29 Ekim 2010
Sayı: SİKB 2010/42

 Kızıl Bayrak'tan
Türban sömürü ve köleliği örten
bir şal olarak kullanılıyor
Seçim odaklı düzen siyasetini
sınıf odaklı mücadeleyle aşalım!
Yolsuzluk operasyonlarının
gösterdikleri
Katil Ogün Samast çocuk mahkemesinde
MESS-Türk Metal satış senaryosunda finale doğru
MESS’in yalan rüzgarı
Mutaş işçileri
ÇEL-MER’in yolunda!
Metal işçisi boyun eğmiyor
Emperyalizmin “son kahramanı” Lech Walesa Türkiye’de.
Tek Gıda-İş’in
“tecrit” kampanyası sürüyor.
Kapitalizm işçi kanıyla besleniyor..
BETESAN direnişiyle
sınıf dayanışması büyüyor..
Fransa’da büyük
mücadele dalgası ve gösterdikleri
Fransa’da tasarı onaylandı
emekçiler pes etmiyor
Kamu emekçilerine baskı ve sürgün
Polisin bir cinayet dosyası
daha aklandı!.
Katillerden hesap sormak için omuz omuza!
YTÜ’de soruşturma terörü!.
6 Kasım çalışmalarından
“YÖK’e ve efendilerine Ankara’da tok bir yanıt vereceğiz!”.
“İki devletli çözüm
hayal ürünü…”

Wikileaks 400 bin belge ile ABD vahşetini sergiledi ”
İnsanca bir yaşam ve
temiz bir çevre için.
Sağlık haktır gasbedilemez!
Yerel işçi bültenlerinde mücadeleyi yükseltme çağrısı
Zindanlar yıkılsın
tutsaklara özgürlük!
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Fransa’da büyük mücadele dalgası ve gösterdikleri

Avrupa burjuvazisi modern revizyonizmin çöküşünden sonra ideolojik alanda başlattığı saldırılarını son 20 yılda pratik alana taşıdı. Bu doğrultuda hükümetler, küreselleşme, rekabet, bütçe açığı, devlet borçları gibi argümanlarla ilişkilendirerek kapsamlı yapısal programlarını uygulamaya soktular. Reform yapma vaadiyle gündeme getirilen bu programlar yoluyla toplumun temel sorunlarını çözebilecekleri iddiasındaydılar. Örneğin, Fransa’da hükümet emeklilik yasasını şöyle sundu: “Gelecek kuşakların emeklilik sistemini korumamız için bu reform gerekli, eğer biz bunu yapamazsak, gelecek kuşaklara karşı sorumluluğumuzu yerine getirmemiş oluruz” (N. Sarkozy).

Yani bu kapsamlı yıkım saldırısı hükümet tarafından “zorunlu bir reform” olarak tanıtıldı. İnsanlara bu şekilde açıklanırsa bu reform desteklenir gözüyle bakıldı. Burjuvazinin bütün propaganda araçları, kitlelerin bilincini bulandırmak amacı ile seferber edildi. İstatistikler de bunun için hizmete sokuldu. Böylelikle Fransızlar’ın çoğunun reformdan yana olduğu ilan edildi. Ama istatistik şirketleri nedense “nasıl bir reformdan yanasınız?” sorusunu hiç sormadılar.

Böylelikle “reform” kelimesi siyasal arenada herkesin hemfikir olduğu moda bir terim oldu. Yani hükümet saldırı programını kitlelere kabullendirdi. Zaten Sarkozy de hükümete gelirken reform yapma iddiasındaydı. Seçimlerden sonra iktidarı ele geçirerek eskiye bağlanmış bu ülkeyi sarsmaya geldiğini söylüyordu. Fakat kısa sürede Sarkozy’nin reformlarının, ileriye dönük, asgari de olsa olumlu bir içerik taşımadığı, aksine II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra mücadeleyle kazanılan hakların hedef alındığı anlaşıldı.

Bu saldırganlık sadece Fransa’ya özgü de değil. Burjuvazinin dünya ölçeğinde işçi sınıfına yönelik saldırıya geçtiği bir genel bir sürecin parçasıdır. Bu nedenle de diğer Avrupa ülkelerinin kabul ettiği bu yıkım yasalarının Fransa’da da engelsiz kabul edilmesi bekleniyordu. “Yasa gerekli çünkü bakın Almanlar ve İngilizler kabul etti”, “yasa gerekli çünkü bütün dünyada kriz var, çünkü küreselleşme bunu gerektiriyor” gibi cümleler sabahtan akşama bütün hükümet sözcüleri tarafından organize bir şekilde tekrarlandı.

Fakat böyle bir senaryonun Fransa’da o kadar da kolay hayata geçirilemeyeceği açığa çıktı. Aslında, asgari bir tarih bilinci olan bir kişi bunu tahmin edebilirdi. Son 30 yılda politik ve ideolojik yozlaşma, sol ve devrimci partilerin kitle desteğini yitirmesi, mücadelede bir gerileme gibi ciddi olumsuz gelişmeler olmuş olabilir. Ama ortadan kaldırılması ve hafızalardan silinmesi zor olan bazı değerler var ki, burjuva ideologlarını epey güç durumda bıraktı. Yalana ve demagojiye başvurmaktan başka bir çare bırakmadı. Fransız işçi sınıfı politik bir önderlikten yoksun, sendikalara güveni azalmış, eski birliğini ve bütünlüğünü yitirmiş olsa da, halen varolan ve hafızalardan silinmeyen mücadele tarihi, mücadele kültürü ve sınıf bilinciyle, hükümetleri ve burjuvaziyi korkutmaya devam ettiğini gösterdi. Bu döneme damgasını vuran en önemli gerçek budur.

Gelelim şimdi Fransa’daki grevlere ve eylemlere, bunların kronolojisi, sosyolojisi ve özgün gelişme hatlarına. Medyaya yansıyan genel tablodan başka bu eylemler Fransız işçi sınıfının son yıllarda yaşadığı önemli değişimleri de göstermektedir. Bununla birlikte bu eylemler, hem Fransa’daki sınıf ve kitle hareketinin kendine özgü karakterini yansıtıyor hem de diğer ülkelerdeki gelecek mücadeleleri anlamamız için gerekli anahtarları sunuyor.

Reform adı altında hak gaspı

Bu analize geçmeden önce yasa ile ilgili bazı bilgiler verelim. Fransa’da işçiler 60 yaşında erken emekliliğe 65 yaşında ise tam emekliliğe ayrılabiliyordu. Fakat, tam emeklilik hakkı için 41 sene çalışma süresi gerekiyordu. Yeni yasada ise erken emeklilik için 62, tam emeklilik için 67 yaşını doldurmak gerekiyor. Yani bu yasa 2 sene daha fazla çalışma zorunluluğu getiriyor.

Bu konuda hükümetin temel argümanı ise şöyle: “toplum yaşlanıyor, gelecek dönemde çalışan işçi sayısından çok emekli kitlesi olacak, eğer çalışma süresi uzatılmasza, emeklilik maaşları artık ödenemez ve sistem çöker”. Yani sorun basit bir aritmetik sorunu olarak sunulmakta, çalışan sayısı az, emekli sayısı çok, öyleyse ikincisini düşürelim denilmektedir.

Evet bu yasayla, emekli olanların çalışan kesime oranı azalıyor, bu bir gerçek. Fakat 50 yıl öncesine göre şimdiki işçinin üretkenliği de 2 hatta 3 kat daha yüksek. Yani 2010 işçisi eskisine göre 2 ya da 3 kat daha fazla zenginlik üretiyor. Demek ki artı-değer kat kat çoğalıyor, ücretler yerinde sayıyor ve üstüne üstlük her işçinin daha uzun çalışıp daha çok emeklilik primi ödemesi gerekiyor. Yani kısacası işçi daha fazla sömürülecek, bu “işkence” 2 yıl daha uzayacak ve ömrü bitmesine çok az kala asgari bir emekli maaşı ile geçinmesi gerekecek, ama bu arada burjuvaziyi daha da zenginleştirerek.

Sınıfsal bir bakış açısıyla bakıldığında burjuvazinin burada ifade edilen basit aritmetik formülünün şöyle bir yanıtı da olurdu: En alt rakamlardan yola çıksak bile, dev şirketlerin kârları emek sömürüsü sayesinde sürekli çoğalıyor. Bu nedenle emeklilik fonları için gerekli ek katkıyı burjuvazinin yapması gerekiyor, ki onların yüksek kârları yanında bu katkı bir yük değildir.

Fakat dönem, zenginlikleri paylaşma dönemi değildir. Bunu ilk olarak Babeauf ve arkadaşları düşünmüştü ve onların sonu giyotin oldu. Bu fikir iki asır sonra halen burjuvazinin korkulu rüyası olmaya devam ediyor.

Aylara yayılan eylemli ön süreç

Gelelim yasaya karşı yapılan eylemlere. Unutulan önemli bir nokta var bu konuda. Yasaya karşı eylemler aslında 23 Mart’ta başladı. Yani bundan yedi ay önce! Fransa genelinde 800 bin kişinin katıldığı bu eylem, bu ülkede sürekli gerçekleşen eylemlerden birisi gibi, sıradan bir olaymış gibi algılandı. Çünkü bu eylem ciddi bir tehlike teşkil etmekten çok, tamamen sendikal çerçeve içinde kalan bir eylemdi. Üstelik sendikaların amacı da, yasanın geri çekilmesi değil, ufak tefek rötuşlar için masaya oturabilmek ve anlaşma yetkisini kazanmaktı. Bunun için CFTD sendikası çoktan hazırdı.

Yaklaşık bir ay sonra, yani 26 Mayıs’ta yeni bir eylem gerçekleşti. Bu eyleme ise biraz daha fazla katılım oldu ama atmosfer yine pek iyi değildi. Sendikalar pek iyi bir sınav vermediler, hükümete sürekli mesaj yollayıp anlaşacakları günü bekliyorlardı. Bir sonraki eylem günü 24 Haziran olarak belirlendi, bu da oyundan başka bir şey değildi. Çünkü bu tarih okul tatiline denk düşüyordu. İnsanlar tatil kaygısı içinde olduğu için greve katılımın az olacağı düşünülerek yasanın engelsiz geçmesi bekleniyordu.

Ama ilk şok 24 Haziran’da gerçekleşti. Oysa sendikalar kendilerini bir yenilgiye çoktan hazırlamıştı. Öyle ki, “şimdiye kadar denedik ama hükümet bizi muhatap almıyor” mesajları bir gün öncesinden gelmeye başlamıştı. Ancak beklenmedik bir şekilde medyanın tatil havasına girmesine karşın, iki milyon kişi sokaklara döküldü. Mesaj çok netti bu sefer, öfke artıyordu. Son yıllarda aralıksız gelen yıkım politikaları işçi ve emekçileri beklenmedik bir anda sokaklara dökmüştü.

Bu önemli sinyalden sonra iki aylık tatil araya girdi. Bu dönem iki taraf için de strateji oluşturma dönemi olarak değerlendirildi. Hükümet tatil sonrası bu yasayı hızlı bir şekilde geçirebilirim düşüncesindeyken, işçi ve emekçiler ise hükümet üzerindeki basıncı nasıl yükseltebiliriz kaygısını taşıyorlardı.

Tatil dönemi eylemler açısından sessizce geçti, hükümet bu dönem öfkenin dinmesini umuyor ve sonrasında yeniden bir eylem sürecinin oluşmasının zaman alacağını düşünüyordu. Ama beklenmedik bir olay, tatili hükümet için zor bir döneme çevirdi. Emeklilik yasasının mimarı bakan Eric Woerth, eşinden dolayı büyük bir vergi skandalına bulaştı. İşçi ve emekçilerin haklarına saldıran devlet bakanının eşinin Fransa’nın en zengin ailelerinden Bettencourt ailesinin servetinden sorumlu kişi olduğu ortaya çıktı. Üstelik o dönemde Eric Woerth partinin mali sorumlusuydu. Skandal üzerine skandal geldi. Leke gitgide bütün hükümete bulaştı, halk arasında hükümete duyulan güven gitgide düşmeye başladı. Bu da hükümet açısından beklenmedik bir dezavantaj oldu.

Tatil döneminin bitmesine ve okulların açılmasına dev grevler eşlik etti. Hükümet ve onun emrindeki medyanın hazırlıklarının tersine, ilk eylem büyük bir başarı ile gerçekleşti ve ardından peşpeşe gelen bilinen 6 dev eylem günü yaşandı. En son 19 Ekim’de 3,5 milyon kişi sokaklara döküldü. Her seferinde büyük tartışmalar yapıldı, istatistik şirketlerine başvuruldu, yürüyüşleri saymak için özel “objektif” gazeteciler çağrıldı. Ama hükümetin ve burjuvazinin beklentilerine karşın, katılım düşmedi, öfke dinmedi, tam tersine eylemler radikalleşti ve toplumun desteği sürekli yükseldi. Eylemlerin zamanla tükeneceğini umanlar yanıldılar. Lise gençliği ile rafineri işçilerinin greve katılması eylemlere yeni bir soluk verdi.

Petrol sektörünün ekonomi için stratejik bir alan olması, hükümet ve burjuvazi üzerindeki basıncı arttırdı. Liseli gençliğin ardından üniversiteler de eyleme katıldılar. Benzinlikler ardı ardına kapanıyor, liseliler eylemler düzenliyor ve hükümet televizyonlarda “çocukların alet edildiğini, petrol sektöründe çalışanların emeklilikten çok kendi özel sorunlarını dile getirdikleri”ni ifade ediyorlardı.

Fransız devleti sinsi ve saldırgan yöntemlere başvurdu

Sınıfın ve kitlelerin mücadeleci irade ve kararlılıkları karşısında devlet sinsice en saldırgan metodlara başvurmaktan geri durmadı. Öğrencilerin eylemlerini karalamak için, sivil polisler provokasyon yaratıp olaylar çıkardı. Polis, göçmen gençleri provoke edip gündemi güvenlik sorunlarına kaydırmaya çalıştı. Bu da hükümetin elindeki en gerici silah oldu her seferinde. Rafinerilerdeki işçiler polis zoru ile sabaha karşı zorla evlerinden alınıp işyerine götürüldü, resmen grev hakkı gasbedildi, zorla işe gitmek zorunda kalan bazı grevciler ağlayarak işyerine girmek zorunda kaldı. Dünyaya demokrasi dersleri veren, uluslararası toplantılarda “kapitalizmi hümanize etmek gerek” diyen Sarkozy hükümeti anti-demokratik metodlara başvurmaktan kendisini alamadı.

Paris ve çevresinin petrol rezervi olan Grandpuits rafinerisinde 19. yüzyılı aratmayan çatışmalar yaşandı, polis saldırıları birçok kez püskürtüldü. Saldırılara rağmen işçiler eylemlerine devam ettiler.

Bu yazının yazıldığı gün, yasa senatodan geçmiş bulunuyordu. Hükümetin geri adım atması artık zor görünüyor. Fakat, Fransız gençliği bunu birkaç yıl önce başarmıştı ve gelecek günlerdeki gelişmeler durumu farklılaştırabilir. Çünkü grevler hala bazı sektörlerde ve bölgelerde devam ediyor.

Sonuç ne olursa olsun, Fransız işçi sınıfı açısından kuşkusuz büyük bir başarı elde edilmiş, bu süreç işçi sınıfının kendine olan güveni arttırmıştır. Oluşmuş güç karşısında yasanın parlamentodan geçmesini hükümet zafer olarak bile ilan edememiştir. Bu nedenle bitmemiş olan bu sürecin politik zaferi kesinlikle işçi sınıfına aittir. Bu eylem sürecinin kaderini sendika bürokrasisi değil ama taban, yani işçiler, emekçiler, işsizler, gençler belirlemiştir. İşçiler böylesine direngen bir tutum alırken, sol partiler ve sendikalara sessiz kalmıştır. İşbirlikçi sendikalar bir kez daha deşifre olmuş ve işçilerin desteğini bir kez daha yitirmiştir. Ve bir kez daha işçi sınıfının devrimci önderliğe yakıcı biçimde ihtiyaç duyduğu görülmüştür.

Hareketin bazı zayıf noktaları...

Fakat bu genel tablonun yanısıra bazı olumsuz noktalara da değinmek gerekiyor. Eylemler uzun bir süre içerisinde büyük bir kitle topladıysa bile, genel grevlere katılım yine de sınırlı kalmıştır. Ulaşım sektöründe, 2007’de parlementodan geçen, “asgari hizmet” yasasından dolayı, ekonominin can damarı olan ulaşım sektörü ülkeyi ve özellikle ekonomiyi tamamen felç edemedi. Bu şimdiye kadar 1968 ve 1995’te olmuştu. Ayrıca, son yıllarda, grev ve eylemlere en çok kamu sektörü seferber oldu, özel sektörde bu oran her seferinde daha düşüktü. Kamyon şoförlerinin eyleme katkısı çok kısa oldu ve beklenen etkiyi getiremedi.

Kitlesel işçi grevleri ve ardından gençliğin seferber olması, birçok kişiye bu grevlerin 1968 ile benzerliğini anımsattı. Fakat 68 ile bugün arasında birçok fark var. Öncelikle toplumun yapısı ve konjonktür o günden çok farklı. Birinci farklılık sendikaların eylemler içerisindeki yeri ve fonksiyonu. Son aylarda yaşanan grev sürecinde katılım 1968 gibi olmasa da (1968’de 10 milyon işçi grevdeydi) yüksek sayıda bir katılım oldu (ortalama 3 milyon). Ve bu katılım çoğu zaman sendikalardan bağımsız olarak gerçekleşti. Sendikalar grevlerin sadece çağrı bölümünü üstlendiler ve sonradan çerçeve koymakla yetindiler.

Sendikalar ile taban arasındaki mesafe, grevin süresiz ve koordineli olması önünde engel oldu. Yani aralıklı grevlere yoğun katılım sağlandı ama süresiz greve sendikalar yanaşmak istemedi. Sadece yürüyüşlerle yetinildi ve 7 eylemin  aynı şekilde geçmesi, ister istemez kitlelerde bıkkınlık yarattı. “Radikal eylem, toplumun sempatisini yok eder” gerekçesiyle sürekli gündem dışı tutuldu.

Hükümet ise bunun sonuçlarını bildiği için işi zamana bıraktı. Ardından organize bir şekilde, geri adım atmayacağını her eylemden sonra bütün televizyonlarda duyurdu. Medya ise, bu açıklamaların ardından hükümetin “kararlılığının” reklamını yaptı. Ayrıca bazı sektörlerde greve çağrı olmadığı için çok sayıda işçi eylemlerin dışında kalabildi.

İkinci olarak ise, işçilerin greve yaklaşımlarıdır. En önemli 6 eylem gününü göz önünde bulundurursak, katılımcıların küçümsenmeyecek bir bölümü grevlere bazen katılıp, bazen katılmadılar. Katılmayanların yerlerini başkaları doldurdu sürekli. Bu ise destek açısından çok iyi, ama etki açısından da dezavantaj yarattı.

Üçüncü olarak ise, Total işçilerini bir köşeye koyarsak, özel sektörün geride durmasıdır. Çünkü özel sektördeki emekçiler için grev çok zorlaştı. Kredilerle yaşayan büyük bir işçi kesimi için ücretlerinden kesintiler, altından kalkmakta zorlandıkları büyük bir yük haline geldi. Eylemleri destekleseler dahi, ekonomik kaygıları, hassas konumları ve hiyerarşik baskı yüzünden kendileri eylemlere katılmadılar. Hükümet de bunu sürekli kullandı. Çalışmaya devam edenler ile onları engelleyen grevciler diye bir yapay bölünme yaratmaya çalıştı. Grevciler birçok imtiyazı olan küçük radikal bir grup olarak sunuldu.

Henüz hiçbir şey bitmiş değil

Sonuç olarak, önümüzde bir eylem çağrısı daha var. Bilinçli ve kararlı bir kesim eylemlere devam ediyor ve toplumun desteği de büyük ölçüde arkalarında. Bu büyük bir olanak. Eğer işçi sınıfı ve emekçiler mücadele içerisinde önlerinde duran büyük engelleri aşabilecek bir inisiyatif sergilerse, Fransa burjuvazisini daha zor günler bekliyor. Aksi halde Fransız işçi sınıfı ve emekçiler yenilmiş olsalar dahi, işçi tarihindeki onurlu yerlerini korumaya devam edeceklerdir.