28 Eylül 2012
Sayı: SİKB 2012/06 (39)

 Kızıl Bayrak'tan
Birleşik-militan mücadeleyi büyütmek için 7 Ekim’de alanlara!
Bir yanda kirli savaş, bir yanda Oslo ve “Barış” tartışmaları
3 yılda hazırlanan iddianame, 3 satırdan ibaret gerekçelendirme
“Sömürücü asalakları yargılayacağımız günler gelecek!”
AKP iktidarı iğneden ipliğe her şeye zam yaptı
Sermaye ve uşakları, sendikal hakların gaspında “mutabakat”a vardı
“Kararlı bir mücadele vermeliyiz!”
“Zalimin zulmüne direniyoruz” kampanyası ya da DİSK’in “dostlar alışverişte görsün” eylemleri üzerine
İnsanca yaşam mücadelesini
büyütelim!
Termo Teknik örgütlenme deneyimi ışığında
PSAKD Genel Başkanı Kemal Bülbül ile 7 Ekim mitingi üzerine
Ulucanlar direnişi 13. yılında eylem ve anmalarla selamlandı!
BDSP’den etkinlik duyuruları
Komünist hareket 25. yılını kutluyor!
Zombi bankacılık salgını-Volkan Yaraşır
Almanya’da yerel seçimler ve devrimci politika
Yunanistan’da mültecilere yönelik saldırılar tırmanıyor
Dünya emekçilerinden mücadele
Çeyrek asrın zaman süzgecinden payımıza düşenler
Dün başaramadınız,
bugün de başaramayacaksınız!
“Parasız eğitim” zamlara kadarmış
Tutsak sınıf devrimcisi Nihadioğlu’ ndan HEY Tekstil işçilerine
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

AB ve ABD’de bankacılık krizi

Zombi bankacılık salgını

Volkan Yaraşır

 

Kapitalizm çürümüş ve asalak bir sistemdir. Sistem Chris Harman’ın adlandırmasıyla tam anlamıyla zombi bir karaktere sahiptir.

Canlı emekten “beslenen”, canlı emeği “emerek” onu ölü emeğe dönüştüren ve canlı emek üzerinde kurduğu tahakkümle “varlığını” sürdüren kapitalizm, ontolojisini zombilik üzerinden kurar.

“Yaşayan” ya da yürüyen bir ölüdür kapitalizm. Bütün irrasyonalitesiyle kendini var eden, “varlığını”, “ölümün” üstünden kuran bir sistemdir.

Marx kapitalizmin doğasını vampir örneği üzerinden açıklamıştı. Zombi metaforu günümüz kapitalizmini en iyi açıklayan tanımlamalardan biridir.

Zombi, ölümden gelen yaratık

Zombi Haiti ve Batı Afrika’da yaygın bir inanış olan voodoo’dan türetilmiş bir tanımlamadır. Bu inanışa göre Voodoo rahipleri yaptıkları büyülerle ölüleri yeniden hayata döndürebilmektedir.

Modern ve popüler zombi imgesi ise mistik bir kurgu ya da öge değil, bilimkurgunun bir korku üretimi ve korku imgesidir. Doğu toplumlarında zombi, gulyabani diye de bilinir.

Modern zombi imgesi, yürüyen ya da yaşayan ölüler üzerinden kurgulanır. Zombi bir anlamda ne ölüdür, ne de diridir. Bir yaşanmışlık formunda, ölümün varlığıdır zombi. “Diriliğini” ölümden alır, ölüm hali onu “hayata” döndürendir. Büyü, gücünü burada bulur.

Zombi ölümden gelen yaratıktır. Bu korku imgesi ölüm korkusunu tetikleyerek, ölüm korkusunu salgın haline getirerek güç ya da etki kazanır.

Zombilik bulaşıcıdır. Zombi tarafından yaralanan canlılar, enfeksiyon kaparak zombiye dönüşürler.

Enfeksiyon ve mutasyon zombiliğin temel özelliğidir. Zombi salgını, enfeksiyonla yayılır. Zombilik aynı zamanda enfekte olma halidir. Vampirin kanla beslenmesi gibi “modern” zombi de insan eti ya da insan beyniyle beslenir.

1990’ların ortalarında Japonya’da yaşanan ekonomik kriz bankacılık sisteminin çökmesine yol açtı. Bankacılık krizi devletin müdahalesiyle kontrol edildi. Japonya’da yaşanan bankacılık krizini tanımlamak için zombi bankacılık kavramı kullanılmaya başlandı. 2008 sonrası ABD ve AB’de senkronize bir şekilde yaşanan banka iflasları bu kavramı yeniden güncelleştirdi.

Zombi bankacılık

Kapitalizmin yapısal krizi derinleşiyor. AB’de kamu borç krizi ve bankacılık krizi bir iç senkron yaratarak yayılıyor. AB, hızla yapısal krizin odak coğrafyası haline geldi.

Kamu borç krizi özellikle kıtanın Akdeniz Havzası’nı şiddetle sarstı. Bu sarsıntı, merkez ülkeleri etkileyecek boyuta yükseldi. Bu sürecin bir başka yansıması, bankacılık krizinin yaygınlaşması oldu. Borç krizi ve bankacılık krizi birbirini tetikleyen, etkileyen ve birbirini şiddetlendiren bir boyut kazandı. Borç krizi genişlerken, zombi bankacılık krizi de şiddetleniyor.

AB’de bankacılık krizi kritik bir eşiğe ulaştı. Zombi bankacılık krizi enfeksiyonel bir özelliğe sahip. Yaşanan kriz, AB’deki bankacılık sistemini bütünüyle enfekte edecek potansiyel taşıyor. Hatta kriz küresel finans sistemini de sarsabilir. Salgın tehlikesinin hızla ABD’yi sarması da yüksek bir ihtimaldir. ABD Merkez Bankası (FED), bu tehlikenin üzerinde durdu. AB’deki bankacılık krizinin yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini vurguladı. Sürecin kontrol edilememesi sadece AB’de değil, ABD’yi de saracak yeni ve yıkıcı bir finans krizinin önünü açabilir.

Bu risk karşısında FED ve Avrupa Merkez Bankası (ECB) bugüne kadar bir dizi önlem aldı ve almaya devam ediyor.

2008’de yaşanan finansal kriz, yapısal krizin yeni bir evresine, depresyon aşamasına geçişi simgeledi. Yıkıcı bir bankacılık krizi şeklinde kendini dışa vurdu. ABD ve AB’de küresel dev tekellerin (Ford, Chrysler, General Motor gibi) çöküşü yaşandı. Bu dev tekeller ancak devlet müdahalesiyle kurtarıldı. Ayrıca bir dizi büyük banka ve sigorta şirketi iflas etti. Kapitalist devlet, ontolojisine uygun şekilde kamu bütçesini bu bankaları kurtarmak için devreye soktu. Böylece devletin kapitalist işleyişi sağlayan ve bu işleyişin en temel güvencesi olan bir aparat olduğu alenileşti. Krizi önleme yönündeki bu operasyonlar, bırakın krizi engellemeyi yeni bir kriz dalgasını, kamu borç krizini tetikledi. Özellikle krize yüksek kamu borçlarıyla giren ülkelerde durum daha vahim yaşandı.

Küresel düzeyde AB ve özellikle kıtanın Akdeniz Havzası kamu borç krizi odağına dönüştü. Yunanistan’da başlayan ülke iflasları, Portekiz ve İrlanda’yı sardı. Kamu borç krizi senkronu İspanya, İtalya hatta Fransa’yı etkileyecek boyuta ulaştı.

Bankalara yapılan olağanüstü likidite enjeksiyonuna rağmen bankacılık krizi engellenemedi. Kriz bulaşıcı bir şekilde kolayca yayılma alanı bulabiliyor. Hatta bankalar narkotik bir bağımlılık içine girdi. Spekülatif sermayenin ve bankacılık sisteminin temel özelliği, toksik maddelere bağımlılığı ve toksik maddeler üretmesidir. Kapitalist devlet tarafından bankalara yapılan büyük likidite transferleri bir nevi kara delik yaşanmasıyla “işlevsiz” kalıyor. Büyük spekülasyon hareketleri aynı zamanda olağanüstü, çekim gücü yüksek karadelikler olduğu unutulmamalıdır.

Her kurtarma ve likidite operasyonu bankalara bir dönem soluk aldırsa da, bir dönem sonra krizin nüksedişi, daha ağır ve yoğun oluyor. Bu adımlar kamu borç yükünü hızla artırırken, borç krizini derinleştiriyor. Öte yandan bir iç sarmal oluşturarak bankacılık krizini tetikleyici işlev görüyor. Bugün özellikle AB’de yaşanan ve son derece kritik bir aşamaya gelen krizin mahiyeti bu boyuttadır.

ABD’de ise doların rezerv para olması, ABD’nin küresel ekonomi içindeki etkisi ve rolü, ayrıca FED’in muazzam likidite hamleleriyle kriz ötelenebilmekte, büyük kamu borcu yıkıcı sonuçlara yol açmamaktadır. Yine de bu konjonktür değişebilir, ABD bulaşıcı bir bankacılık krizi içine girebilir. Bu risk hızla artıyor. Özellikle AB’yi saracak sert bir bankacılık krizinin, ABD’ye bulaşma kapasitesi yüksek olacaktır.

Bankaların narkotik bağımlılığı

2008’de yaşanan finans krizinin yarattığı tahribatı engellemek için kapitalist devletler olağanüstü likiditeyi devreye soktu. 2008 yılında ABD, Avro Bölgesi, Japonya ve İngiltere piyasalara 11 trilyon dolar enjekte etti. Bu olağanüstü likidite enjeksiyonu bankacılık sisteminin “rahatlamasına” yol açmadı. Dört yıllık bir zaman içinde büyük likidite transferleri devam etti. Bankalar stres testleri karşısında iyi sınav veremedi.

ABD’de banka iflasları kapitalist devletin acil müdahaleleriyle engellendi. Yapılan likidite enjeksiyonu 2009’da 1.25 trilyon doları buldu. 2010’da 600 milyar dolara ulaştı. 2011’de ise 400 milyar dolar transfer edildi. 2012’nin ilk 6 aylık döneminde 267 milyar dolar para enjeksiyonu yapıldı. En son olarak FED geçen hafta aldığı kararla 1 trilyon dolarlık parasal genişleme politikası izleyeceğini açıkladı.

ABD bir taraftan büyük parasal genişleme politikası izlerken diğer taraftan likidite enjeksiyonlarıyla bankacılık krizini engellemeye çalıştı. Parasal enjeksiyonların yapıldığı koşullarda borsalar göreceli yükseliş yaşadı. Transferlerden sonra borsalarda hızlı düşüşler görüldü. FED’in yaptığı operasyonlara benzer hamleleri ECB gerçekleştirdi.

AB, kriz sürecini iki boyutta “yönetmeye” çalıştı. ECB batık bankaların kurtarılması için para enjeksiyonlarını gerçekleştirdi. Avrupa Finansal İstikrar Fonu (EFSF) ve Avrupa İstikrar Mekanizması (ESM) ise Yunanistan, Portekiz, İrlanda ve İspanya’nın kamu borç krizinin kontrol edilmesine yönelik faaliyetleri gerçekleştiriyor.

ECB 2010 yılında 1 trilyon dolar parasal enjeksiyon gerçekleştirdi. Bunu 2011 yılında 300 milyar doları geçen yeni bir enjeksiyon izledi. 2012 yılının ilk 6 ayında ise 125 milyar dolarlık bir başka likidite sağlandı. Bütün bu adımlar AB’deki durumu düzeltici hiçbir etki yaratmadı. Örneğin Yunanistan ve İspanya bankalarının “kurtarılma” maliyetleri olağanüstü rakamlara ulaştı. Sadece İspanya bankalarının kurtarılması için 300 milyar dolara ihtiyaç var. Bu rakama kamu borç krizi dahil değildir.

Avrupa’da kamu borç krizi ve bankacılık sisteminde yaşanan krizin birbirini büyüttüğü hesaplanırsa, kıta düzeyinde likiditeye duyulan ihtiyacın olağanüstü boyutu ortaya çıkar.

Son dört yılda hem ABD hem AB, İngiltere ve Japonya’nın krize müdahaleleri küresel finans sisteminde gözle görülebilir hiçbir iyileşme sağlamadı. Parasal genişleme politikaları ve parasal enjeksiyonlar “iyileşmeden” öte bir bağımlılık yarattı. Hatta bu bağımlılık, “narkotik” bir bağımlılık biçimi kazandı.

Borsalar sisteme enjeksiyon yapıldıkça normale döndü, yükselişe geçti. Enjeksiyonlar durdukça borsalar hızla düşüş sürecine girdi.

Her müdahale yeni ve büyük spekülasyon dalgalarına yol açtı. FED, parasal genişleme hamleleriyle birlikte büyük likidite operasyonları gerçekleştirdi ve dört yıldan beri birkaç trilyona dolara ulaşan bu operasyonlardan 0 veya 0.5 oranında son derece düşük faiz talep etti. Kapitalist devletin bu hamleleri hiçbir sorunu çözmedi. Spekülatif anafor, yapılan müdahaleleri işlevsizleştirdi. Hatta yeni büyük spekülatif pratikler arttı. Toksik fonlar ve yönelimler genişledi. Reel ekonominin stabilizasyonu yönünde hemen hemen hiçbir iyileşme görülmedi.

Yeni” spekülatif dalga

Bugün özellikle Avrupa’da bankacılık sisteminin işleyişi kilitlenme ve tıkanma noktasına geldi. En başta bankalar ayakta kalmak için kapitalist devletlere yakıcı bir ihtiyaç duyuyor. Zombi bankacılığın en temel özelliklerinden biri olan bu durum içine girilen süreçte bankalar arası borç sisteminin işlemez hale gelmesi ya da fonksiyonelliğini kaybetmesiyle daha da vahimleşiyor. Bankalar büyük yatırımcılara, spekülatörlere para aktarırken, kıta düzeyinde küçük ve orta büyüklükteki şirketler kredi almakta zorlanıyor.

Özellikle spekülatif pratiklerin hız kesmeden devamı, kredi sisteminde reel ekonominin ihtiyaçlarına cevap verecek problemlerin aşılamaması ve bankalar arası borç sisteminde yaşanan sorunlar, bugünden şiddeti ve etkisi yoğunlaşan bankacılık krizinin önemli semptomlarıdır. Ve sistemdeki yapısal ve yıkıcı sorunları işaretlemektedir.

Bankacılık sisteminde yaşanan problemleri salt erteleyici, geçiştirici palyatif çözümler krizin enerjisini yükseltici mahiyettedir. Avrupa’yı bulaşıcı bir şekilde saran bankacılık krizinin ABD bankacılık sistemini enfekte etmesi yüksek bir olasılıktır. Bu gelişme aynı zamanda yeni ve yıkıcı küresel bir finans krizinin habercisi olacaktır.

Bugün Avrupa borç krizi ve bankacılık krizine yönelik alınan “tasarruf” tedbirleri, aynı şekilde ABD’nin 2012 yılında totalde 4 trilyon doları, 2013 yılında 2 trilyonu bulan “tasarruf” planları, özünde sosyal yıkım ve enkazlaştırma içermektedir.

Önümüzdeki günler zombi bankacılık salgınına gebe günlerdir. Bu arada başta Çin ve BRICS ülkelerinde yaşanacak sert ekonomik düşüşler, salgının şiddetinin yükselmesine neden olacak faktörlerdir.

Bankalar olası gelişmelerin farkında olarak kapitalist devletleri parasal genişleme ve para enjeksiyonlarına teşvik ediyor. Nakit biriktirerek ayrıca olası çöküşlere karşı hazırlanıyor. Fakat sorunun büyüklüğü ve alt üst ediciliği 2013 yılını kritik bir yıl haline getiriyor.

2013 yılı zombi bankacılık krizleri ve küresel finans çöküşlerine sahne olabilir. Bu sürecin küresel düzeyde bir başka yansıması ise sosyal saldırı ve yıkımlardır. İşsizliğin olağanüstü artması, yoksullaşma, mülksüzleşme bu sürecin parçası olacaktır. Özellikle Ortadoğu’daki savaş büyük bir katastrofun önünü açabilir. Kısaca önümüzdeki yıllar sınıfsal antagonizmanın olağanüstü şiddetlendiği yıllar olacaktır.

 

 

 

 

Katalonya ve İspanya

 

Her yıl 11 Eylül’de Katalonya, 1714 yılında kendi kendini yönetme hakkını kaybedişini andığı Ulusal Günü düzenler. Bu yılki etkinlik bilhassa özeldi. Tüm Katalonya’dan yüz binlerce insan sokakları doldurdu, bir Katalan bayrağı denizi altında bağımsızlık talep etti. Bazıları bir ila bir buçuk milyon kişi arasında bir sayı verdi. Kesin olarak bildiğimiz ise yedi milyondan biraz fazla sakine sahip bu ülkede böylesine büyük bir kalabalık daha önce toplanmamıştı. Çağrı, “Katalonya Ulusal Meclisi” adlı bir sivil gruptan gelmişti ve siyasi partilerle hiçbir doğrudan bağı yoktu. Tıpkı “los indignados” (öfkeliler) 15M sivil platformu gibi bu, siyasi partilerin hayal edebileceğinden bile daha öteye gitti. Birçok yorumcu ve analist, bu güç gösterisinin Katalonya’nın siyasi dayanak noktasını geri döndürülemez şekilde değiştirdiğine inanıyor. Geleneksel iktidar sistemi, Katalonya’nın kendi kendini yönetme yeteneğini kabul etme eğilimindeyken her zaman tam bağımsızlık fikri ile arasına mesafe koymuştur. Son yıllarda İspanya’da bağımsızlık fikri ivme kazanıyor ve bu 11 Eylül ülkedeki siyasi çoğunluğun artık egemenlikten yana olduğunun şüphe götürmez kanıtıydı.

Tüm bunlar özellikle İspanya’yı derinden etkileyen bir krizin ortasında meydana geliyor. Ve Katalonya da sıkıntı yaşıyor. İşsizliğin %20’nin üstüne çıktığı, gençlerin %50’den fazlasının işsiz olduğu ve milli gelirin %20’sini aşan kamu finansman açığıyla Katalonya’nın İspanyol yeniden dağıtım politikalarına orantısız katkı yaptığı gizli duygusu, sürdürülemez bir aşamaya geldi. Katalonya, İspanya’da zenginlik yaratan bölgelerin başında geliyor, fakat bölgeler arasındaki vergi sistemindeki değişikliklerden sonra Katalonya’nın konumu değişti ve şimdilerde bölgeler arası dayanışmaya aldığından daha çok katkı yapıyor. Bu, bağımsızlık için basıncı artıran önceden var olan kültürel ve siyasi etmenlere eklendi. Bu etmenler arasındaki en önemlileri, Katalonya’nın bir ülke olarak tanınmaması, resmi bir dil olarak Katalanca’ya saldırılar ve statükonun neredeyse federal bir okuması anlamına gelen Katalonya Özerklik Statüsü’nün yeni ifadesinin 2010 yılında reddedilmesidir.

Kriz, kamu fonlarına baskı yaptığından dolayı, bağımsızlık ile özdeşleşme – sadece duygusal ve siyasi özdeşleşme değil aynı zamanda şimdi maddi ve ekonomik bir özdeşleşme - bağımsızlık taraftarı vatandaşların sayısını kayda değer ölçüde artırdı. Son aylarda İspanya’nın kurumsal siyasetinin gözden düşüşü çarpıcıdır. Demokratik kurumlar için egemenlik kaybı emsalsizdir. Dahası Halk Partisi (Partido Popular – PP), bu durumu devleti merkeze çekmek için kullanıyor, eski başkan Aznar ve Fundación FAES’in (Halk Partisi’nin think tank’i) bir tezine başvuruyor. Bu dönem zarfında Katalan hükümetindeki CiU liderleri (Katalan milliyetçisi merkez sağ partilerin bir koalisyonu) egemenliği ima eden beyanatlarıyla geleneksel muğlaklıklarını – Madrid ve Katalonya’da Halk Partisi ile sürekli anlaşmalar – incelttiler. Tüm bunların neticesi, daha önceleri muğlak “siyasi Katalancılık” terimi etrafında bir araya gelen geniş siyasi ve sivil çoğunluk bugün daha net bir egemenliğe doğru sürükleniyor.

Şayet cevap bağımsızlık ise soru nedir? Kimsenin onu nerede bulacağını bilmediği bir zamanda egemenlik talep etmek akla mantığa uygun mudur? Yeni ve zorlu bir safhaya giriyoruz. Diğer ülkelerin daha uzak görüşlü ve hassasiyetle yaklaştığı bir safhadır bu. Örneğin Quebec’te iki referanduma karşın konu ortaya atıldığında kimse hiddetlenmiyor. İskoçya’da Britanyalı ve İskoç parlamenterlerden oluşan komiteler İskoçya’nın olası ayrılığı hakkında bir referandum düzenleme sorununu tartışıyorlar. Katalan bağımsızlığı fikrinin oturduğu Avrupa çerçevesi nettir. Kimse kargaşa yaratmak istemiyor, fakat geriye birçok soru kalıyor.

Açıktır ki, 11 Eylül’de yürüyüş yapan binlerce protestocu için bağımsızlık, sonu gelmez bir son derece değişken soru ve problemler listesine bir çözüm olarak görülüyor. Bu anlamda halen her şey tartışılacak ve halen netleştirilecek. 11 Eylül’ün reddedilemez başarısından kim siyasi sermaye yapacak? Madrid ile Brüksel arasında kurumsal diyalog nasıl başlayacak? Bağımsızlık kesiti, iş, eğitim, sağlık ve barınma gibi ideoloji ve değerler ikilemleri ile nasıl birleştirilecek? Ne tür bir ulusal model ortaya çıkacak? Tüm bunda kazananlar ve kaybedenler kim olacak? Söz konusu olmayan tek şey ise Katalonya ve İspanya’da yeni bir siyasal dönem yoldadır.

(Joan Subirats, Barselona Özerk Üniversitesi’nde siyasi bilimler profesörü.)

OpenDemocracy sitesinden kizilbayrak.net tarafından çevrilmiştir.