Yer, Gebzenin Tavşancıl beldesi. Pamukova katliamının üzerinden henüz üç-beş gün geçmiş, şehirlerarası tren seferleri tekrar başlayalı 5 gün olmuşken, ikinci bir tren kazası ...Bu kez, kafa kafaya çarpışan iki tren! Haberlerden kazanın nasıl gerçekleştiğini dinlemek, hatta sadece bu konuda düşünmek bile insanın dehşete kapılması için yetiyor.
Arka arkaya gerçekleşen tren kazaları, birbiri ile bağlantılı onlarca çarpıklığı bütün açıklığıyla ortaya koymuş oldu. Demiryollarını kan gölüne çeviren ve insanların hayatlarına malolmuş bu kazaların, bir ihmaller dizisinin sonucu olduğu ise çok açık. Aslında salt bu yüzden, yaşananlara kaza adını vermemek gerekiyor. Kaza sözcüğü kapitalizmin ve onun yetkili temsilcilerinin bu katliamlardaki sorumluluğu olduğundan az ifade etmekte. Gerçek şu ki, bu kazaların sorumlusu ne trafik ışıklarıdır, ne de makinistlerin hatalı sürücülükleri. Kapitalizm aynadaki görüntüsüyle çarpışmıştır. Ve en son Gebzede bu çarpışma sonucu dördü işçi 9 kişi hayatını kaybetmiştir.
Kazadan sonra tartışmalar günlerce sürdü, yetkililerin açıklamaları, uzmanların yorumları, köşe yazarlarının öfkesi ve ölenlerin acılı yakınları... Kendi sebep oldukları trajedilere ağlamayı bir aklanma yöntemine dönüştüren şaklabanlar, pişkinliklerinin arkasına saklanarak, geride kalanlara sabır dilemekle yetinebildiler. TCDDnin internet sitesinden ulaşılabilen Demiryolu gazetesi kazanın haberine yer vermedi, ancak foyası meydana çıkmış hızlı trene övgüler saçmaya devam etti.
Bu katliamdan üç gün sonra, gazetelerde ölen işçilerin yakınları ile ilgili çıkan bir haberin satır arasında, düzenin gerçek yüzü saklıydı. Ölen işçilerden birinin oğlu, cenaze töreni sırasında ağlıyor: Babamın yerine işe beni alındiyordu. Açlık duygusallık tanımıyor. Aç olan insan, yas tutamıyor. İşçi babayı demiryolunda acımasızca öldüren zihniyet, oğlunu açlık ve sefaletin pençesinde kıvrandırarak her gün öldürüyor.
Yer, İstanbul Alibeyköy... Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, evin damına her çarpışında, ev halkının yürekleri ağızlarına geliyor. Karanlık içinde, karanlık bir bekleyiş... Doğal afet bir yana, yağmur çiselese elektrikleri kesildiği için, aslında bu zifiri karanlığa gözleri alışkın bir nebze. Gözleri görmediğinden mi, yoksa her an bir tehlike beklentisinde olmalarından mı bilinmez ama kulakları iyiden iyiye keskin. Yağmurun şiddeti artıyor. Yağmur damlaları evin damına her çarpışında, evin içinin su dolmasına dakikalar kaldığı gerçeği bir tokat gibi çarpıyor suratlarına. Sokak çoktan yarı beline dek çamurlu sulara bulanmadan geçilemeyecek hale gelmiş. Eşyaları bırakıp çıkmak, olmaz. Mal canın yongası olduğundan değil, ama sadece ertesi günün perişanlık, açlık ve sefalet olduğu gerçeğden dolayı, evi terkedip gitmek olmaz.
Gece boyu uyumuyor bölge insanı. Yıllarca kaybolduğunda bile yolu oraya düşmemiş bir dolu muhabir, fotoğrafçı, gazeteci sokakların en kuru, en güvenli yerlerine akın etmiş, belki de yılın habercisi seçilebilme hayalleri içinde, insanların acılarını belgelemeye çalışıyor. İnsanların yüzlerinde umutsuzluk, öfke ve isyan. Hangi fotoğraf karesinde bu duygular canlı tutulabilir ki? Televizyonlarsa, yağmurla geldiği söylenen bu afetten hiç etkilenmeyip aksine sıcaktan kurtulmanın keyfinde olan insanlara, bölgeden canlı yayın yapıyor. Onlarsa yağmurun sesi eşliğinde, güven içindeki yuvalarında, hiç de doğal sayılmaması gereken bu afetin yıkımlarını, aksiyon filmi seyreder gibi seyrediyorlar.
Sonunda sular çekiliyor. Sular çekildikten sonra geriye kalan, yıkılmış duvarlar, ıslanmış eşyalar, oturulamayacak hale gelmiş evler ve bir çamur deryası oluyor. Yetkili ağızlar bol keseden sözler veriyor. Umut dağıtmak kolay, umut dağıtmak, çözüm bulmaktan daha kolay. Umut dağıtmak, çözüm bulmaktan karlı. Bu yetkili ağızlar, verdikleri her sözün faturasını, zaten mağdur olmuş Alibeyköylülere kesmeyecek mi?
Yer, İstanbul, Ankara, Adana, Urfa, Erzurum... Türkiye son günlerde irili-ufaklı depremler yaşıyor. 17 Ağustos depreminin etkisi hala sürmekte. 17 Ağustos depreminin psikolojik etkisi bir yana bırakıldığında, görülen o ki, hala hasarın büyük çoğunluğu giderilebilmiş değil. Geçtiğimiz günlerde okullar üzerine yapılan bir araştırmanın sonucu oldukça endişe verici bir tabloyu ortaya çıkarttı. Okulların yarıdan fazlasının depreme dayanıksız olduğunu ifade eden araştırma sonuçları, Türkiyenin fay hattı üzerinde yer aldığı ve bu yüzden sürekli deprem riski ile karşı karşıya olduğu nasıl bir gerçekse, depremlerin herhangi birinin kayıpsız atlatılabilmesinin de neredeyse imkansız olduğu gerçeğini göstermiş oldu.
İstanbulda 17 Ağustosta hasara uğramış, kolonlarında çatlaklar olan onlarca ilköğretim okulunda, hala eğitim ve öğretim sürdürülmekte. (17 Ağustos depremi üzerinden geçen zamana rağmen) Depreme dayanıklılık raporu adı altında, çoğu kez bilinen çıkar dengeleri gözetilerek hazırlanan belgelerin depremde yıkılmama garantisini vermediği de çok açık. Alibeyköyde derenin taşmasıyla duvarı yıkılan bir okulun şiddetli bir depreme dayanabilmesi ihtimali neredeyse sıfıra yakındır. Bu okulun depreme dayanıklı olduğuna dair noter tasdikli belge de verilse, somut gerçek değiştirilemez. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Fakültesinin birçok binasındaki çatlaklar hastanenin koridorlarında gezinirken görülebiliyor. Bazı binaların ara katları boşaltılmış ancak giriş katı ve en üst katları aktif kullanım. Yani alınan önlemler tümüyle göstermelik. Şiddetli bir deprem olmaksızın durduğu yerde yıkılan evlerin, okulların, yurtların olduğu bilinen bir gerçek!
Yer Türkiye... Kapitalizm, kendi suçunu ya doğaya atıyor, ya da kaza diyerek geçiştiriyor. Oysa bu yaşananlar kader değil. Yıllar yılı sermayenin yönelimleri sonucu hiçbir yatırım yapılmamış olan demiryollarında üst üste kazaların olması, bir türlü ıslah edilmeyen derelerin ilk şiddetli yağmurla taşıp evleri, okulları yerle bir etmesi, depremlerde yıkılan binaların tamamının sorumlusu çürüyen kapitalizmin kendisidir. Ve elbette kapitalist düzen bu sorunları çözmek, yeni yıkımların, yeni ölümlerin önünü almak gibi bir kaygı taşımamaktadır, bundan sonra da taşımayacaktır.
Çözüm, demiryollarında her an ölüm riski ile karşı karşıya bırakılıp, sömürülen işçide. Çözüm Alibeyköyde oturan işçi ve emekçilerde, olası bir depremde hayatta kalıp kalmayacağı rastlantılara bağlı olan insanlarda, çocuklarını ne zaman yıkılacağı belli olmayan okullara göndermek zorunda kalan anne-babalarda... Çözüm bu ülkede sömürü koşulları altında ezilen tüm insanlarda...
Kapitalizm sorunları çözmez, yalnızca sorun üretir. Kapitalizmin ürettiği sorunları çözebilmenin tek yolu, işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesidir!