30 Kasım 2012
Sayı: SİKB 2012/14 (47)

 Kızıl Bayrak'tan
NATO sorunu devrimin geleceği sorunudur!
Gazze katliamı, AKP’nin tutumu
ve gerçekler
“Fişleme politikası” doksan yıllık
devlet geleneğidir!
Evren ve Şahinkaya darbeyi sahiplendi
Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu raporundan yansıyan karanlık tarih
RedHack davasında tahliye!
Asgari ücretin belirlenme sürecini örgütlenme seferberliğine dönüştürelim!
“Taleplerimiz karşılanana kadar
mücadelemize devam edeceğiz!”
Kapitalizm öldürüyor
İş cinayetleri yasa dinlemiyor
Çukurova’da 25. yıl coşkusu
Parti Okulu Alaattin Karadağ Devresi...
25. Yıl: Geçmişten geleceğe parti
Komünist hareketin 25. yılı kutlandı!
25. yıl etkinlikleri üzerine
Bangladeş’te katliam ve protestolar
2012 6 Kasımı’ndan yansıyanlar
Yeni YÖK Yasa Tasarısı Aralık ayında meclise sunulacak
Kadına yönelik şiddete karşı mücadeleye!
Zaman’ın kanlı elleri ‘kardeşliğe’ uzanırken tebessümle gelen zehir
Alevilere ellerini uzatanlar ayrımcılığı körüklemeye devam ediyor!
Cumartesi Anneleri katillerin
peşinde!
Göztepe Parkı’na cami yapım tartışmaları ve artan cami projeleri
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Patriotlar bölge halklarına yönelik bir emperyalist tehdit ve saldırı yığınağıdır!..

NATO sorunu devrimin geleceği sorunudur!

 

Türkiye’nin Patriot “talebi” ile birlikte gözler bir kez daha emperyalist savaş makinası NATO’ya ve NATO-TC ilişkilerine çevrildi. Başta R.T. Erdoğan olmak üzere hükümet adına konuşanlardan ise yine bilindik bir Türkiye tablosu yansıdı. Başlangıçta “yok böyle bir şey” havalarında konuşan yerli tetikçilerimiz, toplumsal mücadele planında zorlayıcı bir basınç olmadığını görünce, işi yine pişkinliğe vurdular. İnkârın yerini dinci akımın riyakarlığına yaraşır etkin bir Patriot ve NATO savunuculuğu tutumu aldı.

Evet, Türkiye bir NATO ülkesi olarak askeri savunmasını güçlendirme talebinde bulunmuştu. Suriye gibi bir “acımasız düşman”a gözdağı vermek gerekiyordu. NATO’nun, 1952’den beri ileri karakollarından biri olan Türkiye’de silah ve asker konuşlandırması için meclis tezkeresi gibi izinlere gerek yoktu. Ayrıca füze bataryaları savunma amaçlıydı ve tetik Türk devletinin elinde olacaktı. Üstelik maliyeti de NATO tarafından karşılanacaktı vb...

Arsızlıkla sürdürülen savunma tarzı bu oldu.

Yalanın bini bir para!

Söylenenlerin büyük bir kısmı, daha sözler havada uçuşurken yalanlandı. Örneğin NATO Genel Sekreteri “Komuta, NATO Komuta Kontrol Sistemi’nde olacak. Patriot füzeleri NATO müttefikleri tarafından yerleştirilecek ve füzelerin komutası, NATO Komuta Kontrol Sistemi’nde olacak. Tabi ki Türkiye de bir NATO üyesi” sözleriyle tetiğin kimin elinde olacağı tartışmasına son noktayı net bir şekilde koydu. Aynı zat, maliyetin prosedür gereği füzeleri talep eden ülke tarafından karşılanacağını da aynı açıklıkla ifade etti.

Türkiye’nin savunmasını güçlendirme argümanı ise üzerinden kan damlayan sivri bir diş gibi parlıyor. Zira Suriye ve onun üzerinden Ortadoğu sözkonusu olduğunda, saldırı halinde olan başlıca kuvvet NATO üzerinden işlerini yürüten ABD emperyalizmi ve yerel tetikçileridir. Ve Suriye’deki kirli savaşta Türk sermaye devleti, başından beri taşeronluk ve tetikçilik rolünü kimseye kaptırmadan icra etmektedir. Üstelik hiçbir şekilde gizlenmek gereği dahi duyulmaksızın.

Türk sermaye iktidarı, emperyalizmin kanlı senaryolarının temel dayanağı durumundaki SUK ve ÖSO çetelerinin kuruluşunda, sevk ve idare edilmesinde ABD Dışışleri Bakanı’nın deyimiyle “benzersiz” bir rol üstlenmiştir. Patriot konuşlandırması bir savunma değil, düpedüz bir saldırganlık hamlesidir. Tıpkı Kürecik Radar Üssü’nün kuruluşunda olduğu üzere, dinci iktidar savaş makinası NATO aracılığıyla efendisi ABD’nin (ve dolaysız olarak Siyonist İsrail’in) Ortadoğu-İç Asya’ya yönelik emperyalist hegemonya stratejisine taşeronluk yapıyor. Bu açıdan her iki manevra da Suriye’nin ötesinde, 11 Eylül sonrasında daha açık bir şekilde tüm bölge halklarını hedef ilan eden emperyalist saldırganlığın birbirini bütünleyen yeni hamleleridir.

Talep değil, dayatma!

Bu, aynı zamanda füze bataryalarının konuşlandırılmasının, bir talep mi yoksa dayatma mı olduğunun yanıtını da içermektedir. Başlangıçtaki inkar ile son günlerdeki arsız savunu dahi bu konuda çok şey anlatıyor. Son tahlilde dinci-gerici iktidarın bir yandan Ortadoğu halklarının hamiliğine soyunup, örneğin İsrail’e (son dönemlerde de BM’ye) karşı esip gürlerken, diğer yandan ABD’nin tüm dayatmalarını ve NATO uşaklığını harfiyen yerine getirmek nedeniyle yaşadığı özel bir sıkıntısı yoktur. Neticede Türkiye’deki verili toplumsal-politik atmosfer, diyelim ki bir yandan İsrail’e verip veriştirirken, diğer yandan İsrail’i koruma kalkanı oluşturma arsızlığını kaldırabiliyor. Zira sınıf ve emekçi kitlelerden gelen tepkilerin cılızlığı her türlü dalavereye, ölçüsüz-ayarsız ikiyüzlü pişkinliklere fazlasıyla elveriyor.

Bu bahiste son olarak radarın ya da füze bataryalarının teknik açıdan ne ifade ettiğinden çok, bu adımların askeri politik içeriği-karşılığının önemli olduğunu da ekleyelim. Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un şu sözleri emperyalist silahlanma ve savaşın mantalitesini çarpıcı bir şekilde özetliyor: “Eğer tüfek birinci sahnede duvarda asılı ise, üçüncü sahnede mutlaka ateşlenir. Askeri konularda önemli olan niyet değil, potansiyeldir. Bu potansiyel artarsa, risk de artar. Herhangi bir provokasyon çok ciddi bir askeri ihtilafa yol açabilir…”

Türkiye baştan başa bir NATO üssüdür!

Hakkını vermek gerekir ki, AKP’nin Patriot bataryalarına dair savunuları içinde yalanlar kadar doğrular da var. Evet, Türkiye 1952’den beri sadık bir NATO üyesidir. NATO’nun Türkiye topraklarına silah ya da asker yığması için özel bir yasaya ihtiyaç yoktur. NATO ile ilgili yasalar Türkiye anayasasının dahi üzerindedir. Kaldı ki Türkiye toprakları baştanbaşa NATO üsleri, silah ve personeliyle donatılmıştır. Örneğin NATO’nun en büyük ikinci havaalanı Afyonkarahisar’dadır. İncirlik başta gelen bölgesel silah (nükleer de dahil) deposudur. Şile Stinger Üssü, Konya AWACS Üssü, Balıkesir Vault Füze Rampası Üssü, Muğla-Aksaz Deniz Üssü gibi belli başlı merkezler dışında Merzifon’dan Pirinçlik’e, Çanakkale’den Van-Pirreşit’e sayısız hava hareket merkezleri vardır. Libya’ya yönelik emperyalist saldırıda da görüldüğü üzere, NATO’nun en önemli komuta merkezlerinden biri de 2004’ten beri İzmir’dedir.

Bütün bunlar gösteriyor ki Türk devletinin dört dörtlük bir NATO (dolayısız olarak da ABD) uşağı olması yeni bir olgu değil. Bu gerçek, Türkiye’nin yakın geçmişinin toplamında doğru anlaşılması için de göz önünde tutulmayı hak ediyor. Örneğin dinci akım varlığını ve bugünkü güce ulaşmasını, esasta NATO’nun soğuk savaş dönemindeki karanlık faaliyetlerine, Gladio’lara, kontr-gerilla yapılanmasına borçludur. Gülen, Erbakan, Erdoğan gibi tescilli gericiler daha baştan CIA eliyle örgütlenen Komünizmle Mücadele Dernekleri ve öteki dinci oluşumlar içinde boy atıp serpildiler. Dinci gericiliği bugün toplum çapında bir güç ve iktidar haline getiren sürecin önünü açan ve yeşil kuşak projesinin yolunu düzleyen 12 Eylül faşist darbesi de NATO’nun doğrudan bir eseriydi.

NATO’nun halklara yönelik savaş konsepti

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun yıkılışı sonrasında NATO, giderek emperyalistler arası sürtüşmelerdeki temel bir aygıt olmanın ötesine geçerek, dünya halklarına yönelik bir savaş makinasına dönüştürüldü. Stratejik konseptteki bu değişim, en açık ifadesini 1999’daki 50. yıl zirvesinde buldu ve ilk olarak da Yugoslavya’nın yerle bir edilmesi biçiminde icra edildi. 11 Eylül saldırısından sonra ise bir adım daha ileriye gidilerek “teröre karşı mücadele” argümanıyla “önleyici vuruş” boyutuna taşındı. O günden bu yana Afganistan NATO’nun (demek oluyor ki ABD’nin) işgali altında. Irak’a saldırı sırasında çatlaklar oluşsa da bunlar ilerleyen yıllarda hızla geride bırakıldı.

Son olarak Libya’da NATO’nun topyekün acımasız yıkımıyla bu yeni konseptin ne anlama geldiğini bir kez daha gördük. TKİP IV. Kongresi’nin tespit ettiği üzere, “Batılı emperyalist ittifakın yeni NATO konsepti, bu emperyalist savaş makinesinin artık yalnızca emperyalistler arası rekabet ya da emperyalist yayılma ve nüfuz mücadelelerinde değil, yanısıra da sosyal mücadelelerin önünü almada da kullanılacağını açıklıkla göstermektedir…”

NATO karşıtı mücadelenin hayati önemi

NATO’nun, dolayısıyla batılı emperyalist ittifakın Türkiye topraklarında bu denli rahat at koşturabilmesinin sorumluluğu elbette ki doğrudan Türk burjuvazisine aittir. Fakat bölge halklarına yönelik saldırı ve savaş politikaları çerçevesinde atılan her adım (üslerin kurulması, füze yığınağı vs.) doğrudan Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin omuzlarına binecektir. İlkin tarihsel bir utanca ortak olmak, ikincisi ekonomik ve sosyal külfetini yüklenmek, son olarak da emperyalizmin olası savaş senaryolarında bizzat asker üniforması içinde ölmeye ve öldürmeye başlamak biçiminde… Başta da vurguladığımız gibi, başında dinci akımın bulunduğu sermaye iktidarı emperyalizme tetikçiliği bu denli pişkin ve pervasız yaparken, temelde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin büyük oranda edilgen kalmasına, toplumsal muhalefetin cılız tepkisine güvenmektedir. Savaş ve devrimleri boğma aygıtı NATO’ya karşı bugünden etkin biçimde mücadeleyi yükseltmemek, onun geleceğin devrimlerin bastırmak üzere halen yapmakta olduğu karşı-devrimci hazırlıklara seyirci kalmak demektir.

NATO sorununun güncel önemi ve komünistler başta olmak üzere Türkiye’nin devrimci dinamiklerini bekleyen görevler planında ise sözü kaldığı yerden bir kez daha TKİP IV. Kongre Bildirisi’ne bırakıyoruz:

NATO sorunu, güncel devrimci siyasal mücadeleyi olduğu kadar devrimin gelecekteki akibetini de en dolaysız bir biçimde ilgilendirmektedir. Türkiye’nin bir NATO ülkesi ve üssü olduğu da düşünülürse, bunun biz Türkiyeli devrimciler için apayrı bir anlamı ve önemi vardır. NATO sorunu dolaysız bir biçimde Türkiye devriminin stratejik bir sorunudur. Bu olgu, işçi ve emekçilerin devrimci bilincini ve eylemini geliştirmeye yönelik gündelik politik çalışmada, bu emperyalist savaş aygıtına ilişkin gerçeklerin de sistemli biçimde kitlelere taşınmasının özel önemini göstermektedir. NATO’nun icraatları düzenli biçimde teşhir edilmeli, sosyal mücadeleler ve geleceğin devrimleri karşısında nasıl bir rol oynayacağı döne döne ortaya konulmalı, sıradan emekçinin bilincinde bu konuda devrimci bir açıklık yaratılmalıdır.”