İçindekiler:

2 Temmuz 2021
Sayı: KB 2021/Özel-25

Çıkış yolu sosyal mücadele!
“Reis” paçayı kurtaracak mı?
Uyuşturucuda AKP-MHP güvencesi
Şeriatçı dayatmalar artıyor
Varlık Barışı Yasası ile kara para aklama
İstanbul Sözleşmesi için kadınlar sokakta
Kanal İstanbul’a geçit vermeyelim
Yarattıkları enkazı devrimle temizleyeceğiz
Sinbo direnişçisinden zincirleme eylemi
İnşaat sektöründe yaşanan iş kazaları
Devlet, devletin biçimleri ve cumhuriyet... - V. İ. Lenin
Çin Komünist Partisi 100. yılını kutladı
Düsseldorf’ta kitlesel ve militan eylem
Savaş, ölüm ve açlık üçgeninde Suriye
İran seçimlerinin ardından
Berlin Konferansı’nın yarattığı illüzyon
Kazanmaya olan inancın eylemi: Derby işgali
Sivas Katliamı insanlık suçudur!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Devlet, devletin biçimleri ve cumhuriyet...

V. İ. Lenin

 

Lenin’in 1919 Temmuz’unda Sverdlovsk Üniversitesi’nde verdiği ünlü konferansının metnini bazı kısaltmalarla sunuyoruz. Orijinal başlığı “Devlet Üzerine” olan metni burada içeriğine uygun düşen farklı bir başlıkla sunmayı tercih ettik...

(...)

Devlet sorununa ilişkin olarak, Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabını okuyup inceleyeceğinizi umarım. İçinde rastgele yazılmış tek bir cümle bulunmayan bu kitap, çağdaş sosyalizmin temel yapıtlarından biridir; oradaki her cümleye güvenebilirsiniz, her cümlenin dev ölçekte tarihsel ve siyasal verilere dayanarak yazıldığına güvenebilirsiniz. Kitabın bütün bölümlerinin aynı açıklık ve anlaşılırlıkta olmadığına kuşku yok; bazı bölümler, belli ölçüde tarih, ekonomi bilgisine sahip olmayı gerektiriyor. Ama bir kez daha yineleyeyim: Kitabı okuduğunuzda hemen anlamazsanız bu sizi telaşlandırmasın. Hemen herkesin başına gelen bir durumdur bu. Ama ilgi duyduğunuz bir anda ona yeniden döndüğünüzde, hepsini değilse bile önemlice bir bölümünü anladığınızı göreceksiniz. Burada bu kitabı anmamın nedeni, ele aldığınız konuya ilişkin doğru bir yaklaşım sergilemesidir. Devletin nasıl doğduğunun tarihsel açıklamasıyla başlar, Engelsin kitabı.

Bu soruna, örneğin kapitalizmin ortaya çıkışı, insanın insan tarafından sömürülmesi, sosyalizmin ortaya çıkışı ve onu hangi koşulların ortaya çıkardığı türünden öteki bütün sorunlara olduğu gibi, ancak sorunun bütününün gelişim tarihini inceleyerek doğru ve güvenilir biçimde yaklaşabiliriz. Bu soruna ilişkin olarak her şeyden önce devletin her zaman var olmadığı noktasını gözden kaçırmamamız gerekiyor. Devletin olmadığı zamanlar vardı. Toplum nerede, ne zaman sınıflara bölündü, sömürenlerle sömürülenler nerede, ne zaman ortaya çıktıysa, devlet de orada ve o zaman ortaya çıktı.

İnsanın insan tarafından sömürülmesinin ilk biçimi, toplumun köle sahipleri ve köleler olarak sınıflara ayrılmasının ilk biçimi ortaya çıkana dek ataerkil aile -ya da zaman zaman adlandırıldığı biçimiyle- klan ailesi (klan: soy, kabile, soya dayalı topluluk) vardı. Bu ilkel zamanların izleri, pek çok ilkel halkın yaşamında bugün de belirgin biçimde varlığını sürdürmektedir. İlkel kültürler üzerine hangi yapıtı elinize alırsanız alın, toplumun henüz köle sahipleri ve köleler diye bölünmediği, şu ya da bu ölçüde ilkel komünizme benzeyen bir döneme ilişkin betimlemelere, tanıklıklara, anılara rastlayacaksınız. O zamanlar devlet, yani sistematik baskı uygulama ve bu yolla insanlara diz çöktürme aygıtı yoktu. Devlet, işte bu özel baskı aygıtının adıdır.

(...)

Dinsel öğretiler denilen şeylerden, kurnazlıklardan, felsefi kurgulardan ve burjuva bilginlerince kurgulanan değişik düşüncelerden uzaklaşır ve sorunun özüne yönelirsek, devletin toplumdan ayrışmış bir yönetim aygıtından başka bir şey olmadığını görürüz. Nerede yönetmekten başka işleri olmayan böyle bir özel insan grubu ortaya çıkar ve bunlar yönetmek için, hapishaneler, özel silahlı müfrezeler, askerî birlikler vb. yoluyla güç kullanarak, iradelerini kırıp insanları dize getirmek için özel bir baskı aygıtına gereksinim duyarlarsa, orada devlet ortaya çıkmış demektir.

Ama devletin olmadığı, toplumun ve onu bir arada tutan genel bağın devamlılığının, disiplinin ve çalışma düzeninin; gelenek ve göreneklerin gücüyle, otoriteyle ya da klanın yaşlılarının ya da -o dönemlerde yalnızca erkeklere eşit olmakla kalmayıp çoğu kez daha da yüksek bir konuma sahip olan- kadınların saygın konumlarıyla sağlandığı ve yönetmekte uzmanlaşmış özel bir insan grubunun olmadığı bir dönem vardı. Tarih bize gösteriyor ki, insanları baskı altına almanın özel bir aygıtı olarak devlet, toplumun sınıflara bölündüğü, bir grup insanın ötekilerin emeğine sürekli el koyduğu, bir grup insanın ötekileri sömürdüğü yerde ve zamanda ortaya çıkmıştır.

(...)

Devlet, bir sınıfın başka sınıflara hükmetme aygıtıdır. Toplumda sınıfların henüz olmadığı, insanların büyük bir eşitliğin ilkel koşullarında çalıştıkları, emeğin üretkenliğinin en düşük olduğu koşullarda çalıştıkları, ilkel insanın en kaba, en ilkel bir var oluş için gerekli araçları güçlükle elde edebildiği kölelik öncesi dönemde, toplumun geri kalanını yöneten ve egemenliği altında tutan özel bir insan grubu ortaya çıkmamıştı; çıkamazdı da. Toplumun sınıflara bölünmesinin ilk biçimi olarak köleci toplum yapısı ortaya çıktığında, ancak bu durumda ve en kaba biçimiyle tarımsal emeğe yoğunlaşmış belli bir sınıf, küçücük de olsa belli bir üretim fazlası ortaya çıkarabildiğinde ve bu küçücük üretim fazlası kölenin en kötü koşullarda varlığını sürdürmesi için mutlak bir şekilde zorunlu olmayıp da köle sahibinin eline geçtiğinde ve böylelikle köle sahipleri sınıfının durumu güçlendiğinde bu durumunun güvence altına alınabilmesi için devletin ortaya çıkması zorunluydu.

Çıktı da: Köleleri yönetme güç ve imkânlarını köle sahiplerinin ellerine bırakan, köleci devlet aygıtıydı bu. Toplum da, devlet de o sıralar bugünkü boyutlarından çok daha küçüktüler ve bugünle karşılaştırılamayacak ölçüde cılız iletişim araçlarına sahiptiler; bugünkü iletişim araçlarıyla o dönemdekiler arasında büyük fark vardı. Dağlar, ırmaklar, denizler şimdi olduklarından çok daha büyük, aşılmaz engellerdi; bu yüzden de devlet çok dar coğrafi sınırlar içinde ortaya çıktı. Göreli olarak dar sınırlar içinde, sınırlı bir eylemliliği olan, teknik açıdan zayıf bir devlet aygıtıydı bu; ama yine de baskıyla köleleri köle olarak tutan, toplumun bir kesimini ezen, insanlara zulmeden bir aygıt vardı. Toplumun daha büyük kesimini öteki küçük kesim için sistemli olarak çalışmak zorunda bırakmak, ancak sürekli bir baskı aygıtıyla mümkündür. Sınıflar yokken, böyle bir aygıt da yoktu. Toplumun sınıflara bölünmesi ve bu bölünmenin büyüyüp kökleşmesiyle birlikte her yerde özel bir de kurum ortaya çıktı: devlet. Devletin biçimleri inanılmaz bir çeşitlilik gösteriyordu. Daha köleci dönemde, eski Yunan ve Roma gibi zamanın en ilerici, en kültürlü, en uygar ülkelerinde, tümüyle köleliğe dayanan değişik devlet biçimleri karşımıza çıkıyor. Daha o zamanlardan monarşiyle cumhuriyet, aristokrasiyle demokrasi arasında farklar ortaya çıkmaya başlamıştı. Monarşi tek kişinin iktidarı; cumhuriyet, iktidarın seçilmişlerin elinde olması; aristokrasi göreli olarak küçük bir azınlığın iktidarı; demokrasi, halk iktidarı demektir (demokrasi sözcüğü, Grekçede halk iktidarı anlamındadır). Tüm bu farklılaşmalar kölelik döneminde ortaya çıktı. Yine de, aralarındaki bütün farklara karşın, köleci zamanların devleti, ister monarşi olsun ister cumhuriyet, ister aristokratik ister demokratik devlet olsun, köleci bir devletti.

Bütün antik çağ tarihi derslerinde, birer devlet yapısı olarak monarşiyle cumhuriyet arasındaki mücadeleden söz edildiğini duyacaksınız. Oysa olayın özü, kölelerin insan sayılmamasıydı: Yurttaş değil, insan sayılmıyordu köleler. Roma hukuku onları birer eşya olarak görüyordu. İnsanı, onun kişiliğini koruyan öteki yasalar şurada dursun, insan öldürmenin yaptırımlarını belirleyen yasalar bile köleleri kapsamıyordu. Yalnızca köle sahiplerini koruyordu bu yasalar, çünkü yalnızca onlar her türlü hakka sahip yurttaşlar olarak görülüyordu. İster monarşi olsun ister cumhuriyet: Monarşi, köle sahiplerinin monarşisi; cumhuriyet, köle sahiplerinin cumhuriyetiydi. Bütün haklardan yalnızca köle sahipleri yararlanıyordu. Kölelerse, yasalara göre birer eşyaydı; kölelere istenildiği kadar şiddet uygulanabileceği gibi, öldürülmeleri de suç sayılmıyordu. Köleci cumhuriyetlerin iç yapılanmaları farklıydı: Aristokratik cumhuriyet de vardı, demokratik cumhuriyet de. Aristokratik cumhuriyette ayrıcalıklı küçük bir kesim seçimlere katılabiliyordu. Demokratik cumhuriyette herkes katılabiliyordu seçimlere; ama köleler dışında herkes; yani bütün köle sahipleri. Devlet sorununu en fazla aydınlatan, devletin özünü olanca çıplaklığıyla gösteren, bu yüzden de asla unutulmaması gereken temel nokta budur.

Devlet, bir sınıfın öteki sınıfları baskı altına almasını sağlayan, diğer bütün sınıfları bir sınıfa boyun eğdiren bir makinedir. Bu makine farklı şekillerde olabilir. Köleci bir devlet bir monarşi olabileceği gibi, aristokratik bir cumhuriyet ya da hatta demokratik bir cumhuriyet bile olabilir. Uygulamada yönetim biçimleri birbirinden büyük farklılıklar göstermekle birlikte, işin özü hep aynı kalıyordu: Kölelerin hiçbir hakları yoktu, onlar hep ezilen sınıftı, insandan sayılmıyorlardı. Aynı durumu feodal devlette de görüyoruz.

Sömürünün biçim değiştirmesi, köleci devleti feodal devlete dönüştürdü. Önemi, anlamı büyük bir olaydı bu. Köleci toplumda kölenin hiçbir hakkı yoktu; köle, insandan sayılmıyordu. Feodal toplumda, köylünün toprağa bağlılığı söz konusuydu. Feodal düzenin en temel özelliği, köylünün toprağa bağlı sayılmasıdır (o dönemde köylülük nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu, kentlerde nüfus pek azdı). Toprak köleliği hukuku, serflik kavramı da buradan gelmektedir. Köylü, belirli günlerde, toprak beyinin kendisine bıraktığı toprakta kendi hesabına çalışabilir, diğer günlerdeyse efendisi için çalışırdı. Sınıflı toplumun özünde bir değişiklik yoktu: Toplum, sınıf sömürüsüne dayanıyordu. Bütün hakları elinde tutanlar, yalnızca toprak sahipleriydi; köylülerinse hiçbir hakkı yoktu. Pratikte köylülerin durumlarıyla köleci devletin kölelerinin durumları arasında fark yok gibiydi. Yine de özgürlüğe kavuşmaları için köylülerin önünde daha geniş bir yol açılmıştı; çünkü toprak kölesi, serf, toprak sahibinin doğrudan malı sayılmıyordu. Zamanının bir bölümünü kendi toprağında çalışarak geçirebiliyor, deyim yerindeyse bir ölçüde kendi kendine ait bulunuyordu. Değişimin ve ticari ilişkilerin gelişerek daha geniş ölçekler almasıyla feodal yapı gitgide çözülür, dağılırken, köylülüğün de özgürlük halkaları giderek daha genişledi. Feodal toplum, köleci topluma göre her zaman daha karmaşık yapıda bir toplumdu: Her şeyden önce ticaretin ve sanayinin gelişmesi için büyük olanaklara sahipti ve bu durum, o sıralarda bile kapitalizme yol açabilmişti. Ortaçağda feodal düzen egemendi. Ama burada da farklı devlet biçimleri söz konusuydu: Burada da monarşi ve çok daha cılız bir biçimde görülse de burada da cumhuriyet vardı; ama toplumun egemenleri olarak kabul edilenler yalnızca feodal toprak beyleriydi. Toprak kölesi köylü bütün siyasal haklardan mutlak bir şekilde yoksundu.

(...)

Egemenliklerini sürdürebilmek, iktidarlarını koruyabilmek, büyük bir halk kesimini kendilerine bağlı ve boyun eğer durumda tutabilmek için toprak sahipleri, insanları belli yasalar ve kurallarla bağlayacakları bir aygıta sahip olmak zorundaydılar. Tüm bu yasalar, düzenlemeler esasta tek bir şeye, toprak sahiplerinin toprak kölesi köylüler üzerindeki iktidarlarının sürmesini sağlamaya yönelikti. Rusya’da ya da hâlâ feodal düzenin egemen olduğu geri kalmış Asya ülkelerinde devletin biçimi değişse ve monarşi ya da cumhuriyet olsa da, burada sözü edilen iktidar aracı feodal devletti. Devlet monarşi olduğunda tek kişinin iktidarı söz konusuyken, cumhuriyette, feodal toplum içinden seçilmiş toprak sahiplerinin şu ya da bu ölçüde katılımlarıyla gerçekleşen bir iktidar söz konusuydu. Feodal toplumda öyle bir sınıfsal bölünme vardı ki, toplumun en büyük kesimi, -toprak kölesi köylüler, serfler- bir avuç denilebilecek kadar küçük bir azınlığa, toprak sahiplerine, her bakımdan bağımlı durumdaydılar.

Ticaretin ve mal değişiminin gelişmesi yeni bir sınıfın, sermayedarlar sınıfının gelişmesiyle sonuçlandı. Sermayenin doğuşu, orta çağ sonlarında, Amerika’nın keşfedilmesinden sonra dünya ticaretinde muazzam başarıların kaydedilmesiyle, değerli metaller birikiminin büyümesiyle, altının ve gümüşün değişim aracı olmasıyla ve para dolaşımının aynı ellerde büyük zenginliklerin birikmesi olanağını sağlamasıyla gerçekleşti. Gümüş ve altın, bütün dünyada zenginlik simgesi olarak kabul edildi. Toprak sahipleri sınıfının ekonomik gücü azalırken, yeni sınıfın, sermayenin temsilcilerinin gücü büyüdü. Ve toplum yeniden yapılandı. Bu yeni yapılanmada bütün yurttaşlar sözde birbirine eşitti; toplumdaki eski, köle sahipleri-köleler bölünmesi ortadan kalkmıştı; kimin ne tür sermayesi (yani özel mülkiyet hukukuna dayalı toprak sahibi mi, yoksa emek gücünden başka hiçbir şeyi olmayan bir yoksul mu) olduğuna bakılmaksızın, yasalar önünde herkes eşitti. Yasalar herkesi aynı şekilde koruyordu; mülkü olmayan, emek gücünden başka hiçbir şeyi olmayan, giderek yoksullaşan, her şeyini kaybederek proleterlere dönüşenlerin kötü niyetli kalkışmalarına karşı, mülkü ve mülk sahiplerini koruyordu.

Böyledir kapitalist toplum.

Bunun ayrıntılarına girmeyeceğim. Parti programını ele aldığınızda bu konuya dönecek ve kapitalist toplumun karakteristik özelliklerinin neler olduğunu göreceksiniz. Kapitalist toplum, eski toprak köleliği düzenine, feodalizme özgürlük sloganıyla karşı çıktı. Ne var ki bu, mülk sahipleri için bir özgürlüktü. Feodal düzen XVIII. yüzyıl sonları, XIX. yüzyıl başlarında -Rusya’da biraz daha geç: 1861 yılında- yıkılınca, feodal devletin yerini, “bütün halka özgürlük” sloganını yükselten, bütün halkın iradesini temsil ettiğini öne süren ve bir sınıf devleti olduğunu yadsıyan kapitalist devlet aldı. Ve bu noktada tüm halkın özgürlüğü için savaşan sosyalistlerle kapitalist devlet arasında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin yaratılmasına yol açan ve bütün dünyayı kapsamakta olan bir mücadele başladı.

Dünya sermayesine karşı başlatılan mücadeleyi anlamak için, kapitalist devletin özünü kavramak için, kapitalist devletin feodal devlete karşı özgürlük sloganıyla savaşa girdiğini hatırlamak gerekir. Feodalizmin ortadan kalkışı, kapitalist devlet temsilcileri için özgürlük anlamına geliyordu. (...) Özel mülkiyet bütünüyle benim korumam altında der gibiydi sanki devlet. Her biçimde özel mülkiyeti koruyan, destekleyen, ona arka çıkan devlet, bu mülkiyet hakkını bütün tüccar, sanayici ve imalatçılara tanıyordu. Ve özel mülkiyete dayalı, sermaye iktidarına dayalı, mülksüz işçilerin ve emekçi köylü yığınlarının bütünüyle boyun eğdirilmesine dayalı bu toplum, kendisinin özgürlüğü temel alan bir toplum olduğunu söyleyebiliyordu! Toprak köleliği düzenine karşı mücadele ederek mülkiyet özgürlüğünü ilan eden bu toplum, özellikle de devletin güya artık bir sınıf devleti olmaktan çıkmasıyla övünüyordu.

Oysa devlet eskiden olduğu gibi, yoksul köylülüğün ve işçi sınıfının baskı altında tutulmasına yardımcı olan bir aygıttı; özgürlük, görünüşteydi. Genel oy hakkını ilan eden devlet, savunucularının, vaizlerinin, bilimcilerinin ve felsefecilerinin ağızlarından bir sınıf devleti olmadığını açıkladı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin kendisine karşı savaşmaya başladığı şu anda bile bizi özgürlükleri ayaklar altına alan, birilerinin zorla ötekileri baskı altında tuttuğu bir devlet kurmakla suçlayıp, kendilerinin bütün halkı temsil eden, demokratik bir devlet olduklarını söylüyorlar. Şimdi bütün dünyada sosyalist devrim başlamış ve devrim bazı ülkelerde başarıya ulaşmış ve dünya sermayesine karşı verilen savaş büsbütün sertleşmişken, anlam ve önemi çok daha büyüyen devlet sorunu deyim yerindeyse tüm siyasal sorunların odak noktası haline gelmiş, çağdaşlığa ilişkin tüm tartışmaların en duyarlısı olmuştur.

Rusya’da ya da daha uygar başka herhangi bir ülkede hangi partiyi alırsanız alın, tüm siyasal tartışmaların, görüş ayrılıklarının, düşünce çarpışmalarının devlet kavramı çevresinde döndüğünü göreceksiniz. Kapitalist bir ülkede, demokratik bir cumhuriyette, özellikle de İsviçre ya da Amerika gibi en özgür, en demokratik cumhuriyetlerde devlet ulusal iradenin temsilcisi ve halkın ortaklaşa aldığı bir kararın ifadesi vb. midir, yoksa devlet bu ülkelerin kapitalistlerinin işçi sınıfı ve köylülüğü egemenlikleri altında tutmalarını sağlayan bir makine midir? Günümüzde bütün dünyada yürütülmekte olan tüm siyasal tartışmalar hep bu temel soruna ilişkindir. (...)

Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabının size çok yardımcı olacağını daha önce de söylemiştim. Burada altı çizilen şey şudur: Toprak ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olduğu, sermaye egemenliğinin olduğu her devlet, ne kadar demokratik olursa olsun, kapitalist bir devlettir, işçilerle yoksul köylülüğe boyun eğdirmek için kapitalistlerin ellerindeki bir makinedir; genel oy hakkı, Kurucu Meclis, parlamento... bunların tümü bir tür bono gibi, işin özünü değiştirmeyen biçimsel şeylerdir.

Devletin farklı egemenlik biçimleri olabilir: Sermaye, gücünü, şu yapılanışında bir biçimde, bu yapılanışında bir başka biçimde gösterebilir; ama işin özü değişmez ve iktidar hep sermayenin elinde kalır: Oy hakkı ya da öteki haklar varmış-yokmuş, cumhuriyet demokratikmiş-değilmiş, bir önemi yoktur; hatta cumhuriyet ne kadar demokratikse, sermayenin egemenliği de o denli hayasız ve kabadır. Dünyanın en demokratik ülkelerinden biri, Amerika Birleşik Devletleri’dir. 1905’ten sonra orada bulunanların da iyi bilecekleri gibi sermayenin, bir avuç milyarderin tüm toplum üzerinde kurduğu egemenlik dünyanın hiçbir ülkesinde Amerika’da olduğu denli kaba ve kör kör parmağım gözüne değildir. Sermaye varsa, onun tüm toplum üzerinde kurduğu egemenlik de vardır ve hiçbir demokratik cumhuriyet, hiçbir oy hakkı işin özünü değiştiremez.

Demokratik cumhuriyet ve genel oy hakkı, feodal düzene göre çok büyük bir ilerlemeydi. Çünkü bu iki gelişme, proletaryaya, birleşmesini ve saflarını sıkılaştırmasını, böylece sermayeye karşı verdiği sistematik savaşta düzgün ve disiplinli saflar oluşturması olanağını sağladı. Kölelik düzeninin köleleri şurada dursun, feodalizmin toprak köleleri, serfler için böyle bir durum, hatta çok uzaktan da olsa bunu anıştırabilecek bir durum söz konusu değildi. Hepimiz artık biliyoruz ki köleler ayaklandılar, isyanlar, iç savaşlar çıkardılar, ama hiçbir zaman bilinçli bir çoğunluk, mücadelelerini yönetecek bir parti oluşturamadılar, tam olarak neyi amaçladıklarını açık seçik kavrayamadılar, hatta tarihin en devrimci anlarında bile hep egemen sınıfların elinde bir alet oldular. Burjuva cumhuriyeti, parlamento, genel oy hakkı... tüm bunlar, toplumun dünya ölçeğindeki gelişmesi açısından muazzam bir ilerleme demektir. İnsanlık kapitalizme doğru yürümüş ve yalnızca kapitalizm, barındırdığı kent kültürüyle, ezilen proleterler sınıfına kendini algılamak, kendi bilincine varmak, dünya işçi sınıfı hareketini yaratmak, tüm dünyada örgütlenmiş milyonlarca işçiyi, siyasal partilerde, yığınların mücadelesini bilinçle yöneten sosyalist partilerde örgütlemek olanağını vermiştir. Parlamentarizm, seçimler, oy hakkı gibi gelişmeler olmasaydı, işçi sınıfının bu gelişimi de olamazdı. Tüm bunların geniş yığınların gözünde bu denli büyük bir önem ve anlam kazanması bu nedenledir. Kırılmanın, köklü değişimin zor görünmesi de bu nedenledir. Devletin özgür olduğu ve herkesin hak ve çıkarlarını savunmakla görevli olduğu şeklindeki burjuva yalanını, yalnızca bilinçli ikiyüzlüler, bilim insanları, papazlar değil, eski önyargıları içtenlikle yineleyen ve eski kapitalist toplumdan sosyalizme geçişi bir türlü kavrayamayan yığınla başka insan da destekliyor, savunuyor. Yalnızca burjuvaziye doğrudan bağlı insanlar değil, yalnızca sermayenin boyunduruğu altında bulunan ya da sermayenin satın aldığı insanlar değil -ki her türden bilim insanı, sanatçı, din adamı vb. gibi sermayenin hizmetinde olan sayısız insan vardır-, basitçe burjuva özgürlükleri denilen hurafelerin etkisi altında bulunan sıradan insanlar bile, dünya ölçeğinde başlatılan Bolşeviklik karşıtı kampanyaya destek verdiler. Çünkü daha kuruluşu sırasında Sovyet Cumhuriyeti bu burjuva yalanına şiddetle karşı çıktı ve şunu açıkça vurguladı: Devletinizin özgür olduğunu söylüyorsunuz; gerçekteyse, özel mülkiyet oldukça, devletiniz demokratik bir cumhuriyet de olsa, sermaye sahiplerinin elinde işçileri ezmeye yarayan bir makineden başka bir şey değildir ve devlet ne kadar özgürse, bu olgu da o kadar net açığa çıkar. İsviçre ve Amerika Birleşik Devletleri bunun örnekleridir. Sermaye hiçbir yerde bu ülkelerde olduğu kadar hayasız ve acımasız değildir ve bu gerçek hiçbir yerde bu ülkelerde olduğu kadar kör kör parmağım gözüne değildir. Demokratik cumhuriyetler olmalarına karşın, üzerlerine sürdükleri onca albenili boyalara karşın, emek demokrasisi ve tüm yurttaşların eşitliği üzerine bütün söylemlerine karşın bu böyledir. İsviçre ve Amerika’da sermaye egemendir; karşımızdaki gerçeklik budur; ve işçilerin, durumlarında ciddi birtakım iyileştirmeler yapma konusundaki her girişimleri bu ülkelerde hemen iç savaş karşılığı görmektedir. Bu ülkelerde düzenli bir ordu yoktur, asker sayısı da pek azdır: İsviçre’de milisler vardır ve her İsviçreli evinde silah bulundurur. Amerika’da ise son zamanlara dek düzenli bir ordu yoktu; bu yüzden de bir grev olduğunda burjuvazi kendisi silahlanır, asker kiralar ve grevi bastırır. Ve hiçbir yerde işçi hareketlerinin bastırılması İsviçre ve Amerika’da olduğu kadar acımasız olmaz ve hiçbir ülkenin parlamentosunda sermayenin etkisi bu ülkelerde olduğu kadar güçlü hissedilmez. Sermaye ve borsa her şeydir; parlamento ve seçimlerse yalnızca birer kukla, oyuncak. Ama işçiler her şeyi gitgide daha açık görmeye başlıyor ve Sovyet [şûra] iktidarı fikri giderek daha yaygınlaşıyor, özellikle de geçtiğimiz günlerde yaşadığımız, ortalığın mezbahaya döndüğü kanlı kırımdan sonra. İşçi sınıfı için giderek daha bir açıklık kazanan bir gerçeklik söz konusu: zorunlu bir savaş bekliyor işçi sınıfını; kapitalistlere karşı vereceği amansız, acımasız bir savaş.

Bir cumhuriyet, üzerine hangi örtüleri örterse örtsün, hatta isterse cumhuriyetlerin en demokratiği olsun, bu eğer bir burjuva cumhuriyetiyse ve toprak, fabrikalar özel mülkiyetin elindeyse ve özel sermaye bütün toplumu ücretli kölelik altında tutuyorsa, yani bu cumhuriyette bizim parti programında ve Sovyet anayasasında yer verilen hususlar hayata geçirilmiyorsa, bu devlet, birilerinin ötekileri ezmesine yarayan bir makinedir. Ve biz bu makineyi, sermaye iktidarını devirecek sınıfın ellerine vereceğiz. Biz devletin genel eşitlik demek olduğu şeklindeki bütün eski hurafeleri reddedeceğiz. Zira bu bir yalandır: Sömürü varsa, eşitlik olamaz. Toprak sahibi, işçiye; aç, toka eşit olamaz. Adına devlet denen ve önünde insanların bunun tüm halkın ortak iktidarı demek olduğu şeklindeki eski masallara inanarak kör inana dayalı bir saygıyla durdukları makineyi proletarya kaldırıp atacak ve bu bir burjuva yalanıdır diyecek. Biz bu makineyi kapitalistlerin elinden zorla aldık. Ve biz, aldığımız bu makineyle, bu sopayla sömürüyü paramparça edeceğiz. Ve ancak dünyanın hiçbir yerinde sömürü ve sömürme olanağı kalmadığında; toprak sahibi ve fabrika sahibi kalmadığında, patlayana dek tıkınanların karşısında açlıktan kıvrananlar kalmadığında... ve bunların bir daha var olmalarının olanağı da kalmadığında, bu makineyi hurdaya çıkaracak, parçalanmaya terk edeceğiz. O zaman devlet de olmayacak, sömürü de. Komünist Partimizin konuya ilişkin görüşü budur. Sonraki derslerimizde bu konuya, hem de pek çok kez, döneceğimizi umuyorum.

(Devlet Üzerine, Yordam Kitap,
s.16-45)