etmesiyle sonuçlanan olaylar, hemen hemen aynı sorunların görüldüğü Mısır’da da benzer bir sonuç doğurabilir mi?” diye soruyor ve yanıtında buna hiçbir biçimde ihtimal vermiyordu. Mısır’da protesto gösterilerinin “ancak birkaç yüz kişi toplayabildiği”ni, bunların da genellikle “aynı yüzler”den oluştuğunu, eylemlerde polis sayısının her zaman gösterici sayısından çok daha fazla olduğunu, olumsuz yanıtına kanıt olarak sunuyordu.

Bugün 25 Ocak için yapılan eylem çağrısına birkaç yüz değil fakat milyonlarca kişinin yanıt verdiğini, eylemin salt bir protesto gösterisi olarak değil fakat ülke çapında kanlı geçen bir ayaklanma halinde gerçekleştiğini, bir anlık bir patlama olarak kalmayıp diktatörü kovma kararlılığı ile onsekiz güne yayıldığını biliyoruz. Ama BBC’nin “deneyimli” Kahire muhabirininki hiçbir biçimde kişisel bir yanılgı değildi. O yalnızca genele egemen düşünceyi dile getiriyordu, bunu da haberinde özellikle vurguluyordu.

Bütün bunlar, kitlesel patlamaların, isyan ve ayaklanmaların, bu arada devrimlerin, özellikle de toplumsal devrimlerin, uzun dönemler boyunca derinden derine mayalanarak, beklenmedik zamanlarda, beklenmedik olaylardan alevlenerek ve beklenmedik biçimler içinde patlak verdiğini bir kez daha, bu kez Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmaları üzerinden doğrulamaktadır.

 

2- Ama öte yandan, hem Tunus’ta hem Mısır’da, bu türden büyük sosyal patlamaların gelmekte olduğunu duyuran önemli ön işaretler bulunduğunu, hiç değilse şimdi, olayların ardından ortaya çıkan bilgiler ışığında öğrenmiş bulunuyoruz.

Tunus’taki ayaklanmanın gelişiminde örgütlü yapısıyla değilse bile militanlarının kişisel inisiyatifiyle belirli bir rol oynadığı bilinen Tunus İşçilerinin Komünist Partisi (TİKP) temsilcileri, böyle bir halk ayaklanmasını yıllar öncesinden bir biçimde beklediklerini söylüyorlar: “Bu devrim bizim için tamamıyla bir sürpriz değildi. Çünkü 2008’de maden havzasındaki ayaklanmadan bu yana partimiz, Tunus’un bir başkaldırıya yol açabilecek yeni bir halk mücadelesi dönemini başlatacağını tespit etti. Maden havzasındaki ayaklanmadan sonra başka ayaklanmalar da oldu, fakat bölgesel çapta kaldı. Bölgesel çaptaki ayaklanma geçen yaz döneminde meydana geldi.” TİKP temsilcileri, parti olarak bir halk ayaklanması ihtimali üzerinde özel biçimde durduklarını, partiyi buna her düzeyde hazırlamaya çalıştıklarını da sözlerine ekliyorlar.

Benzer işaretlerin ve üstelik daha belirgin biçimde Mısır’da da bulunduğunu artık biliyoruz. Ve Tunus’ta olduğu gibi, bir kez daha militan işçi hareketleri üzerinden. Ortadoğu uzmanı Gilbert Achcar, bu konuda şu bilgiyi veriyor: “Mısır 2006’dan 2009’a kadar son zamanların en büyük işçi grevleri dalgasını yaşadı, o zamandan beri ülkedeki toplumsal gerilimler durulmadı. Mübarek, emniyet supabını kullanarak var olan basıncı kontrol altında alabileceğini sandı fakat bu durum bir patlamayla sonuçlandı. Tabii ki bu noktada Tunus örneğinin de bir katkısı oldu”

Bu bilgi ve gözlemlerden çıkan sonuç basitçe şudur: Her ne kadar bir toplumsal hareketin ya da devrimin ne zaman, ne vesileyle ve hangi biçimler içinde patlak vereceğini kestirmek olanaksızsa da, onun gelmekte olduğunu bir biçimde sezmek ve öngörmek yine de olanaklıdır. Büyük depremlerin gelmekte olduğunu nasıl ki kendini yıllar öncesinden gösteren öncü sarsıntılar üzerinden öngörmek mümkünse, aynı şekilde büyük toplumsal depremler demek olan isyan, ayaklanma ve devrimlerin de gelmekte olduğunu öngörmek, hiç değilse bir biçimde sezmek ve bunu daha etkili hazırlıklara konu etmek mümkündür. Bu, devrimci bir partinin olayların seyrini derinlemesine anlama yeteneğine, toplumun derinliklerindeki birikimi ile onun yüzeye vuran etkilerini doğru değerlendirme başarısına sıkı sıkıya bağlıdır. Bunu zamanında sezmek ve öngörmek, beraberinde buna uygun daha ciddi, güvenli ve iddialı bir hazırlığı da getireceği için, bu devrimci bir partinin beklenmedik patlamalara müdahale etme yeteneğini de alabildiğine güçlendirecektir.

 

3- Tunus ve Mısır örnekleri, büyük kitle hareketlerinin, isyan ya da ayaklanmaların, kurulu düzenin siyasal ve sosyal yapısına yönelebilmesinde devrimci önderliğin, ancak bu sayede olanaklı olabilecek devrimci yön ve programın tayin edici önemini de, kendi yapısal zayıflıkları üzerinden de olsa, bir kez daha göstermiş oldular. Gerek Tunus gerekse Mısır ayaklanmaları ifadenin en tam anlamında kendiliğinden hareketler oldular ve öylece de kaldılar. Buradaki sorun halk ayaklanmalarının beklenmedik bir biçimde kendiliğinden patlak vermeleri değildir, vurgulamış bulunduğumuz gibi bu türden hareketlerde ve devrimlerde genellikle böyledir. Sorun, bu hareketlerin patlak verdikten sonra da herhangi bir devrimci yönelimden, açık bir politik yön ve programdan, bunu olanaklı kılacak devrimci bir önderlikten yoksun kalmalarıdır.

Temel önemdeki bu yapısal zaaftan dolayıdır ki, ilgili ülkelerin egemen sınıfları ile arkalarındaki emperyalist güçler, ayaklanmaları belli sınırlar içine hapsederek denetim altına almakta belirgin bir kolaylık yakaladılar. Bu, Mısır’da özellikle böyle oldu. Emperyalistler ve Mısır burjuvazisi, bir yandan hareketi “devrim” nitelemesiyle okşayıp yüceltirlerken, öte yandan onu devrimci bir mecraya büyümekten başarıyla alıkoydular. Tam da işçi sınıfının üretim alanları üzerinden harekete geçtiği ve kendi sınıf istemlerini özel bir biçimde dile getirdiği bir evrede ise, diktatörü harcayıp hareketi durdurdular. Böylece de diktatörlüğü tüm yapısıyla ayakta tutmayı başardılar. Düzen ordusu ile düzenin temel payandalarından gerici Müslüman Kardeşler hareketi, herbiri kendine özgü konumları ve rolleri üzerinden, bunun başarılmasında düzenin iç ve uluslarası efendilerine paha biçilmez bir hizmet sundular.

Mısır’daki gibi muazzam bir halk hareketi patlamasının bu denli kolay bir biçimde dizginlenmesi ve denetim altına alınması, devrimci yön ve programın, onun taşıyıcısı ve uygulayıcısı olabilecek devrimci bir partinin olayların seyrindeki tayin edici önemini bütün açıklığı ile bir kez daha ortaya koymuştur.

 

4- Fakat sorun kendi başına devrimci bir partinin olup olmaması da değildir. Sorun aynı zamanda, bu devrimci partinin, isyan, ayaklanma ya da devrim türünden bir hareket kendiliğinden patlak verdiğinde, onun önüne düşebilecek, ona başarıyla yön verebilecek bir birikime ve hazırlığa, güce ve örgütlülüğe, uzun yılların ve en farklı mücadele koşullarının ürünü bir pratik deneyime ve önderlik yeteneğine az çok sahip olabilmesidir de. Eğer bu türden bir ön hazırlık ve birikim yoksa, olayların patlak vermesi devrimci partinin hızla güç kazanmasını ve öne çıkmasını alabildiğine kolaylaştıracak olsa bile, onun harekete başarıyla hakim olması ve doğru bir biçimde yönetip yönlendirmesi yine de olanaklı olamaz.

Nitekim Mısır’da değilse bile Tunus’ta olaylarda belirli bir rol oynayan devrimci bir parti var. Ama görülebildiği kadarıyla bu partinin olayların gidişini esasa ilişkin olarak etkileme gücü ve yeteneği hiç değilse halen yok.

Buradan çıkan esaslı dersi iki önemli ve birbirini tamamlayan aktarma üzerinden ortaya koymak istiyoruz. Bu iki aktarma Tunus ve Mısır’dan devrim için dersler kapsamında buraya kadar söylediklerimizin de toparlanması anlamına gelecek.

Aktarmalardan ilki Lenin’in “Nereden Başlamalı?” başlıklı çok iyi bilinen makalesinden: “... Durmadan sistemli ve planlı hazırlıktan söz ettik; ama amacımız asla, istibdadın ancak düzenli bir kuşatmayla ya da örgütlü bir saldırıyla yıkılabileceğini ima etmek değildir. Böyle bir görüş, hem saçma, hem de hayattan kopuk bir görüş olur. Tam tersine, istibdadın, kendisini sürekli olarak tehdit eden kendiliğinden patlamaların ya da önceden görülemeyen siyasi karışıklıkların etkisi sonucu çökmesi son derece mümkündür ve böyle olasılık tarihi olarak çok daha fazladır. Ama maceracı kumarlardan sakınmak niyetinde olan bir siyasi parti, faaliyetlerini, böyle patlamaları ve karışıklıkları beklemeye dayandıramaz. Biz kendi yolumuzda ilerlemeli ve düzenli çalışmamızı sebatla sürdürmeliyiz. Beklenmedik olaylara ne kadar az bel bağlarsak, herhangi bir ‘tarihi dönemeç’ karşısında hazırlıksız yakalanmamız da o kadar imkansız olur.”

İkinci aktarım ise Ekim’in (sayı: 165) yıllar öncesine (15 Mart 1997) ait bir başyazısından: “Devrime doğru büyüyen politik olaylar, hemen her zaman, çok büyük ölçüde kendiliğinden bir dinamiğe sahiptirler. Devrimler planlanıp uygulanmazlar, fakat toplumun derinliklerinde oluşan patlayıcı birikimin beklenmedik zamanlarda ve biçimler içinde dışa vurmasıyla oluşur ve gelişirler. Bununla birlikte, kendiliğinden patlak veren devrimler ya da büyük halk hareketleri, devrimci partiler tarafından yönetilip yönlendirilirler. Bu tarihsel olaylara bir yön, bir çizgi, bir program kazandırılarak, onlar bilinçli müdahalelerle adım adım zafere götürülebilir ve götürülürler. Devrimci önderliğin, devrimci öncü partinin bir devrimde oynayabileceği temel tarihsel rol de işte burada ifadesini bulur. Bu onun, patlak vermiş bir devrimin kaderini belirleyecek düzeydeki hayati önemde rolüdür.”

“Fakat eğer devrimin ya da büyük bir halk hareketinin patlak verdiği ülkede, devrime varan ön birikim süreçleri içinde oluşmuş, gelişmiş, deneyim kazanmış, açık bir politik çizgiye ve sağlam bir örgütsel kimliğe sahip bir parti varsa, bu rolü başarıyla gerçekleştirme şansı olabilir. Patlak vermiş devrimler içinde doğan, kimliğini, çizgisini, örgütünü bu sıcak anlarda ancak kurabilen bir parti bile bu rolü oynayamaz. Ya da ancak istisnai durumlarda oynayabilir“

“Bu iki farklı duruma iki klasik örnek verilebilir. İlk duruma örnek, 1917 Rus Devrimi ve Bolşevik Partisi’dir. İkinci duruma örnek, 1918 Alman Devrimi ve Spartakist hareketten doğan Alman Komünist Partisi’dir. Bilindiği gibi ilki zaferle, ikincisi yenilgiyle sonuçlandı...” (H. Fırat, Dünya Ortadoğu ve Türkiye, Eksen Yay., s. 420-21)

Bu değerlendirmeyi, 1997 Mart’ında Arnavutluk’ta beklenmedik bir biçimde patlak veren, çok geçmeden silahlı ayaklanma biçimini alan ve ülkenin güney bölümüne bir süre egemen olan halk hareketini konu alan “Arnavutluk’ta Silahlı Halk Ayaklanması” başlıklı metinden aktarıyoruz. Ama görüldüğü gibi burada söylenen hemen her şey neredeyse olduğu gibi Tunus ve Mısır için de geçerlidir. Geleceğin devrimlerine başarılı bir önderlik, bugünden devrimin patlak vereceği ana uzanan bütün bir tarihi döneme yayılan hazırlığın başarısına sıkı sıkıya bağlıdır. Partimizin değerlendirmelerinde hep vurgulandığı gibi, eğer bugünden çok yönlü bir hazırlığı en iyi biçimde yapmazsak, özellikle de işçi sınıfı hareketi ekseninde örgütlü bir güç haline gelmeyi başaramazsak, gelecekte şu veya bu biçimde yaşanacak bir toplumsal patlama ya da devrime başarıyla önderlik etmek yeteneğinden de yoksun kalırız. Tunuslu ve Mısırlı devrimcilerin halen düştüğü duruma düşeriz.

 

5- Bu bizi, devrimci partinin tayin ediciliği ölçüsünde, hatta sözkonusu toplumun koşullarına bağlı olarak ondan bile önemli olan, bir başka önemli soruna getiriyor. Bu, işçi sınıfının olayların seyrinde oynayabileceği ve oynaması gereken roldür. Eylemli mücadeleleri ile gerek Tunus’ta gerekse Mısır’da, özellikle bu ikincisinde, gelmekte olan toplumsal sarsıntıyı önden duyuran işçi sınıfının patlak veren ayaklanmalarda etkin bir rol oynayamaması, her iki ülkede de hareketin nispeten kolayca kontrol edilebilmesinin esaslı bir nedenidir.

Tunus’taki ayaklanma konusunda bu konuda yeterli bir bilgi ve açıklık yok, hiç değilse bizim için. Ama Tunus İşçilerinin Komünist Partisi temsilcileri işçi sınıfının ayaklanmaya katılımının zayıf kaldığını özellikle belirtiyorlar. Mısır’da ise tablo biraz daha açık. Üç haftaya yayılan ayaklanma sürecinde işçi sınıfının üretim birimleri üzerinden de hareketlenmeye başladığını ve diktatöre yol verilmesinde özel bir rol oynadığını biliyoruz. Ayaklanmanın başından itibaren ABD ile sıkı bir koordinasyon halinde olan Mısır ordusunun, tam da işçi direnişleri ve fabrika işgallerinin hızla yaygınlaştığı, işçi sınıfının gücünü üretim ve hizmet alanları üzerinden gösterdiği bir sırada apar topar Mübarek’e yol vermesi, bu çerçevede dikkate değer bir olgudur.

Kuşkusuz işçi sınıfının bu türden toplumsal hareketlerde oynayabileceği tayin edici rol çok karmaşık etkenlere bağlıdır. Fakat bu rolün temelde işçi hareketinin bağımsız devrimci politik ve örgütsel gelişimde aldığı mesafe ile sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu biliyoruz. Bu da devrimci bir sınıf partisinin devrime etkin bir hazırlığının, her şeyden önce sınıf hareketinin bağımsız politik ve örgütsel gelişiminde aldığı mesafe ile ölçülebileceği anlamına gelir. Partimizin III. Kongresi ile birlikte özellikle öne çıkardığı “Parti, sınıf, devrim!” şiarı, ki kongre bildirisinin başlığıdır da aynı zamanda, buradaki kopmaz ve tayin edici bütünlüğü en özlü biçimde dile getirmektedir. Partinin sınıfla örgütlü birliğinin düzeyi ile devrimininin kaderi birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.

Toplumsal mücadelelerde işçi sınıfı birleştirici olduğu kadar ayrıştırıcı da bir güçtür. Dahası o bunu modern burjuva toplumunda devrimci bir temelde yapabilecek biricik sınıftır da aynı zamanda. Onun birleştirici ve sürükleyici gücü, öteki emekçi katmanları kendi eksenine çekmesinde ve devrimci önderliği altında birleştirmesinde; ayrıştırıp saflaştırıcı gücü ise, sınıfsal ağırlığını ortaya koyduğu ölçüde öteki burjuva katmanların gerçek konum ve tutumlarını açığa çıkartmakta yatar. İşçi sınıfının toplumsal bir hareket içindeki devrimci ağırlığı kaçınılmaz olarak ayrışma getirir, böylece sağlıklı bir saflaşma sağlar. Sınıfın devrimci gücü ve ağırlığı, emekçi sınıf ve katmanları kendine doğru çekerken, tüm kesimleriyle burjuva katmanları hareketin dışına iter. Böylece onların hareketi denetim altına alıp sefil çıkarlarına alet etmeleri girişimi boşa çıkar. 1905 Devrimi bunun da klasik bir örneğini vermiştir bize. Devrimde işçi sınıfı ağırlığı ve inisiyatifi önplana çıkınca, o güne dek özgürlük nutukları çeken liberal burjuvazi hızla harekete yüz çevirmiş, devrime karşı gericilikle kol kola girmiştir. Tunus ve Mısır’da bu doğrultuda bir gelişme yaşansaydı, aynı şey olur, isyana şu veya bu ölçüde katılan burjuva ara katmanlar hızla harekete yüz çevirir, egemen sınıfın yanında saf tutarlardı. İşçi sınıfının ayaklanmalardaki yeri ve ağırlığının zayıflığından dolayıdır ki, ara burjuva katmanların harekete katılması ve giderek hareketin üzerine bir ağırlık olarak çökmesi kolaylaşmıştır.

Bu olgu Mısır’da özellikle belirgindir. Mısır’da hareketin o “zengin” bileşimi gerçekte onun esasa ilişkin temel bir zaafı olmuştur. Büyük bir isyanın kolayca denetim sınırları içine çekilmesinde bu özel bir rol oynamıştır. Başından itibaren hem ABD’de hem Mısır burjuvazisinde hareketin denetim altına alınabileceği, hatta Mübarek harcanmadan da yatıştırılabileceği umudunu doğuran tam da bu oldu. Nitekim Mısır işçi sınıfı kendi muazzam gücünü sınıfsal istemleri eşliğinde ve üretim alanları üzerinden gösterir göstermez, meydanlardaki şekilsiz kalabalıkların bir parçası olmaktan çıkıp üretim birimleri üzerinden sınıf bölükleri halinde eyleme geçer geçmez, başta Müslüman Kardeşler olmak üzere harekete yön vermede etkin bir konumda bulunan tüm burjuva kesimler, Mübarek’in gidişini yeterli bularak isyanı hızla sona erdirmişlerdi.

 

6- Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmaları yaygın biçimde “devrim” olarak nitelendi, niteleniyor. Emperyalist medya kuruluşlarından dünya ölçüsünde birçok ilerici-devrimci parti, grup ve kişiye, ayaklanan kitlelerin temsilcilerinden (Tunus ve Mısır örneği) ayaklanmada belli bir yer tutan devrimci partilerin temsilcilerine (Tunus) kadar bu böyle. Biz komünistlerse bu nitelemeyi paylaşmadığımız gibi onu devrim kavramını bozmaya ve sulandırmaya yönelik tehlikeli ve zararlı bir tutum ve girişim sayıyoruz.

Onyılları bulan bir bastırılmışlığın ardından büyük bir sosyal ve siyasal hoşnutsuzluğun bir anda patlayan volkan misali büyük bir toplumsal sarsıntı olarak kendini açığa vurması... Milyonları kapsayan ve haftalara yayılan muazzam bir kitle hareketliliği... Kitlelerin mevcut rejimin yasa ve yasaklarına meydan okuyan, siyasal meşruiyetini ortadan kaldıran, bu arada yer yer güvenlik güçlerini ve kurumlarını hedef alan büyük eylem inisiyatifi ve kararlılığı... Diktatörler şahsında diktatörlüklere karşı sergilenen büyük öfke ve kararlılık... Bütün bunlar Tunus ve Mısır’da yaşananların ortak tablosunu oluşturuyor. Bunları fiilen elde edilen siyasal kazanımlar tamamlıyor. Diktatörler koltuklarını terketmek durumunda kaldılar. Onyılların baskı ve terör rejiminin bunaltıcı cenderesinde gedikler açıldı ve henüz kalıcılığı tartışmalı olsa da birçok hak ve özgürlük halen fiilen kullanılır hale geldi.

Öte yandan, marksistlerin bir toplumda devrimci durumun temel göstergeleri olarak ele aldıkları üç temel unsuru, her iki ülke üzerinden de genel görünüm içinde saptayabiliyoruz. 1- Her iki ülkede de “yönetilenlerin” eskisi gibi yönetilmek istemediği ve “yönetenler”inse artık eskisi gibi yönetemez duruma düştükleri, olayların patlak vermesiyle birlikte ortaya çıktı. 2- “Ezilen sınıfların yoksulluk ve sefaletinin alışılmış ölçülerin üzerine çıkması”, hem Tunus’un hem Mısır’ın en yalın gerçeğidir. 3- “‘Barışçıl’ dönemlerde kendilerini sessizce sömürten, fakat fırtınalı bir dönemde, kriz koşulları sayesinde, fakat aynı zamanda bizzat ‘tepedekiler’ tarafından bağımsız tarihsel eyleme zorlanan kitlelerin eylemliliğinde önemli bir yükselme” (Lenin) ise, bu üç unsur içinde en açık ve dikkate değer olanıdır.

Bunlar birarada, genel planda alındığında, gerek Tunus’ta gerekse Mısır’da devrimci bir durumun doğduğunun da göstergeleridir. Fakat bütün bunlara rağmen ne Tunus’ta ne de Mısır’da yaşananları devrim olarak nitelemek olanağı vardır. Tunus’ta kısmen daha ileri bir durum var. Kitleler yer yer cepheden devlet kurumlarını hedeflediler, ülkeyi terkeden diktatörün yerine geçen hükümeti devirdiler, siyasal tutukluların serbest bırakılmasını sağladılar, siyasal polisin ve eski iktidar partisinin feshedilmesini dayattılar, siyasal özgürlükleri daha geniş çapta fiilen kullanmaktalar, ayaklanmanın yarattığı yerel örgütlülükleri korumaktalar, ülkede devrimci bir parti önderliğinde kurulan birleşik güç odağı var vb... Bütün bu açılardan Tunus Mısır’daki durumun hayli ilerisinde durmaktadır. Mısır’da ayağa kalkan kalabalıklar çok daha geniş ve eylem dalgası çok daha uzun süreli olabildiği halde üstelik. Mısır’ın zayıf yanı devrimci partinin tümden yokluğu, önemli bir handikap olarak ordu ve Müslüman Kardeşler faktörü, yanısıra da orta sınıfların hareket üzerindeki özel etkisi oldu.

Sorun hiçbir biçimde salt diktatörlerin gitmesi, diktatörlüklerinse hala tüm temelleriyle ve temel kurumlarıyla yerli yerinde duruyor olması, bu anlamda hareketin sınırlı bir başarı düzeyinde kalması değildir. Sorun bu temelleri ve kurumları hedefleyen bir hareketin olmamasıdır, halk ayaklanmalarının böyle bir kapsam ve yönelimden yoksun bulunmasıdır. Bu temel önemde yapısal özelliği gözden kaçırarak her büyük kitle hareketini devrim olarak nitelemek, bilimsel devrimci bakışın yitirilmesi olur.

“İktidarın bir sınıftan ötekine geçişi, sözcüğün salt bilimsel anlamıyla olduğu kadar, politik ve pratik anlamıyla da bir devrimin birinci, başlıca ve esas belirtisidir...” diyor Lenin. Kuşkusuz, somut bağlamından da (Şubat Devrimi) bildiğimiz gibi, Lenin bu sözlerle başarılı bir devrimi tanımlıyor. Ama böylece başarısız da kalsa sonuçta her gerçek devrimin toplumsal-siyasal anlamını, muhtevasını ve yönelimini de en özlü bir biçimde ortaya koymuş oluyor. Bundan çıkan sonuç, devrim nitelemesini belirleyenin, hareketin akibeti ve dolayısıyla somut kazanımları değil, fakat sosyo-politik muhtevası ve siyasal yönelimi olduğudur.

Rusya’da 1905 Devrimi hedeflediği hiçbir sonuca ulaşmadan, temel istemlerinin hiçbirini elde edemeden ağır bir yenilgiye uğradı. Ama o yine de görkemli bir siyasal devrimdi ve Ekim Devrimi’ne giden yolda önemli bir kilometre taşı oldu. Çünkü soylular sınıfını temsil eden Çarlık düzenini yıkmak ve demokratik cumhuriyet kurmak gibi açık bir siyasal yönelime sahipti. Her gerçek devrimde olduğu gibi (ki bu bütün devrimler üzerinden somut olarak örneklenebilir) 1905 Devrimi’nde de sahnede kendilerine özgü istemleriyle sınıflar ve buna sıkı sıkıya bağlı olarak, bu sınıfların her birinin istemlerine daha tutarlı ifadeler kazandıran siyasal özneler vardı. İşçi sınıfı sahnenin önplanındaydı; Çarlığı devirmeyi hedefliyor, demokratik cumhuriyet ve 8 saatlik işgünü istiyor, köylülüğün toprak talebin destekliyordu. Köylülük serfliğin kaldırılmasını ve toprak istiyor, cumhuriyet talebinde işçi sınıfını destekliyordu. Liberal burjuvaziyse Çarlığı anayasal monarşiyle sınırlamak peşindeydi. Ve tüm bu sınıfları temsil eden partiler, program, strateji, taktik ve örgütleriyle, uzun yıllardan beri sahnede idiler ve kendileri yönünden muhtemel bir devrime hazırlanıyorlardı. Devrim patlak verdiğinde ise konum ve hedeflerine göre onu etkilemeye ve yönlendirmeye çalıştılar.

Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmalarında ise böyle bir muhteva ve yönelim yoktu. Sahnede bağımsız istemleri ve buna dayalı bağımsız eylemleriyle sınıflar ve siyasal özneler değil, fakat muazzam boyutlarda da olsa salt insan yığınları vardı. Sınıfsal kimlikleri üzerinden kendilerini gösteremeyen şekilsiz insan yığınları. Bundan dolayıdır ki bütün dikkatler ve temel istem, salt diktatörün gitmesi üzerinde odaklaştı ve öylece kaldı. Hareketin burjuva öğeleri bunu özellikle bu doğrultuda yönlendirdiler. Nitekim her iki ülkede de diktatör, geride tüm kurumlarıyla birlikte diktatörlüğü ve kendi 20-30 yıllık suç ortaklarını bırakarak bir yana çekilince de, hareket gücünü ve dinamizmini yitirdi.

 

7- Bu da bizi Tunus ve Mısır’ın bir başka hayati önemde dersine, düzenin kendini savunabilme yeteneği ve olanakları ile düzen kurumları hakkında taşınabilecek hayallerin böylesi tayin edici anlarda nasıl da büyük bir tuzağa dönüşebileceği gerçeğine getiriyor.

Endenozya’nın 33 yılık faşist diktatörü Suharto’nun istifasının (21 Mayıs 1998) hemen ardından Kızıl Bayrak’ta yayınlana başyazı (23 Mayıs 1998), “Suharto’nun İstifasıyla Halk Hareketi Dizginlenmeye Çalışılıyor” üst başlığı altında şu anlamlı ana başlığı taşıyordu: “Diktatör Gitti, Diktatörlük Duruyor...” Tunus’un 23 yıllık diktatörünün ülkeden kaçmak zorunda kalmasının ardından ortaya çıkan yeni durum da, ilerici-devrimci yayınlarda genellikle bu ifade ile özetlendi.

Aynı durum Tunus’un ardından Mısır’da da yaşandı. Ülkenin 31 yıllık diktatörü Hüsnü Mübarek sonunda istifa etmek zorunda kaldı, oysa düne kadar temsil ettiği rejim tüm yapısıyla yerli yerinde duruyor. Üstelik salt kurumlarıyla değil yönetim kadrosuyla da. Mübarek’in ardından yönetimi rejimin belkemiği ordu devraldı. Ve ordu üzerinden dizginleri eline alan kişi, Yüksek Askeri Konsey’in başı Muhammed Hüseyin Tantavi, istifa etmek zorunda kalan 31 yıllık diktatörün 20 yıllık savunma bakanı ve 16 yıllık genelkurmay başkanı! Bu çarpıcı olgu bile kendi başına tüm durumu özetlemeye yetmektedir.

Şimdi de Mısır’daki bu güncel tablonun ışığında 1998 yılında Endonezya’da yaşananların anlamına bakalım. Sözünü ettiğimiz “Diktatör Gitti, Diktatörlük Duruyor...” yazısından aktarıyoruz: “33 yıllık çürümüş ve kokuşmuş bir baskı rejiminin simgesi olarak diktatör Suharto istifa etti, ama rejim tüm kişi ve kurumlarıyla yerli yerinde. Suharto gitti ama Suharto rejimi olduğu gibi duruyor. Büyük fedakarlıkları göze alarak ayağa kalkan milyonlarca insanla alay edercesine, istifa eden diktatör yerini sağ kolu olan adama bıraktı ve aynı anda bu ‘yeni başkan’ dört yıllık görev süresi için yemin etti. Bu operasyonun gerisinde doğal olarak emperyalizmin tam güdümündeki ordu var. Şu an halk hareketine karşı kurulan en güçlü barikat olan ordu, Suharto ailesinin güvenliğini sağlama sorumluluğunu üstlendiğini de açıkça ilan etti. Tüm bunlar, ayaklanan halk kitlelerinin ‘İpe çekilsin!’ dediği kanlı bir diktatöre kendini bu siper etme tutumu, Suharto rejiminin, onun en temel kurumu olarak ordunun, halk kitlelerine karşı yalnızca bir adım geri çekilerek giriştiği bir yeni tehdit ve meydan okumadan başka birşey değildir.” (H. Fırat, Dünya Ortadoğu ve Türkiye, Eksen Yay., s. 429)

Olayların Endonezya’daki bu gelişim seyri neredeyse tamı tamına bugünkü Mısır’ı andırıyor. Suharto yerine Mübarek’i, Suharto’nun ‘sağ kolu’ yerine de Mübarek’in “20 yıllık savunma bakanı ve 16 yıllık genelkurmay başkanı” olan adamı koyun, böylece neredeyse tamı tamına aynı senaryoyu bulursunuz. İlkinde Suharto’nun ‘sağ kolu’ ve ikincisinde ise Yüksek Askeri Konsey’in başı Tantavi’nin görevden çekilen diktatöre hizmetlerinden ötürü şükranlarını sunması bile aynı. Senaryodaki tek fark, bunun iki farklı ülkede ve 13 yıllık zaman aralığı ile gerçekleşmiş olmasıdır.

Düzen kurumları hakkında taşınabilecek hayallerin büyük toplumsal fırtınalar döneminde nasıl da öldürücü sonuçlar yaratabileceğini bize 13 yıl önce Endonezya ve şimdi de Mısır gösteriyor. Üstelik aynı kurum, yani düzen ordusu üzerinden. Son elli yılın tüm acılı deneyimlerine rağmen hala da “orducu sosyalist” olmakla övünebilen ordu yalakalarının hiç de az olmadığı bizimki gibi bir ülkede, bu dersin apayrı bir önemi vardır.

-III-

Devrime hazırlanmak...

Kapitalist dünya ve emperyalist sistem, genel işleyişi içinde, son otuz yıldır, ama özellikle de dizginlerinden boşalmış halde son yirmi yıldır, gezegenimizin toplumsal fay hatlarında büyük enerji birikimleri yaratmaktadır. Bu birikim henüz büyük depremlere, ki bunlar toplumsal devrimler zinciri biçiminde sökün edecektir, yolaçmış olmasa da, öncü sarsıntıların ardı arkası kesilmemektedir. Tunus ve Mısır bunun güncel yeni örnekleri oldular.

Biz komünistler, nerede, ne zaman ve ne biçimde ortaya çıkacağını kestirememekle birlikte, hiçbir büyük toplumsal hareketi, isyanı ya da ayaklanmayı şaşırtıcı bulmuyoruz. Zira sistemin gidişatının toplumsal fay hatlarında sürekli patlama dinamikleri biriktirdiğini ve bunun da ilk sarsıntılar biçiminde kendini bir dönemdir dışarı vurmaya başladığını biliyoruz. Bu tespit, günümüz dünyasına ilişkin her devrimci tahlilin temel hareket noktası olmak zorundadır. Bu tespite dayanmaksızın günümüz dünyasının temel süreçlerini anlamak olanaklı olamayacağı gibi, önümüzde uzanan ve giderek de yakınlaşmakta olan yeni tarihi döneme devrimci hazırlık da yapılamaz. Bu gerçeği görmek, görev ve hedeflerini bunun ışığında ele almak, kendini her bakımdan buna göre konumlandırmak ve hazırlamak, günümüz dünyasında gerçekten devrimci bir parti olabilmenin olmazsa olmaz koşulları arasındadır.

Bundan dolayıdır ki, bu değerlendirmenin girişine TKİP III. Kongresi Bildirisi’nden alınan pasaj, hemen devamında şu sözlere bağlanmaktadır:

“Bu tespit partimizin tüm mücadele, çalışma ve örgütlenme çabasının belirleyici ana ekseni durumundadır. Partimiz tüm güncel devrimci görev ve sorumluluklarına buradan bakmakta, geleceğin büyük mücadelelerine bu bakışaçısı ile hazırlanmaktadır. Her biçimi ile burjuva gericiliğinin Türkiye toplumunu boğucu bir kuşatma altında tutması güncel olgusu geçici olmaya mahkumdur. Kapitalizmin onulmaz çelişkileri karşı konulmaz bir biçimde Türkiye işçi sınıfını ve emekçilerini bir kez daha devrimci sınıf mücadelesi alanına yöneltecektir. TKİP bu bilinçle, bundan beslenen bir devrimci güven ve iyimserlikle hareket etmekte, tüm güncel çabasını bu süreci hızlandırmaya yoğunlaştırmakta, bunu ise şaşmaz bir biçimde proletarya devrimi hedefine bağlamaktadır.”

(EKİM Başyazı Sayı: 272 / Nisan 2011)