27 Aralık 2019
Sayı: SYKB 2019/01 (48)

Gelecek işçi sınıfının olacaktır!
AKP-saray rejimi geleceğini savaşa endeksliyor
Erdoğan’a karşı Erdoğan taktiği
Gerici hesapların sonu yok
“Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul!”
Asgari ücret vergiden muaf tutulsun!
Metal Grup TİS süreci ve görevlerimiz
Gerçek bir sınıf mücadelesinin imkanları
Atamalarda güvenlik soruşturmaları sürecek
Burjuvazi bireyciliği ve bencilliği dayatıyor
Tarihsel dönem ve devrimci parti - 1
Proleter hareketin ve halk isyanlarının yeni dönemi
Teslim Demir… Gerçek bir yaşam filozofu!
Hong Kong’daki son gelişmeler üzerine
İngiltere seçimleri ve Brexit
Trump’ın azil sürecinde rezalet diz boyu
Fransa genel grevinden gözlemler
LSG Sky Chefs’te grev yasağı
Sosyalistlerin “kadın eylemleri”ne katılımları üzerine
AKP’nin genelgesi şiddeti ve baskıyı boyutlandırıyor
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Tarihsel dönem ve devrimci parti - 1

 

Tarihsel Dönem ve Devrimci Parti metnini, son iki sayıdır yayınladığımız Tarihsel Çağ ve Yeni Tarihsel Dönem başlıklı metnin tamamlayıcısı olarak yayınlıyoruz. Geniş hacminden dolayı metni iki bölüm halinde yayınlamayı tercih ettik. İkinci bölüme gelecek sayımızda yer vereceğiz... / Kızıl Bayrak

***

(TKİP Merkez Komitesi’nin yakın dönemde gerçekleşen toplantısında Cihan yoldaşın yaptığı toplantıyı açış konuşmasının kaydıdır... Özel ya da parti güvenliğini ilgilendiren bölümlerden arındırılmış, ara başlıklar yayın vesilesiyle konulmuştur...)

Ekim, Sayı: 276, Kasım 2011

 

Tarihsel dönem

Girmekte olduğumuz, tarihsel ölçülerle alındığında aslında girmiş de bulunduğumuz tarihsel döneme bir bakışımız var. Bunu Tunus-Mısır dersleri vesilesiyle ortaya koyduk ve geride kalan otuzbeş yıllık tarihi dönem üzerinden gerekçelendirmeye çalıştık. Kuşkusuz bu bizim için yeni bir değerlendirme değil. Tunus-Mısır konulu başyazının girişine III. Kongre Bildirisi’nden alınmış bir pasaj var, burada girmekte olduğumuz tarihsel evreye ilişkin özlü bir çerçeve var. Aynı pasajın devamına ise, tarihsel döneme bakış ile politik-örgütsel görevleri ele alış arasındaki kopmaz ilişki ortaya konulmaktadır. Konunun tarihsel çerçevesi ve güncel gerekleri burada özlü bir biçimde formüle edilmiştir.

Sorun şudur: Devrimci bir partinin girilmiş bulunulan ya da yaklaşmakta olan tarihsel döneme bir bakışı olmalı, tüm politik-örgütsel çalışmasını ve hazırlığını da bunun ışığında ele almalıdır. Dünya tarihi içerisinde evreler vardır. Örneğin 20. yüzyıla bir giriş vardır; bakıyorsunuz, bir dizi alanda çelişkiler yoğunlaşıyor ve keskinleşiyor. Sistemin genelini kapsayan bunalımlar baş gösteriyor. Yerel emperyalist müdahaleler ve savaşlar yaygınlaşıyor. Militarizm tırmanıyor, emperyalistler arası hummalı bir silahlanma yarışı yaşanıyor. 1904’den itibaren II. Enternasyonal kongreleri bu sorunları, tırmanan militarizmi, silahlanma yarışını ve bir dünya savaşı tehlikesini tartışıyor.

Öte yandan tarih sahnesine devrimler de giriyor. 1905’de Rusya’da devrim var. Bunu İran’da devrimci çalkantılar izliyor, yıllarca durulmayan. 1908’de Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Meşrutiyet’e yol açan olaylar var. 1911’de Sun Yat Sen liderliğindeki Çin Devrimi var. Özetle bunalımları ve savaşları tamamlayan bir devrimci olaylar zinciri görüyoruz, aynı tarihi evrede, 20. yüzyılın ilk on yılı içinde. Bunlara bir arada baktığımızda, tarihi ölçülerle bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girildiğini görüyoruz. Olayların sonraki seyri de bunu tümüyle doğruluyor.

Ekonomik kriz

Mısır-Tunus konulu ikinci konferansımda etraflıca gerekçelendirdim; geride kalan 30-35 yıllık döneme baktığımızda, 1970’lerin ortasından itibaren bir dönemin sona ermekte olduğunu ve öte yandan da yeni bir dönemin ilk belirtilerinin ortaya çıktığını bütün açıklığıyla görebiliyoruz. Tam da bu yıllarda patlak vermiş bir genel ekonomik bunalım var, kapitalist dünya ekonomisinin tümünü pençesine alan, onu genel bir durgunluğa sürükleyen. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen uzun bir genişleme döneminin ardından, kapitalizmin hiç değilse emperyalist metropollerde birkaç on yıl için rahat bir nefes alabildiği bir dönemin ardından, 1970’lerin ortasında bir ekonomik bunalımın dünya ölçüsünde patlak verdiğini ve bunun uzun süreli bir dönem olarak bugüne kadar sarktığını görüyoruz. Şimdilerde ise bunun biriktirdiği faturanın tüm sonuçlarıyla ortaya çıktığına tanık oluyoruz. 30 yıldır kesintisiz biçimde uygulanan neo-liberal politikalara, ‘90’lı yıllarda gündeme getirilen küreselleşme saldırısı politikalarına, bu arada sınıf mücadelesindeki genel gerilemeye, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki çöküşün sağladığı çok yönlü imkanlara rağmen, birbirini tamamlayan bu bir dizi avantaja ve etkene rağmen, sistemin genel bir durgunluk halinde yaşadığı ekonomik bunalımı aşamadığını, tam tersine gelinen yerde krizin kendini çok daha ağır bir biçimde ve üstelik sistemin kalbinde derinleşerek ortaya koyduğunu görüyoruz.

Bu öyle geçici hafiflemelerle ortadan kalkacak bir kriz değil. Bunu kriz konulu değerlendirmelerimizde daha baştan bütün açıklığıyla vurguladık. III. Kongre’de konuya ilişkin olarak yaptığımız değerlendirme de bu yönde idi. Mevcut kriz inişli çıkışlı bir seyir izlese de, genel olarak alındığında, uzun yıllar boyunca aşılamayacaktır; zira otuz yıllık bir birikimin üzerinde yükseliyor. Son otuz yılın çöküntüyü erteleme politikalarının yarattığı o korkunç boyutlardaki şişkinlikler, o devasa boyutlardaki yapay köpükler ortadan kaldırılmadan, oluşan aşırı sermaye birikimi bir biçimde eritilmeden bu kriz ortadan kalkmaz. Nitekim şimdi krizin yeniden ağırlaşmakta olduğunu görüyoruz. Tüm dünyayı yeniden bir kaygı kaplamış durumda. AB ve ABD ile ilgili ciddi düzeyde karamsar öngörüler var. AB bölgesinde bir dizi ülkenin iflası gündemde.

Bütün bunlarla demek istiyorum ki, 1970’lerden itibaren dünyanın gündeminde bir ekonomik kriz var ve bu gelinen yerde ağırlaşıyor, kapitalist dünya ekonomisini bir genel çöküşle tehdit ediyor. Birinci temel nokta bu.

Hegemonya krizi

İkinci temel nokta, emperyalist dünya sistemindeki mevcut hegemonya krizidir. Bunun başlangıcı da aynı döneme uzanıyor. ‘60’ların sonu, ‘70’lerin başından itibaren emperyalistlerin kendi iç ilişkilerinde, emperyalistler arası güç dengelerinde belirgin bir değişimin ortaya çıktığını görüyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde tartışmasız bir ABD hegemonyası var. Öte yandan tüm öteki büyük emperyalist devletlerin belirgin biçimde güçten düşmesi olgusu bunu tamamlıyor. Fakat ‘70’lere varıldığında, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının kaçınılmaz sonucu olarak, hiç değilse ekonomik ve mali planda öne çıkan yeni emperyalist güç odakları görüyoruz, Avrupa’da ve Asya’da. Avrupa’da Almanya-Fransa ekseni oluşuyor ve bugün kendini AB olarak ortaya koyan yeni bir emperyalist güç odağı yaratmaya yöneliyor. Asya’da ise, ‘90’lı yıllardan itibaren güç kaybetmeye başlasa bile, ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda Japonya’nın o büyük yankılar yaratan güçlü çıkışı var.

Emperyalist dünyanın güç ilişkilerinde ortaya çıkan bu değişim Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından yeni bir evreye girdi. Emperyalist batı blokunun iç ilişkilerinde gevşemeler ve sorunlar ortaya çıktı. ABD hegemonik konumunu korumak için özel bir çaba harcıyor olsa da ilişkilerde bir çözülme baş gösterdi. Bunu Çin’in yükselişi, Rusya’nın toparlanması, bu arada bölgesel düzeyde etkin yeni bazı güç odaklarının (Asya’da Hindistan, Latin Amerika’da Brezilya gibi) ortaya çıkışı tamamladı. Bu birçok kutupluluk eğilimi ve yeni yükselen güçlerin de somut bir talebi olarak kendini gösterdi. Ve 2000’li yıllardan itibaren de artık sistem bünyesinde bir hegemonya krizi yaşandığını söyleyebiliyoruz. ABD hegemonyasında bir sarsılma, kaçınılmaz bir çözülme var ve halen bunun yolaçtığı bir başka bunalım faktörü ile yüz yüzeyiz. Bu, sistem bünyesinde kendini gösteren bir hegemonya krizidir.

Benzer bir olgu 20. yüzyıla girilirken var. İngiltere’nin çözülen hegemonyası ve karşısında yükselen yeni güçlü emperyalist rakipler gerçeği var. Atlantik’in ötesinde ABD, berisinde Almanya, yeni iki emperyalist güç odağı olarak öne çıkıyorlar. Almanya’nın bunu yeni bir emperyalist paylaşım talebine vardırdığını ve bunun da emperyalist bir dünya savaşına yolaçtığını biliyoruz.

Bugün ABD’nin karşısına açıkça çıkabilen böyle bir güç odağı henüz yok ortada. Ama ABD’nin kendini dayatan hegemonik tutumuna itiraz eden, “çok kutupluluk” iddia ve talebinde bulunan bir dizi güç var. ABD artık sistemi eskisi gibi kontrol edemiyor ve bunun karşısında belli güç odakları birikiyor. Ondan bu hegemonyayı devralacak etkin bir emperyalist odağın olmaması, mevcut krizi hafifletmiyor, tersine daha da ağırlaştırıyor. Zira hegemonyası çözülen ama açıkça karşısına da çıkılamayan emperyalist güç odağı olarak ABD, bu koşullarda çok daha pervasız davranıyor. Muazzam askeri gücünü ve öteki üstünlüklerini kullanarak mevcut konumunu muhafaza etmeye çalışıyor, bu da sistem içi krizi ağırlaştıran ek bir faktör oluyor. Irak ile ilgili tek yönlü kararın o gün için emperyalist cephenin iç ilişkilerinde yarattığı gerilimlerden bunun ne anlama geldiği çıkarılabilir.

Sosyal kriz

Öte yandan büyük bir sosyal sorunlar birikimi görüyoruz, bu üçüncü bir temel nokta. Ekonomik kriz demek, faturanın emekçilere çıkarılması, bunun da bir dizi etkili saldırıyla dünya ölçeğinde gündeme getirilmesi demektir. Bunu da son otuz yılın toplamı üzerinden bütün açıklığıyla görebiliyoruz. ‘80’lerin başından itibaren dünyada bir neo-liberal saldırı var. “Yeni sağ”ın yükselişi, neo-liberal saldırı politikaları diye tanımlanan bir evre var. Bunun toplumlarda biriktirdiği çok yönlü sorunlar, artırdığı sosyal gerilimler, keskinleştirdiği sınıfsal çelişkiler var. Sosyal sorunların ağırlaştığını, Sovyetler Birliği eksenli bloğun çökmesiyle birlikte de, bir yandan bu saldırıların küreselleşme saldırısı biçimi içerisinde yeni bir düzey kazandığını, öte yandan da yüzyıllık kazanımlara yönelik çok daha kapsamlı bir hal aldığını biliyoruz.

Bunlar tabii, sosyal sorunların birikmesi, sosyal çelişkilerin keskinleşmesi anlamına geliyor. Bu da gene bilimsel olarak bütün açıklığı ile saptanabiliyor. Dünya tarihinde hiçbir dönemde sınıflar arasındaki kutuplaşma bu kadar ağırlaşmamıştı. Sosyal kutuplaşma had safhada. Son elli yılın kıyaslamalı verileri bunu bütün açıklığı ile ortaya koyuyor. Toplumlar bünyesinde sınıflar, dünya ölçüsünde ülkeler ve bölgeler arasında büyük uçurumların oluştuğunu ve bunun önemli gerilimler yarattığını görüyoruz. Bu da üçüncü bir temel faktör.

Sınıflar mücadelesi

Bir dördüncüsü ise, sınıflar mücadelesi alanındaki gelişmelerdir. ‘70’lerin ortası Vietnam Devrimi ve sonrası, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen devrim dalgasının hızla düşüşüdür. Bunu ‘80’li yıllarda dünya ölçüsünde bir gericilik döneminin, “yeni sağ”ın yükselişi olarak tanımlanan bir kudurgan gericilik döneminin izlediğini biliyoruz. Sovyetler Birliği’nin çöküşü buna ek bir ivme kazandırdı. Dünya ölçüsünde devrim ve sosyalizm güçten düştü, sınıf mücadelesi dibe vurdu. Dünya gericiliği bunu bilinçli bir karşı saldırıyla da birleştirince büyük bir gericilik atmosferinin oluştuğunu biliyoruz.

Ama daha ‘94’den itibaren hızla bir değişimin ortaya çıktığını, Chiapas ayaklanmasıyla birlikte olayların hızlandığını, çeşitli ülkelerde halk isyanlarının, dünya ölçüsünde proleter eksenli kitle hareketlerinin hızla çoğaldığını görüyoruz. Buna ilişkin önemli değerlendirmelerimiz var, ‘90’lı yılların ikinci yarısına ait. Tunus-Mısır dersleri vesilesiyle bunlara dikkat çekmiş olduk.

Tunus ve Mısır’daki büyük halk hareketleri, Arap dünyasının ayağa kalkması, bu değerlendirmeleri şu günler üzerinden doğrulamakla kalmıyor olayların hızlandığını da gösteriyor. Tunus-Mısır Akdeniz’in güneyidir, ama biz kuzeyinde de büyük toplumsal sarsıntılar yaşandığını biliyoruz. Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de neler olduğunu biliyoruz. Yarın bir çöküş ertesinde İtalya’da neler olacağını kestirmemiz zor değil. Latin Amerika’daki durumu biliyoruz. Asya’da kendine göre kaynaşmalar var. ABD gibi bir ülkede, Wisconsin eyaletinde, haftalarca süren sosyal kaynaşmalar yaşandığını, ABD’nin bu orta batı eyaleti emekçilerinin “burası ‘orta batı’ değil Ortadoğu!” diyerek kendi mücadeleleri ile Ortadoğu’nun halk isyanları arasında bir politik paralellik ve manevi gönül bağı kurduğunu biliyoruz.

Tarihsel dönem ve politik-örgütsel sonuçlar

Biraz fazla ayrıntıya girmiş oldum ama artık toparlıyorum. Dünya tarihi açısından bunalımların, savaşların kendini belirgin bir biçimde gösterdiği bir tarihi evrenin içindeyiz. Ve sınıf mücadelesinin bu verileri de gösteriyor ki, devrimler dönemine de adım adım yaklaşmaktayız. Ortadoğu’daki son toplumsal sarsıntılar bile bize bu konuda bir fikir verebilir. Sıradan kitleler devrimden sözediyor, kamuoyu olup biteni devrim olarak niteliyor, bu bir şey anlatıyor olmalı. Bunun bir yanı manipülasyonsa, öteki yanı da sarsıntının yarattığı etkinin abartılı bir ifade edilişidir. Biz bu nitelemeyi bilimsel açıdan doğru bulmayabiliriz. Ama ortada muazzam boyutlarda kitlesel hareketlenmeler var, bunların yolaçtığı sarsıntılar var. Ve ortalama bir bilinçle, bu hareketlere katılanlar “devrim” yaptıklarını düşünebiliyor, yaptıkları işi böyle niteleyebiliyorlar. Devrimler kavramı sıradan insanın bilincinde ve dilinde kendine kolayca yer buluyor gelinen yerde, bu olağan bir söyleme dönüşüyor. Bunu da kendi sınırları içinde devrimler dönemine yaklaştığımızın bir işareti saymak gerekiyor.

Dünya tarihi sahnesi üzerinden baktığımızda, tablo genel çizgileriyle budur. ‘70’li yılların ortasından bakacağız ve bugünün gelişmelerini de bunun ışığında değerlendireceğiz. Bir döneme, yeni bir devrimler dönemine adım adım yaklaşıyoruz.

Bu buysa eğer, devrimci bir partinin bu soruna böyle bakıp bakmamasının çok büyük bir önemi var. Zira bu bakış açısının kapsamlı politik ve örgütsel sonuçları var. Eğer dünya tarihi üzerinden bakıldığında devrimler dönemine doğru bir gidiş varsa, her ciddi devrimci partinin görevi de devrime hazırlanmaktır. Tüm politik ve örgütsel çalışmasını, her alandaki hazırlığını bu gözle ele almaktır. Nitekim TKİP III. Kongresi Bildirisi’ndeki değerlendirme de dosdoğru buraya bağlanıyor.

Bu bakış açısını, bu tarihsel dönem bilincini, dünya ölçüsündeki son olayların da ışığında, partiye sağlam bir biçimde mal edebilmeliyiz. Güçlü bir devrimci misyon duygusu geliştirebilmenin, sağlam ve somut bir devrime hazırlık bilinci yaratabilmenin yolu buradan geçer. Her devrimci parti devrime hazırlanmak için vardır. Ama biz, bir de dünya tarihinin bugünkü evresinin bu özgün yanından giderek, bu meseleye çok daha somut bakabilmeliyiz. Devrimin güncelliğini göz önünde bulundurmalı, bütün sorunlarımızı bu gözle ele alabilmeliyiz.

(Devam edecek...)