11 Kasım 2011
Sayı: SİKB 2011/42

 Kızıl Bayrak'tan
Gerici savaş ve saldırganlıkta sınır tanımıyorlar
Amerikan tetikçiliği
“benzeri olmayan” noktada
Kürt sorununa dokunan yanıyor!.
BDP Eşbaşkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş ile konuştuk
Karadağ’ın katledilişinin 2. yıldönümü dolayısıyla avukatlarından polis cinayetleri ve dava süreci üzerine.
Cinayet(ler)in faili ve
nedeni - Temel Demirer
Ölümsüzlüğe uğurlanışının 2. yılında Alaattin yoldaş üzerine
Metal İşçileri Birliği MYK Kasım Ayı Toplantısı
Sendikal çalışma, reformizm ve
devrimci politika üzerine
TKİP’nin 13. yılı etkinliğindeki konuşma: Güne yükleniyor, devrime hazırlanıyoruz!
“İşçilerin birliği, halkların kardeşliği gecesi” gerçekleşti.
13. Yıl etkinliği mesajlarından
AB’nin zayıf halkası Yunanistan’da
kriz derinleşiyor
“İşgal Et” eylemleri sürüyor!
Göçün 50. yılı ve kısa hikayesi
Libya’da yeni emperyalist
işgal dönemi
Direnişçi Hugo Boss işçileriyle konuştuk
Şubeler hazırlıklara başladı
Asgari ücretliye 1 somun ekmek
DİSK/Tekstil’de muhalefeti
sindirme operasyonu
İstanbul’da 6 Kasım protestoları
“YÖK’e karşı alanlardaydılar
Galatasaray önünde 345. hafta
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Mücadele Postası

Ortak yaşam kültürü...

Her gün aynı şeyleri yapan insanlar sadece nefes alıp verirler. Sistem işçilerin beyinlerini birçok sorunla doldurmuştur ki, insanlar dünyada ne olup bittiğinden habersiz yaşarlar. 14 saat süren çalışmadan sonra insan, toplumsal yaşamdan arındırılıp, çevresindeki bütün insani şeylere yabancılaştırılır.

Umudumuzu ilmek ilmek örmeye çalıştığımız fabrikalarda da durum bundan çok farklı değil. Gerçek dünyanın kendisi, yalanlarla türlü hilelerle işçilere çok güzel gibi sunulmaya çalışılıyor. Ama gerçek dünya her zaman kendisini dayatıyor. Asgari ücretin daha da altında çalıştırılan sefalet içinde yaşayanlar ve saraylarda gününü gün edenler.

Çalıştığımız yerlerde karşımıza en çok çıkan sorun işçilerin birbirine olan güvensizliği oluyor. Birbirine güvenemeyen insanların birlikte hareket etmeleri, hakları için, yeni bir dünyanın temelleri için mücadele etmeleri de hayli zorlaşıyor. Birbirine güvenmenin en önemli dayanağı ise paylaşmaktır. Yozlaşmanın bir kültür olarak patronlar ve onların kemik yalayıcıları tarafından dayatıldığını biliyoruz.

Öğle paydoslarında işçiler çay içmeye çıkıyor. Çay içildikten sonra herkes sıra ile, çay içilen yeri temizliyor, bu sıra ile gidiyor herkes bu işi sıra ile yapıyor. Bu çalışılan bölgeyi işçiler için ortak bir paylaşım alanı haline getiriyor. Çalışılan alanın büyük olması, işçilerin sadece bu mekânda yan yana gelmesini sağlıyor. Ortak sorunlar sadece bu mekanlarda toplumsal bir hal alıyor, sorunlar buralarda konuşuluyor.

Bunun farkında olan patronlar, o ortak paylaşım alanını nasıl yıkarız diye düşünüyorlar. Ortak paylaşım alanı olan çay içme mekanını ve paylaşım kültürünü işçilerin birbirine yabancı olacağı, birbirinin üzerinden geçinmeye çalışacağı bir kumar oyununa dönüştürüyor. Çay içme mekanının temizlenmesi işini, çekiliş adı altında bir şans oyununa dönüştürüyorlar. İşçilerin sayısı kadar bir sayı yazılıyor ve herkes bir sayı yazıyor kendine, numarası çıkan o gün kurtarıyor. En sona kalan temizliği yapıyor.

Çok basit gibi gözüken bu olay bütün işçilerin bilincinde değişikliğe sebep oluyor. Ortak paylaşım alanı artık bir kumarhanede kar etme bilincine dönüşüyor. O gün herkes kendini kurtarmaya çalışıyor. Uzun yıllar birlikte çalışan işçiler arasındaki ilişkiler yozlaşmanın ötesinde bir hal alıyor. En ufak insani ilişkilerde bile birbirine yabancı insanlar oluşuyor.

Ortak paylaşım alanı olmayan işçilerde birbirine güven, saygı gibi değerler, yerini birbirinin ayağını kaydırmaya ve birbinin kuyusunu kazma gibi eğilimlere ve dedikoduya bırakıyor. Herkes birbiri arkasından konuşuyor, herkes kendisinden başkasının yalaka işçi olduğunu düşünüyor. Gerçek yalaka işçiler ise belli olmuyor. Başka bir firmada çalışan işçiler bir bardak çay almak için bu işçilerin yanına geliyor. Bu insanlar bir bardak çayı o kişiye vermiyorlar. Bir bardak çayı dahi paylaşmıyorlar.

Aynı işyerinde çalışan başka bir barakada çay içen işçiler ise ortak paylaşım kültürünü sürdürüyorlar. Patron işçilerin ücretinde düşürmeye gidiyor. Sadece ortak paylaşım alanı olan işçiler bu duruma tepki gösteriyor, diğerleri ise bu durum sanki kendilerini ilgilendirmiyormuş gibi çalışmaya devam ediyorlar. Ortak paylaşım alanı olan işçiler sorunlara birlikte cevap veriyorlar. Diğerleri ise sorun kendisinin değilmiş, soruna kendisinin dışında olanların yanıt vermesi gerekiyormuş gibi düşünüyor.

Sınıf mücadelesini analiz ederken hep mücadele kültüründen bahseder, sermayenin buna saldırdığına vurgu yaparız. Mücadele kültürüne değil aynı zamanda işçilerin ortak yaşam alanlarına da saldırıyorlar.

Gerçek dünyanın ağırlığı altında evine bir lokma ekmek götürmekte zorlanan bu insanlar, kuracakları bir komite ile hayatlarını değiştirirler ve yeni bir dünyayı da kendileri yaratırlar. Birbirine güvenen birkaç kişi bunu görüyor. Yeni bir kültür ve yeni bir dünyanın temellerini atmaya da başlıyorlar. Bir işçinin de dediği gibi “bir kere kıvılcımı çaktık” hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Bir tersane işçisi

 

 

Birleşik Metal Genel Kurulu’nda şovenizm sahne aldı

Türk Metal ile Birleşik Metal karşılaştırılabilir mi? 2010-2012 TİS sürecine bakıldığında Birleşik Metal, Türk Metal’in ihanet sözleşmesine göre ileri bir sonuç almıştı. Sadece bu değil, pek çok açıdan Birleşik Metal Türk Metal e göre daha ileride. Bu varsayımla Birleşik Metal İzmir Şubesi 11. Olağan Genel Kurulu’na katıldım. Ne var ki Kürt sorunu konusunda Birleşik Metal’in neredeyse Türk Metal’e yakın durduğunu, şovenist cenahın “ılımlı” bir bileşeni olduğunu gördüm.

Birleşik Metal-İş Örgütlenme Sekreteri Özkan Atar divan başkanı olarak yaptığı konuşmanın başında Van depremine değindi. Hemen ardından da sözünü Çukurca’da ölen askerlere getirerek, Türk Metal Genel Kurulu’nda olsa epeyce alkışlanacağı bir konuşma yaptı. DİSK eski Genel Sekreteri yeni CHP İzmir milletvekili Musa Çam bu konuda, bu sendikacılardan daha ileri bir konuşma yaptı. Hiç değilse “İşçiler arasında yaratılmak istenen Kürt-Türk düşmanlığına karşı uyanık olun ve bu oyuna gelmeyin” dedi. Hiç değilse asgari demokratlığın sınırlarında kalmayı bildi.

Sonradan konuşan delegeler ise Özkan Atar gibi ajitatif olmasa da soruna aynı tarzda değindi. Biri dışında, söz alan tüm temsilcilerin “konuşması” yazılıydı. Yani Özkan Atar’ın yaklaşımı Birleşik Metal İzmir Şube’nin ortak tavrıydı. Konuşmalarda ölen askerlerin hepsinin işçi-emekçi çocukları olduğu vurgulandı. Buna rağmen bu vurguyu yapan konuşmacılar işçi-emekçi çocuklarını ölüme yollayan sermaye devletinden çok gerillaya öfke duyuyor ve bunu yansıtıyorlardı.

“Ölen hiç zengin çocuğu yok. Hepsi işçi emekçi çocuğu.” Evet bu doğru. Şovenizmle malul olmayan bir kafa bu durumda nutuk atıp çocuklarını kirli savaşa süren sermayeye karşı öfke duyar. En azından bu çarpıklığı sorgular.

Kürt sorununda asıl çözümü işçi sınıfı sağlayacak. Tekel direnişi bunu çok net gösterdi. Tekel’de Türk ve Kürt işçilerle birlikte mücadele verdiler. O dönem şovenist histeri dibe vurdu. Bir linç girişimiyle direnişe saldırmayı planlayan hükümet Hayati Yazıcıoğlu’nun ağzıyla Tekel işçilerine karşı “terörist” argümanını kullandı. Ama istedikleri olmayıp ters tepince aynı ağızla işçilerden özür dilediler.

Kirli savaşta işçi emekçi çocuklarının ölmemesi için, halkların kardeşliğinin ete kemiğe bürünmesi için tek çıkar yol var; o da işçilerin birliğidir. Bir işçi sendikasının genel kurulunda asıl vurgu da buraya yapılmalıydı. İşçilerin birliğini zedeleyecek her yaklaşım sermayeye hizmet eder.

M. Kurşun

 

Örgütlenir, mücadele edersek...

Ben Ostim’de çalışan 17 yaşında genç bir işçiyim. Sizinle paylaşmak istediğim bir konu var: “Ulaşım.”

Ulaşım işçilerin en büyük sıkıntılarından biridir. Sabah o sıcak yataktan kalkıp işin yolunu tutmak insanı zaten büyük bir gerilim içerisine sokuyor. Saat 05.30’ta yollara düşerken gün bile ağarmamış oluyor. Üstüne “otobüsü kaçırırım” telaşı çok garip bir duygu. Metro merdivenlerini koşa koşa inmek, vezneye gidip bir bilet almak ve ardından gelmesini beklediğin metroyu beklemek… Ama bu, o kadar kolay değil. Saat 08.00’de iş başı… Metroda uyumamak gerek. Yoksa işe geç kalırsın. İşe geç kaldığında senaryo bellidir zaten. Patron kapıda, ustabaşı içerde, ikisi de aynı soruyu sorar sana sert bir surat ifadesiyle. “Nerdesin lan sen? İşyerinde saat kaçta olunması gerektiğini bilmiyor musun? Çabuk işinin başına geç!”

Hadi gelde işin yoksa aç karınla iş başı yap. Neredeyse unutuyordum. Bir de mühendisler var. Saat 09.00-09.30 gibi işbaşı yaparlar. Sabahtan akşama kadar bilgisayar başında oyun oynarlar. Bu insanların akşam erken yatmak gibi bir dertleri de yok. Çünkü ulaşım sıkıntısı yok. Altında son model bir şirket arabası… Hem geç kalsa da kızan yok. Çünkü onlar okumuş insanlar.

Neyse. Her sabah yaşadığımız bir durum bu. Eğer örgütlenmezsek 05.30’da işe giden, bizi ölümüne çalıştıranlar ileride bizi hiç uyutmayacak. Ama örgütlenir ve mücadele edersek 05.30’da kalkan bir işçi 07.30’da işine gitmek için yola çıkacak.

Gelecek yazıda görüşmek dileğiyle…

OSTİM’den genç bir işçi