15 Mart 2019
Sayı: KB 2019/11

Seçimler ve diktatörün bataklığı
Açlık grevleri eylemi ve gerici-faşist kudurganlık
Bu düzen değişmedikçe emekçiler için bir çözüm yolu yok!
Ekonomi son çeyrekte yüzde 3 küçüldü
AKP’nin seçim hileleri
297 günün sonunda Flormar…
Kayseri: Sermaye için cennet, işçi için cehennem!
Sınıftan haberler...
Direnen Kale Kayış işçileri: Kararlıyız!
Karabağlar Spor Tesisleri’nde grev sürüyor
İkinci Enternasyonal: Çürümeden çöküşe - H. Fırat
Sınıf çalışmamızın sorun alanları
8 Mart’ta on binlerce kadın sokaklara çıktı
Dünyada 8 Mart’tan yansıyanlar
Cezayir’de halk sokaklarda
Verilecek oyumuz yok, sorulacak hesabımız var!
Gen tasarımı ya da zenginler için “üstün ırk” yaratmak!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Komünist Enternasyonal’in 100. yılı...

İkinci Enternasyonal: Çürümeden çöküşe

H. Fırat

 

Komünist Enternasyonal’in 100. Yılı’nı vesile ederek burada beş bölüm halinde sunacağımız inceleme, ilk kez olarak Ekimler’in Mart 1992 tarihli 1. sayısında yayınlandı. Bu, Sovyetler Birliği’nin resmen dağılmasının hemen sonrasıdır. Türkiye solu 12 Eylül yenilgisinin sarsıntısını henüz atlatamamışken, bu kez Doğu Avrupa’yı kısa zamanda çöküşe götüren olaylar başgösterdi. Zincirleme çöküntü halinde hızla ilerleyen süreç, Aralık 1991 sonunda Sovyetler Birliği’nin resmen dağılmasıyla noktalanmış oldu.

Daha olaylar bu sona varmamışken bile dünyada ve Türkiye’de “sosyalizmin sorunları” üzerine yoğun tartışmalar vardı. Gorbaçov açılımlarıyla birlikte yeni bir ivme kazanan ve büyük ölçüde liberal bir zemine oturan bu tartışmalar, çöküntünün ardından tümden yozlaşarak sonunda yaygın bir inkarcılıkla noktalandı. Devrimde ısrar edenler, ki tüm dünyada küçük azınlıklarla temsil ediliyorlardı, doğal olarak bu inkarcılığa direndiler. Fakat bunun da yaygın biçimi, olup bitenleri anlamak doğrultusunda anlamlı bir çaba göstermeden, tarihsel geçmişi olduğu gibi savunmaktan ibaret kaldı. Türkiye solunun her şeye rağmen devrimde ısrar eden kesimleri için bu tutum 12 Eylül yenilgisine yaklaşımın bir tekrarıydı.

Bir akım olarak günün siyasal mücadele sahnesinde henüz çok yeni olan biz komünistler farklı bir çizgide hareket ettik. 12 Eylül yenilgisini anlamak ve aşmak doğrultusundaki yöntemsel tutumumuzu, bu kez dünya komünist hareketinin ve 20. yüzyıl sosyalizminin tarihine uyguladık. Söz konusu olan kendi öz tarihimizdi ve zaman içinde uğradığımız yenilgi de gözler önündeydi. Devrimci tarihsel mirasımızı her türden saldırıya karşı kararlılıkla savunmalı, fakat öte yandan zaman içinde uğradığımız trajik yenilgileri hazırlayan nedenleri anlamalı ve dolayısıyla geleceğe yönelik olarak aşmalıydık. Bu çaba içerisinde yanlış, hatalı ya da kusurlu olan her şeyi, hiçbir tabu ya da dokunulmazlık tanımadan, aynı kararlılıkla eleştirmeli, gerekli her durumda açıklıkla mahkum etmeliydik.

90’lı yılların başında Ekimler’de yayınlanan nispeten geniş üç temel inceleme bu ortak bakışa ve amaca dayalıdır. Bunlardan ilki, Komintern Üzerine Değerlendirmeler, ikincisi aynı sayıda yayınlanan Sosyalizmin Tarihsel Sorunlarına Giriş ve üçüncüsü, Ekimler’in 2. sayısında yayınlanan Tek Ülkede Sosyalizm’dir. Bunların üçü de yazık ki tamamlanmamış incelemelerdir. Ama bugünden baktığımızda bile her birinin kendi konusuna ilişkin temel sonuçları içerdiğini de güvenle söyleyebilecek durumdayız. Nitekim aynı güvenden dolayıdır ki bu sonuçlara TKİP Programı’nın teorik bölümünde yer verilmiştir (Sosyalizm Deneyimi başlıklı 4. alt bölüm).

Tuttuğumuz yol tutulabilecek yolların en zoruydu. O günlerde, bu denli zorlu bir çaba içerisinde yolumuzu nerede şaşıracağımızı ve nerelere sapacağımızı merak edip bizim payımıza kaygılananlar bile vardı. Ama yirmi yedi yılın ardından bugün durduğumuz yer, bu zorlu sınavdan yüz akıyla çıktığımızın da en dolaysız bir göstergesidir. Daha da önemlisi, biz bugünkü yerimizi tam da tarihsel geçmişe devrimci eleştirel bakışımıza borçluyuz. Yenilgi sonrasının iç ayrışmaları esnasında, geçmişi anlamak ve aşmak çabası gösteremeyenler kaçınılmaz olarak o geçmişin bile gerisine düşerler demiştik. Yazık ki zaman bu düşüncemizi de tam olarak doğrulamış bulunmaktadır.

Komintern Üzerine Değerlendirmeler’i burada beş bölüm halinde yeniden yayınlıyoruz. Komünist Enternasyonal’in 100. Yılı, bu metni yeni bir gözle incelemenin son derece anlamlı bir vesilesidir. Yirmi yedi yılın ardından bugün konumuz hakkında elbette çok daha geniş bir bakış açısına ve birikime sahibiz. Ve doğal olarak zamanında eksik bırakılanı tamamlamakla da yükümlüyüz. Metnin burada okurun incelemesine bu yeniden sunuluşu, buna bir ön hazırlık sayılmalıdır. Nitekim hemen ardından Alman Devrimi üzerine sunacağımız değerlendirmelerin bu doğrultudaki ilk çabalara verimli bir vesile oluşturacağı inancındayız.

Metnin yayınlanışındaki bölümleme, orijinal metnin kendisine aittir. Başlıklar olduğu gibi korunmuştur. Çok nadiren başvurulan önemsiz bazı ifade düzeltmeleri dışında metinde herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Hele de anlam değişikliğine yol açabilecek bir tek kelimeye bile dokunulmamıştır.

***

İkinci Enternasyonal birinci emperyalist dünya savaşının resmen ilanının daha ilk günlerinde ideolojik ve örgütsel bakımdan çöktü. Üçüncü Enternasyonal savaşın resmen bitişinden (11 Kasım 1918) yaklaşık dört ay sonra (2-6 Mart 1919) resmi kuruluşunu ilan etti. İkinci Enternasyonal’in çöküşü ile Üçüncü Enternasyonal’in doğuşunu birbirinden zaman olarak dört yıllık (1914-1918) emperyalist dünya savaşı ayırır. Fakat gerçekte, uluslararası işçi hareketinin iki ayrı tarihsel gelişme dönemine damgasını vuran bu iki ayrı enternasyonali birbirinden, savaşla geçen dört yıllık çalkantılı zaman dilimi değil, tamı tamına iki temel tarihsel çağ ayırır. Birinci emperyalist dünya savaşı dünya kapitalizminin genel bunalım çağını başlattı. Bu, kapitalizmin az çok barışçıl yaşanan bir gelişme çağından sistemin genel bunalımının bir ifadesi olan dünya savaşları ve toplumsal devrimler çağına bir geçişti. İkinci Enternasyonal’den Üçüncü Enternasyonal’e geçiş, tarihsel temelini ve anlamını tam da bu çağ değişiminde bulur.

Paris Komünü Batı’da burjuva devrimleri çağının bitişini işaretler. Fakat tarihsel olarak ele alındığında, Paris işçilerinin bu kısa ömürlü iktidar girişiminin bir erken doğum olduğu, henüz proleter devrimler çağının başlangıcı anlamına gelmediği de görülür. Arada serbest rekabetçi aşamadan tekelci aşamaya geçişte ifadesini bulan ve kapitalizmi bir dünya ekonomik sistemi haline getiren nispeten barışçıl bir gelişme dönemi uzanır.

Paris Komünü’nü hemen izleyen yıllarda kapitalizmin tekelci gelişmesinin ilk belirtileri ortaya çıktı ve yeni yüzyıla geçişle birlikte, tekelci kapitalizm egemen hale geldi. İçteki bu sürece, yaklaşık aynı yıllarda (Lenin 1876 yılına işaret eder) başlayan ve 19. yüzyılın bütün bir son çeyreği ile 20. yüzyılın savaş öncesi yıllarını kapsayan sömürge yağması süreci, dünyanın büyük emperyalist devletlerce ekonomik ve politik yönden “barışçıl” paylaşımı eşlik etti.

Paris Komünü’nden birinci emperyalist paylaşım savaşına uzanan kapitalizmin bu görece barışçı gelişme dönemi, aynı yılların hızla büyüyen uluslararası işçi hareketine kendi özelliklerini vermemezlik edemezdi. Gerçekten de bu dönem, daha çok Avrupa ve Kuzey Amerika’dan oluşan uluslararası işçi hareketi için, devrimin yeni ağırlık merkezini oluşturan Çarlık Rusyası dışında tutulursa, sakin ve barışçıl bir gelişme dönemi oldu. Tek tek ülkelerde yasal bir çerçevede, buna uygun araç ve yöntemlerle çalışan sosyalist partiler, işçi sınıfının eğitim ve örgütlenmesiyle uğraşıyor, kısmi çıkarlar uğruna barışçıl mücadeleler yürütüyor, bunu toplumsal devrime uzun vadeli bir “hazırlık” çalışması olarak görüyorlardı. Toplumsal devrimi elbette uzun vadeli bir hedef olarak kabul ediyorlardı. Fakat bunu belirsiz, hiç gelmeyecekmiş gibi görünen bilinmez bir geleceğin sorunu olarak algıladıkları ölçüde, kendilerini buna ilişkin herhangi bir dolaysız yükümlülük altında da hissetmiyorlardı.

1889’da kurulan İkinci Enternasyonal, ulusal bir çerçevede parlamenter, sendikal ve öteki yasal araçlarla işçi hareketinin gelişimini sağlayan bu partilerin gevşek bir uluslararası örgütsel birliğini temsil ediyordu. Kendi içinde temel sorunlara ilişkin bir ideolojik birlik ve netlikten yoksundu. Ortodoks marksistlerle revizyonistler bir aradaydı. Bu durum ara sıra hararetli tartışmalara yol açsa da gerçekte pek bir sorun oluşturmuyordu. Düzenli aralıklarla toplanan kongrelerde, önemsiz konularda kararlar nispeten kolay alınıyor, diğer bazı konular uzlaşma ürünü muğlak ve her tarafa çekilebilir metinlerle hallediliyor, temel ve can alıcı sorunların ise ustalıkla üstü örtülüyordu. Gevşek bir uluslararası birlik olarak Enternasyonal’in aldığı kararların tek tek ulusal partiler üzerinde fazlaca bir yaptırım gücü de yoktu zaten. Kısaca, bir bütün olarak alındığında, İkinci Enternasyonal, kapitalizmin bu özel evresinin (bu evrenin kendi has özellikleriyle belirlenen) özel bir ürünü, işçi hareketinin sakin ve barışçı gelişme döneminin ifadesi ve temsilcisiydi.

20. yüzyıla dönüş, kapitalizmin bu özel gelişme evresinin de sonunu işaretliyordu. Kapitalizm artık tekelci emperyalist bir aşamaya ulaşmış, bir dünya sistemi haline gelmişti. Bir dünya sistemi olarak kendi bünyesinde taşıdığı evrensel çelişkiler olgunlaşmakta ve onu bir genel bunalıma hazırlamaktaydı. Kapitalist metropollerde olgunlaşan emek-sermaye çelişkisi; zorla köleleştirilmiş ve kapitalist üretim ilişkilerinin ihracına sahne olmuş sömürgelerde ulusal uyanış ve kurtuluş mücadeleleri; ve nihayet, dünyada ele geçirmedikleri toprak parçası bırakmadıkları için, egemenlik alanlarını ancak bir yeniden paylaşımla genişletebilecek olan büyük emperyalist devletler arasındaki kıyasıya rekabet ve hummalı bir silahlanma faaliyeti- tüm bunlar bir arada, kapitalizmin artık çalkantılı bir döneme girmiş bulunduğunu gösteriyordu. Bu yeni bir çağa, emperyalist savaşlar, toplumsal devrimler ve milli kurtuluş devrimleri ile karakterize olacak emperyalizm çağına geçişti.

İkinci Enternasyonal’in en yetkin otoriteleri, bu yeni çağın ortaya çıkardığı yeni sorunları kuramsal planda teşhis etmekte doğrusu pek bir güçlük çekmediler. Karl Kautsky, İkinci Enternasyonal’in bu en etkili teorisyeni, daha 1909 yılında, barışçıl gelişme döneminin artık kesin bir biçimde son bulduğunu, kapitalizmin bir savaşlar ve devrimler dönemine girmekte, “yeni bir devrimler çağı”nın yaklaşmakta olduğunu ilan etmişti. “Bir dünya savaşı(nın) tehdit edici ölçüde yakına gelmiş” bulunduğunu da saptayan Kautsky, bunun ise, savaş sırasında ya da sonrasında, fakat kesinlikle “devrim anlamına geldiğini” vurguluyordu. Batı’da savaşla bağlantılı bir devrim olasılığına değinmekle yetinmeyen Kautsky, “Asya ve Afrika’da her yerde başkaldırı ruhu”nun yayıldığını, bunun devrimlere yol açacağını ve “yabancı boyunduruğunun yıkılması”yla sonuçlanacağını da ifade ediyordu.1

Kautsky’nin İktidar Yolu adını taşıyan ve emperyalist savaş, toplumsal devrim ve sömürgelerde ulusal kurtuluş sorunlarına değinen bu kitabını, Lenin, Kautsky’nin ihanetini incelediği bir yazıda “çağımızın hedeflerini en tam biçimde ortaya koyan bu broşür” şeklinde olumlarken, görünüşe göre pek haksız da sayılmazdı.2

En yetkili organlar olarak II. Enternasyonal Kongreleri ise, yeni çağa geçişin gündeme getirdiği sorunları daha da erken tarihlerden itibaren tartışmaya başlamışlardı. Sürekli güçlenen militarizm ve buna bağlı olarak emperyalist bir savaş tehlikesi, bunların başında geliyordu. Bu iki sorun savaş öncesi bir dizi kongrenin değişmez gündem maddeleriydi. 1907’de toplanan Stuttgart Kongresi, bu sorunlara ilişkin karar metninde, “militarizme karşı kavganın bütün olarak sosyalist sınıf savaşından ayrılamayacağını yeniden” bildiriyor, emperyalist savaşların “kapitalizmin doğasından” kaynaklandığını, emperyalist devletlerin “dünya pazarındaki rekabetlerinin ürünü” olduğunu ifade ediyordu. Aynı karar metninde, Enternasyonal içindeki devrimci unsurların (Lenin, Rosa Luxemburg vb.) özel ısrarları sonucu olsa bile, üye partiler payına, tüm çabalara rağmen önlenememesi durumunda, patlak verecek savaşın yol açtığı şiddetli ekonomik ve politik krizden, halkı ayağa kaldırmak için yararlanmaya çalışmak ve kapitalist sınıf egemenliğinin kaldırılmasını hızlandırmak görevleri saptanıyordu.3

Bununla birlikte, belli belirtileri daha o zamandan var olsa bile, 1907’de bir emperyalist savaş tehlikesi henüz çok yakın bir olay olarak düşünülmüyordu. Bu nedenle tespit edilen tehdidin ve işaret edilen görevlerin, Enternasyonale bağlı partiler için, hiç değilse bunların büyük çoğunluğu için, gerçekte pek bir pratik anlamı ve sonucu yoktu. Enternasyonal’in en güçlü ve “model” partisi SPD ile ünlü lideri Bebel, konunun Stuttgart Kongresi gündemine alınmasına bile karşı çıkmışlardı.4

Oysa Balkan bunalımı ve savaşının bu tehlikeyi adamakıllı somutlaştırıp yakınlaştırdığı yıllarda işin ciddiyeti daha iyi hissedilmeye başlandı. İkinci Enternasyonal çöküşünden önceki son kongresini savaştan yaklaşık bir buçuk yıl önce İsviçre’nin Basel kentinde topladı (Kasım 1912). Kongre artık kapıya dayanmış bulunan savaş tehlikesini yeniden tartıştı. Yayınladığı bildiri, kongrenin savaş tehlikesini artık iyiden iyiye algıladığına, savaşın kökenleri ve karakteri kadar başlatılmasına vesile olacak bölgesel sorunlara da oldukça isabetli biçimde tespit ettiğine tanıklık eder. Bildiri, Stuttgart (1907) ve Kopenhag (1910) kongrelerinin savaşa ilişkin kararlarını yeniden hatırlatır ve onaylar. Savaşı önlemek, önlenememesi durumunda ise, yaratacağı ekonomik ve siyasal bunalımdan “en geniş halk tabakalarını ayaklandırmak ve kapitalist egemenliğin düşüşünü hızlandırmak için” yararlanmak devrimci görevinin altı yeniden çizilir. Bildiri, Kongre adına, bütün Enternasyonalin bu konudaki “mutlak oybirliğini sevinçle kaydeder.” 1870 Fransız-Alman, 1904 Rus-Japon savaşlarını ve onları sırasıyla izleyen Paris Komünü ve 1905 Devrimi’ni hatırlatarak, yönetici sınıfları ve hükümetleri, “bir dünya savaşının devamı olabilecek bir proletarya devrimi” konusunda uyarır.5

İşte bu enternasyonal, kuramcıları bir devrimler çağını önceden görüp ilan eden, kongreleri yeni bir tarihsel dönemi başlatacak olayı, emperyalist dünya savaşını, onun anlamını ve sonuçlarını, oldukça doğru bir biçimde saptayan o görkemli İkinci Enternasyonal, önden haber verdiği savaşın ilan edildiği günlerde, bir anda ve bütünüyle iflas etti ve çöktü. İkinci Enternasyonal’in en güçlü ve saygın üyesi olan Alman Sosyal-Demokrat Partisi (SPD) parlamento grubunun 4 Ağustos 1914 günü Reichstag’da savaş kredileri lehinde oy vermesi, tarihsel olarak bu çöküşü ve iflası sembolize eder.

Rosa Luxemburg tepkisini Alman sosyal-demokrasisini artık “kokmuş bir ceset”ten ibaret olduğunu söyleyerek ortaya koymuştu. Fakat 4 Ağustos’u izleyen günlerde, ezici bir çoğunluğu ile aslında bizzat İkinci Enternasyonal’in kokmuş bir ceset olduğu anlaşılacaktı. Emperyalist savaş bunun açığa çıkışına yalnızca bir vesile olmuştu. Bugünden ve tarihsel bir bakışla ele alındığında, bunda şaşırtıcı bir yan görülemez. Marksist-Leninistler, genel olarak ilerici devrim tarihçileri, 4 Ağustos 1914’te simgelenen çöküşü, İkinci Enternasyonal’in gerçek politikalarında ani bir dönüş değil, doğal bir sonuç olarak değerlendirirler. Oysa olayın yaşandığı günlerde, başta Lenin olmak üzere Enternasyonal’e uzun bir zamandır mesafeli ve eleştirel yaklaşanlar bile, ortaya çıkan gerçek karşısında şaşkınlığa, hatta şoka uğramışlardı.

Yaşadığı sarsıntıyı çabuk atlatan ve kendini büyük bir enerjiyle bu beklenmedik olayın iktisadi, siyasal, düşünsel ve tarihsel temelleriyle tahliline veren Lenin, birkaç ay sonra kaleme aldığı bir yazıda, şunları söylüyordu: “Avrupa savaşı, çok büyük bir tarihsel bunalımdır, yeni bir çağın başlangıcıdır. Her bunalım gibi savaş da, ikiyüzlülüğün peçesini yırtarak, bütün antlaşmaları reddederek, bütün kokuşmuş, soysuzlaşmış otoritelerin burnunu kırarak, kökü derinlerde olan karşıtlıkları ağırlaştırmış, yüzeye çıkarmıştır.” (“Ölü Şovenizm, Yaşayan Sosyalizm”)

Lenin bu sözleriyle, Kautsky ve bir bütün olarak İkinci Enternasyonal hakkında yaşadığı hayal kırıklığının izahını da yapmaya çalışıyordu. Emperyalist savaşta ifadesini bulan büyük tarihsel bunalım, bazı kişi ve kurumların çürümüşlüğünü örten perdeyi kaldırarak, onların gerçek çehresini bütün çıplaklığı ile açığa çıkararak, her şeye rağmen “yararlı ve ilerici” bir yön taşıdığını göstermişti. Bu tema, Lenin’in İkinci Enternasyonal’in çöküşünü konu alan yazılarında sıkça yinelenir.

Savaş bu konuda gerçekten büyük bir iş başarmış, kapitalizmin nispeten barışçıl bir gelişme döneminin ürünü örgütlü sosyalist hareketin gerçek yapısını ve niteliğini açığa çıkarmıştı. Yaşanan çürümenin gerçek boyutlarını savaş ortaya çıkarmış olsa bile, bunu önceden sezenler de yok değildi. Alman partisinin sol kanat mensupları buna örnektir. Bunlardan Parvus (Aleksander Israel Lazarevitsch Helfhand), 1905 gibi erken bir tarihte, Avrupa’daki kapitalist düzenin olgunlaştığını ve artık ilerlemenin önünde bir engel haline geldiğini belirttikten sonra, fakat diyordu; “Proletaryanın siyasal enerjisi yeterince yoğunlaşmamıştır. Sosyalist partiler karardan ve cesaretten yoksundurlar. Bu durumdan, Sosyal-Demokrat Partinin, kapitalist düzenin yaşaması suçunu yükleneceği sonucunun çıkarılabileceği düşünülebilir.” Bu sözleri aktaran Isaac Deutscher, şunları ekliyor: “Bu sözleri çağdaşları çok ileriyi gören bir kehanet saydı.”6

Fakat Alman partisinin sol kanadı için, bu tür “kehanetler”in, son derece somut gözlemlere ve tahlillere dayandığına da kuşku yoktur. Nitekim, sol kanadın liderlerinden Rosa Luxemburg, 1907 başında Clara Zetkin’e yazdığı bir mektupta, şunları söylüyordu:

... Düşüncelerimin olgunlaşmasından sonra vardım bu sonuca. Apaçık gerçek şu ki, August (Bebel) -diğerleri daha fazla- tamamen parlamentoya ve parlamentarizme bağlanmış durumda. Parlamenter eylemin sınırlarını aşan olayları her gördüklerinde ümitsizleşiveriyorlar; hayır, ümitsiz demek de yetmez, çünkü o zaman hareketi tekrar parlamenter kanallara sokmak için ellerinden geleni yaparlar ve kendi sınırlarını aşma riskini göze almaya cesaret edenleri gözü dönmüşçesine ‘halk düşmanı’ diye lanetlerler. Kitlelerin partide örgütlenmiş kesiminin parlamentarizmden yorgun düştüğü, parti taktiklerinde yeni bir çizgiyi sevinçle karşılayacakları gibi bir his var içimde. Ancak parti liderleri, hele hele oportünist editörler, milletvekilleri ve sendika liderlerinden oluşan üst tabaka karabasan gibi çökmüştür yerlerine.” 7

Rosa Luxemburg’un, bileşimini olduğu kadar sınıf mücadelesinin devrimci taktikleri karşısındaki oportünist ruh hallerini ve tutumlarını da oldukça başarıyla tanımladığı bu “üst tabaka”, İkinci Enternasyonal’deki çürümenin toplumsal temelidir. Yalnızca “model parti” SPD’ye değil, İkinci Enternasyonal’in Batı Avrupalı tüm partilerine özgüdür. Bu üst tabaka, işçi hareketinin 1871-1914 dönemini kapsayan yasal ve barışçıl gelişme dönemi ile kapitalizmin emperyalist aşamasının ortak bir özel ürünüdür.

İlki, legalitenin durgun ve rutin ortamı, çürümenin uygun siyasal zeminini ve ikincisi, sendika bürokrasisi ve işçi aristokrasisi halinde yozlaşmanın elverişli iktisadi temelini oluşturmuştur. Sakin ve barışçıl bir gelişme döneminde yasal örgütler halinde ve parlamenter yöntemlerle çalışan İkinci Enternasyonal partileri, bu süreç içinde, burjuva yasallığı ve parlamentarizm zemininde bozulup yozlaşmış, devrimci ruh, cesaret ve girişkenlikten uzaklaşmış, sınıf mücadelesinin devrimci araç ve yöntemlerine yabancılaşmış bir parti bürokrasisi ürettiler.

İkincisi, emperyalizmin dünya ölçüsünde elde ettiği aşırı karlar ise, işçi sınıfının dar bir kesimi içinde yaratılmış bir işçi aristokrasisinin ekonomik temelini oluşturdu. Bu iki katman, küçük-burjuva parti bürokrasisi ile işçi aristokrasisi, dış görünümüyle işçi hareketinin siyasal ve örgütsel gelişmesini ve olgunlaşmasını temsil eden İkinci Enternasyonal’in (onun mensubu tek tek partilerin) asıl omurgası ve ruhuydu. Onun içten içe çürümesinin de toplumsal dayanağı oldular. Emperyalist asalaklık ve çürümenin sosyalist ve işçi sınıfı hareketi içindeki yansımasıydı bu.

İkinci Enternasyonal’deki çürümenin gerçek kapsamını zamanında göremeyen Lenin, savaş bu gerçekliği açığa çıkardığı andan itibaren, onun tarihsel, iktisadi ve düşünsel temellerini en kapsamlı ve başarılı tahlil edip açıklığa kavuşturan kişi oldu. Lenin’in emperyalizm teorisi ile İkinci Enternasyonal’deki çürümeye ilişkin tahlili arasında kopmaz bir bağ vardır. Nitekim Emperyalizm kitabının Fransızca ve Almanca baskılarına yazdığı 6 Temmuz 1920 tarihli Önsöz’de, bu bağı net bir biçimde ortaya koyar. İşçi hareketinin bütününde görünen (ve İkinci ve Üçüncü Enternasyonaller şahsında somutlaşan) bölünmeye işaret ederek, “öyleyse bu tarihsel ve evrensel olayın ekonomik temeli nedir?” diye sorar ve yanıtlar: “Bu kökler, kuşkusuz, kapitalizmin en yüksek tarihsel aşamasını, yani emperyalizmi karakterize eden asalaklık ve çürümededir.” Emperyalizm bu sayede elde ettiği muazzam aşırı kârlarla işçi sınıfının küçük bir azınlığını bozmuş ve bürokratlaştırmıştır. “Yaşam tarzlarıyla, dünya görüşleriyle tamamen küçük-burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da ‘işçi aristokrasisi’, İkinci Enternasyonal’in başlıca desteği olmuştur.”

Bu tabakanın oluşumu, buna paralel olarak İkinci Enternasyonal’in içten içe çürümesi, gerçekte onun 1889-1914 arası bütün bir tarihsel dönemini kapsar. Buna rağmen bu gerçeğin ancak savaş bunalımıyla açığa çıkması, tarihsel bir bakışla ele alındığında şaşırtıcı değildir. Bir kez daha bunun açıklaması, söz konusu dönemin kendi özelliklerinde saklıdır. İkinci Enternasyonal 1889’da Marksizmin devrimci teorisi ve ilkelerini temel alarak kuruldu. Marksizm’in Avrupa’nın sosyalist işçi partilerine bu genel egemenliği, kuşkusuz Avrupa işçi hareketindeki tarihsel olgunlaşmanın göstergesiydi. Bu partilerin toplumsal devrime barışçıl bir hazırlık dönemini yaşamaları bütünüyle objektif koşulların bir gereği idi. Ne var ki, bu görece durgun yasal dönem ile kapitalist emperyalizmin ekonomik koşulları, işçi hareketi üzerinde bozucu etkilerini günbegün biriktirmekteydiler. Aslında bunun ilk ideolojik dışavurumu oldukça erken bir tarihte, daha 19. yüzyılın bitimine yakın, Bernstein şahsında temsil edilen revizyonizmle açığa çıktı. Bernstein, Marksizm’in devrimci teorisini açıkça yadsıyor, sınıf mücadelesi, toplumsal devrim, proletarya diktatörlüğü üzerine devrimci görüş ve ilkeleri açıkça reddediyordu.

Henüz kuvvetli bir marksist geleneğe sahip bulunan İkinci Enternasyonal, bu revizyonist akıma tepki gösterdi ve revizyonistler azınlıkta kaldılar. Fakat toplumsal devrimi açıkça reddeden bu reformist akımın buna rağmen yine de İkinci Enternasyonal bünyesinde kalmaya devam etmesi ve üye partilerin bir kanadını oluşturması, Enternasyonalin sonraki akıbetini anlamak bakımından dikkate değer bir olgudur.

İlk aşamada toplumsal devrimi ve genel olarak devrimci sınıf mücadelesini açıkça reddederek kendini gösteren reformist kanat, 1907 Stuttgart Kongresi’nde, bu kez sözümona “sosyalist bir sömürge siyaseti” ile ortaya çıktı. Çoğunluğunu oluşturdukları Kongre Komisyonu’nun hazırladığı ve sömürgeci emperyalist siyaseti aklayan karar tasarısı, 108’e karşı 128 oyla zar zor reddedilebildi. Başta Kautsky, İkinci Enternasyonal’in resmi temsilcileri bu karar tasarısını teşhir ettiler. Fakat bu olay, hem Enternasyonal bünyesinde revizyonizmin kazandığı güç ve cüreti hem de, kendi burjuvazisinin emperyalist siyasetiyle bağdaşabilen böyle güçlü bir kanadı içermek ve kabul etmekle, İkinci Enternasyonal’in içinde bulunduğu gerçek durumu gösterdi. Aynı kongrede, emperyalist savaşa karşı izlenecek devrimci taktiklerin açık formülasyonuna ilişkin olarak Lenin-Luxemburg grubunun değişiklik önergesine Alman sosyal-demokratlarının lideri Bebel’in karşı çıkışı, bir başka dikkate değer olgudur.

Temel ilkesel sorunlara ilişkin bu örnekler, İkinci Enternasyonal’deki çürümenin erken tarihlerde başgösterdiğinin açık işaretidir. Eğer buna rağmen, İkinci Enternasyonal’in resmi teorik çizgisine yine de Marksizm egemen kalabilmişse, bunun sırrı, Marksizm’in devrimci ilkelerine gerçek sadakati açığa çıkaracak ve sınayacak çalkantılı bir dönemin henüz gelip çatmamış olmasıdır. Devrimci sınıf çatışması, burjuva sınıf egemenliğine dolaysız saldırı, bizzat toplumsal devrimin kendisi, henüz belirsiz bir geleceğin sorunu olarak kaldığı sürece, tüm bunları teoride kabul etmenin, fakat pratikte, yasal ve parlamenter bir zeminde en bayağı bir oportünizmle işleri idare etmenin, demek oluyor ki kuramsal saflıkla pratik oportünizmi bağdaştırmanın, o gün için fazla bir güçlüğü yoktu. (Enternasyonal’in baş kuramcısı Karl Kautsky’nin en büyük yeteneği, bu işi çok iyi bir biçimde başarmasındaydı.)

Uygulama gereği ya da zorunluluğu olmadığı sürece, muhtemel bir emperyalist savaşa karşı en devrimci kararları “oy birliği” ile almak (Basel Kongresi) hayli kolaydı. Aynı şekilde, buna uygun strateji ve taktiklerle, çalışma, örgütlenme ve mücadele yöntemleriyle birleştirme gereği ve zorunluluğu olmadığı sürece, alışılagelmiş araç ve yöntemler olduğu gibi korunduğu sürece, “yeni bir devrimler çağının yakınlaşmakta” olduğunu bildirmekte de fazla bir güçlük ve sakınca yoktu.

Teori ile pratik arasındaki uçurumun, oportünizmin bu en kaba biçiminin klasik örneği, İkinci Enternasyonal’dir. İkinci Enternasyonal devrimci teoriyi uzak gelecek için kabul etmiş, reformist oportünizmi ise gündelik olarak uygulamıştır. Emperyalist savaş gibi bir büyük bunalım anı, devrimci teori ile devrimci pratiğin en dolaysız ve hiç kaçamaksız olarak üst üste düştüğü nadir tarihsel anlardan biridir. İkinci Enternasyonal’in çöküşünün savaşın patlak verdiği günlerle çakışması, “model parti”nin gerçekte “kokmuş bir ceset”ten başka bir şey olmadığının tam da bu sırada açığa çıkması, bu açıdan rastlantı değildir.

Ünlü Basel Bildirisi’nde şu ifadeler yer alır:

Hükümetler iyice bilsinler ki, Avrupa’nın bugünkü durumu ve işçi sınıfının fikri eğilimi içinde, bizzat kendileri için tehlikeli olmaksızın savaş kundakçılığı yapamazlar.”

Bir dünya savaşının devamı olabilecek bir proletarya devrimi önünde yönetici sınıfların duyduğu korku, barışın esaslı bir güvencesidir.”

Bu sözler, bugünden bakıldığında ve tarihsel gerçeklerin ışığında değerlendirildiğinde, iyiden iyiye kapıya dayanmış bir felaket karşısında, İkinci Enternasyonal resmi çevrelerinin içinde bulunduğu ruh halinin gerçek niteliği konusunda açık bir fikir verir. Somut bir tehlikeyi, emperyalist savaşı, gerçekten algılayan resmi çevreler, en az onlar kadar korktukları bir devrim ihtimaliyle kapitalist düzenin yönetici çevrelerini korkutmaya ve sözümona bu yolla savaşı engellemeye çalışırlar.

İkinci Enternasyonal resmi çevreleri, bir savaşın getireceği yıkım ve felaketlerin yanı sıra, onun zorunlu kılacağı devrimci tutumlardan ve altına imza atmış bulundukları bildirinin öngördüğü görevlerden, özellikle savaşın yaratacağı krizden kapitalist sınıfın devrilmesi doğrultusunda yararlanma görevinden, aslında bizzat devrimin kendisinden korkuyorlardı. Savaşın hemen öncesindeki günlerde yaşadıkları çaresizliği ve paniği tarihçiler çarpıcı bir biçimde kaydeder.

Bu büyük ikiyüzlülüğün emperyalist savaşla açığa çıkması yalnızca güncel politik değil, daha da önemli olarak tarihsel bir anlam taşır. Birinci emperyalist savaş, emperyalizmin başlıca evrensel çelişkilerinin toplanıp düğümlendiği büyük bir tarihsel olaydı. Savaş kendisiyle birlikte toplumsal devrimler (ve Doğu’da milli kurtuluş devrimleri) dönemini başlatmıştır. Bu yeni çağ, çürümüş eski enternasyonalin sonu demekti. İkinci Enternasyonal’in savaşla başlayan bir çağ değişimi ile birlikte çöküşü tarihsel bir gerçek olduğu kadar mantıksal bir olaydır da.

Yeni bir çağ, toplumsal devrimler çağı, yeni bir enternasyonal demekti. Bu enternasyonal, yeni çağın sert ve çalkantılı koşullarında, uluslararası işçi sınıfının uluslararası burjuvaziye karşı cepheden devrimci sınıf mücadelelerinin, kapitalist düzenin yıkılması, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi ve sosyalizmin kuruluşu mücadelesinin temsilcisi, taşıyıcısı ve yöneticisi olacaktı. Daha kısa dönemli düşünüldüğünde, yeni enternasyonal, İkinci Enternasyonal’in son Basel Kongresi’nde ilan edip de günü gelip çattığında sırt çevirerek ihanet ettiği devrimci görevlerin gerçekleştiricisi olacaktı.

Lenin, bu nesnel tarihsel ihtiyacı, eski enternasyonalin fiilen çöküşünün daha ilk aylarında dikkate değer bir açıklık ve kesinlikle gördü ve ifade etti. Eski enternasyonalin açığa çıkan çürümüşlüğüne duyduğu bütün bir tiksintiye rağmen, onun, uluslararası işçi hareketinin belli bir tarihsel gelişme dönemi boyunca gerçekleştirdiği “yararlı” hizmeti sükunetle tespit ve teslim etti. Fakat onun artık öldüğünü de kesin bir biçimde ilan ederek, bir üçüncü enternasyonal çağrısıyla birlikte bu kez böyle bir enternasyonali gerekli ve zorunlu kılan tarihsel dönem ve görevlerin doğru bir tanımını yaptı. Savaştan, dolayısıyla eski enternasyonalin çöküşünden, yalnızca üç ay sonra, Kasım 1914’te. (Sosyalist Enternasyonal’in Durumu ve Görevleri)

Lenin’in Üçüncü Enternasyonal sloganı, hiç de öznel bir proje değil, fakat nesnel tarihsel bir ihtiyacın büyük bir görüş keskinliği ile önden tespit edilmesidir. Bununla birlikte, nesnel bir ihtiyacın tespit edilmesi ile onu olanaklı kılacak öznel koşulların oluşması, birbirinden farklı şeylerdir. Verdiği mücadelenin niteliği ve safhaları, Lenin’in bu ayrımın bilincinde olarak hareket ettiğini gösterir.

1889 yılında kurulan ve sosyalist işçi hareketinin yirmi beş yıllık bir dönemine tartışmasız olarak damgasını vuran İkinci Enternasyonal, Paris Komünü sonrası bütün bir sosyalist gelişme ve birikimin siyasal ve örgütsel ifadesiydi. Bu nedenle çöküşü, ona egemen olmuş oportünizmin iflasından çok daha önemli ve kapsamlı sonuçlar çıkardı ortaya. İşçi hareketinin Komünü sonrası kırk beş yıllık örgütlü sosyalist birikimi bir anda darmadağın oldu. Elbette İkinci Enternasyonal’in uzun zaman alan çalışmalarının yığınlarda sosyalist amaç ve idealler doğrultusunda yarattığı etki kolay kolay silinemezdi. Ne var ki, söz konusu olan bu etki değil, bu etki temeli üzerinde yükselen örgütlü siyasal birikimdi. Şimdi buna artık açık ya da örtülü sosyal-şoven kimliği ile oportünizm egemendi ve o bunu emperyalist amaçlar için savaşan burjuvazinin hizmetine sunmuştu. Böylece savaş, yalnızca kapitalizmin genel bunalımını değil, tam da bu aynı temel üzerinde, uzun ve başarılı bir gelişme döneminin ardından işçi hareketinin ve sosyalizmin evrensel çapta ilk büyük bunalımına da yol açtı. İkinci Enternasyonal’in çöküşü ve iflası, aynı zamanda bu bunalımın da bir ifadesiydi ve uluslararası işçi hareketinde dönülmez bir bölünme anlamına geliyordu.

Lenin, bu bunalımı ve bölünmeyi tahlil eden birçok yazısında, bunun emperyalizmin nesnel koşullarından kaynaklandığını ve İkinci Enternasyonal’in bütün bir tarihini kapsadığını sıkça vurgular. “İşçi hareketinin iki özsel eğilimi, devrimci sosyalizm ile oportünist sosyalizm arasındaki savaşım, 1889’dan 1914’e değin uzanan tüm bir dönemi kapsar.” Buna, bu bölünmenin aynı dönem içinde bazı ülkelerde örgütsel biçimler de kazanmış bulunduğunu, diğer bazı ülkelerde ise aynı parti içinde kıyasıya bir mücadele olarak sürdüğünü ekler.

Bu değerlendirmeler kuşkusuz tarihsel gerçekleri yansıtıyordu. Fakat İkinci Enternasyonal çöktüğünde ortaya çıkan asıl gerçek şuydu ki, belki de bir tek Rusya hariç, bütün büyük partilerde “oportünist sosyalizm” ezici bir egemenlik kurmuş bulunuyordu. Bu partilerin devrimci kanatları son derece küçük ve örgütsüz çevreler olarak kalakalmışlardı (örneğin Rosa Luxemburg önderliğindeki SPD sol kanadı). Kendilerine önceden örgütlü bir kimlik kazandırmış olanlar ise, kendi ülkelerinde örgütlü işçi hareketinin yalnızca son derece küçük bir kesimini temsil ediyorlardı.

Sosyal-şovenlerin de etkisiyle yığınları kapsayan milliyetçi şoven dalga, bu grupları ilk dönemler için özellikle yalnızlaştırmıştı. Savaşla birlikte gündeme gelen tümüyle yeni ağır faaliyet koşulları ise, özellikle ilk zamanlarda durumlarını iyice zora sokmuştu. Daha da önemlisi bu parti, grup ya da çevreler, genel olarak devrimci Marksizm’in tabanı üzerinde durmak ve emperyalist savaşa karşı enternasyonalist bir konumda olmakla birlikte, henüz netleşmiş bir ideolojik tutum ve programdan yoksundular. İkinci Enternasyonal’in ihanetini ve iflasını açıkça görüyor, mahkum ediyorlardı. Ama gerek ideolojik zayıflık, gerekse sosyalist birikimin hâlâ da eski geleneksel partilerin bünyesinde oluşu, tam bir örgütsel kopuşta büyük tereddütler yaratmaktaydı.

Bir eğilim olarak geçmişten kök alan devrimci sosyalist akımın birçok ülkede o günkü varlığı ne ölçüde tartışmasız bir gerçektiyse, bunun kendi içinde yeterli bir ideolojik netlikten, örgütlü bir varlıktan ve uluslararası planda yeterli bir ortak davranış birliğinden yoksunluğu da o ölçüde tartışmasızdı. Örneğin bu akımın en önemli ve her şeye rağmen birbirine en yakın iki temsilcisi Bolşevikler ve Spartakistler’di. Oysa onlar arasında bile henüz ciddi görüş ve davranış farklılıkları söz konusuydu. Alman komünistleri, kendi ülkelerinde kautskici “merkez”den, uluslararası planda ise İkinci Enternasyonal’den örgütsel bir kopuşta hâlâ zorlanıyorlardı. Bolşevikler kendi oportünistlerinden her türlü kopuşu gerçekleştireli çok olmuştu (daha savaş öncesinde!).Savaş İkinci Enternasyonal’in çürümüşlüğünü, oportünist ve sosyal-şoven kimliğini bütün açıklığı ile ortaya çıkardığı andan itibaren ise, bu kopuşun uluslararası planda da bir zorunluluk olduğunu ısrarla savunuyorlardı. Bu Üçüncü Enternasyonal için, komünist bir enternasyonal için bir çağrı ve mücadeleydi. Uluslararası devrimci marksist akımın içinde bulunduğu zayıflık, dağınıklık ve karamsarlıktan dolayı, bunun için daha yıllarca mücadele etmeleri gerekecekti. Yeni devrimler çağının proleter sınıf mücadeleleri ihtiyaçlarına yanıt verebilecek yeni tipte devrimci partilerin belli başlı ülkelerde hiç değilse ilk nüveleri ortaya çıkmadan, yeni bir enternasyonal yaratmak olanaklı değildi. Öte yandan, savaşın mayaladığı devrimci bunalımın henüz yeterince olgunlaşmamış olması da, uluslararası çaptaki bu tür bir büyük devrimci girişim için yeterli nesnel itkileri henüz olanaklı kılmıyordu. Dolayısıyla Lenin ve Bolşeviklerin “proje”lerini gerçekleştirememeleri kararsızlıklarından değil, bu nesnel gerçeklerden dolayı idi.

İkinci Enternasyonal’in büyük ihaneti gerçekleştiğinde buna en çok şaşıranlar, bu örgütün içten içe yaşadığı çürümenin gerçek kapsamını savaş bunu açığa çıkarana kadar göremeyenler arasında, Lenin önderliğindeki Bolşevikler de vardı. Buna rağmen bu ihanet ve çöküş karşısında hemen hiç bocalamayanlar da yine onlar oldular. İkinci Enternasyonal’in işinin bittiğini herkesten önce ilan edenler, “Yaşasın Üçüncü Enternasyonal!” diye ilk haykıranlar onlardı. Yeni enternasyonalin ideolojik ve taktik temellerini hazırlamada ve onu yılların mücadelesiyle nihayet örgütsel olarak da gerçekleştirmede belirleyici rolü de yine onlar oynadılar. Tüm bunlar hiç de şaşırtıcı değildir. Salt Lenin’in tartışmasız kişiliği ile de bağlantılı değildir. Zira unutmamak gerekir ki, Lenin’den bütünüyle habersiz olarak, Rusya’daki Merkez Komitesi ile Duma’daki Bolşevik Grup, savaşa karşı bocalamaksızın yurtdışındaki Lenin’e paralel düşen bir tavır almışlardı. Bolşeviklerin bu sağlam ve sarsılmaz tutumlarının gerisinde, o dönem Rusya’sının özel tarihsel konumu ve bununla sıkı sıkıya bağlı olarak da Bolşevik hareketin kendisine özgü tarihsel oluşumu yatar.

Çarlık Rusyası, Marx-Engels’in 1882 gibi erken bir tarihte işaret ettiği ve yüzyılın dönümünde ise Kautsky’nin daha kesin bir formülasyona kavuşturduğu gibi, Paris Komünü yenilgisinden sonra uluslararası devrimci eylemin ağırlık merkezinin kaymış bulunduğu ülkeydi. Batı Avrupa’da kapitalizmin ve onunla bağlantılı olarak işçi hareketinin görece barışçı bir gelişme dönemine girdikleri sırada, Çarlık Rusyası’nda devrimci çalkantılar baş göstermişti bile. 1880’li yılların başında bir ideolojik akım olarak şekillenen Rusya marksist hareketi, bir siyasal akıma dönüştüğü 1894’ten itibaren, bu devrimci çalkantılarla iç içe gelişti. Bu gelişmenin tarihi, marksist hareket içindeki devrimci akım ile oportünist akım arasında yaşanan zorlu ve uzlaşmaz bir mücadelenin de tarihidir. Lenin her zaman ve bu arada İkinci Enternasyonal’in çöküşünü konu alan yazılarında, bu mücadele ile tüm Enternasyonal içinde devrimci ve oportünist eğilimler arasında süren kesintisiz mücadelenin paralelliğini vurgular.

Bununla birlikte, Rusya’daki mücadelenin kendine özgü niteliği, onun görece barışçı değil, her zaman sert, çalkantılı, devrim ve karşı-devrim dönemlerini yaşayan bir tarihsel zemin üzerinde cereyan ediyor olmasıydı. Rusya’da temel görüşler ve taktikler başından itibaren sınıf mücadelesinin sıcak pratiği ile dolaysız bir bağlantı halinde idi. Yaşam görüşleri, taktikleri, gerçek konum ve tutumları sürekli sınamakta, devrimci olanla oportünist olanı sürekli ayırmakta ve ayrıştırmaktaydı. Uzun yıllar Kautsky’nin, aslında tüm bir İkinci Enternasyonal’in gerçek konumu olan, kuramda “Ortodoks” Marksizm ile pratikte en bayağı bir oportünizmi bağdaştırmak, Rusya’da olanaksız değildiyse bile hiç de kolay değildi. Zira Batı Avrupa’da henüz geleceğin sorunu olanlar, Rusya’da daha şimdiden güncel sorunlardı. Teori pratikle kopmaz bağlar içindeydi. Batı Avrupa’da Bernstein’ın ismiyle anılan aşırı reformist bir uç kanat dışında oportünist “cerehat”ın asıl büyük bölümü emperyalist savaşa kadar dipte gizli kalmayı başarabilmişken, Rusya’da bu “cerehat” devrim ve karşı-devrimin birbirini izleyen ilerleyişi içinde her adımda ortaya dökülüyordu. Ekonomizm (1894-1903), Menşevizm (1903-1908), tasfiyecilik (1908-1914) ve nihayet sosyal-şovenizm (1914 sonrası) tüm bunlar bu çalkantılı sürecin peş peşe sıraladığı “yan ürünler”di. Ve en başından itibaren Lenin, 1903’ten itibaren ise Lenin’in önderliğinde şekillenen Bolşevizm, bu tarihsel çizgiyi her bir safhada karşı kutbundan, devrimci sosyalizm konumundan izler.

Emperyalist savaş Batı Avrupa partilerinde o güne kadar yan yana ve iç içe var olagelmiş devrimci ve oportünist eğilimlerin kesin bir ayrışmasını artık nihayet gündeme getirdiğinde, Rusya’da bu iş çoktan bitmişti bile. 1912’den beri Bolşevikler artık resmen ve tümüyle ayrı bir parti idiler. Gerçekte ise bu daha 1903’ten beri fiilen böyleydi. Batı Avrupa’da, emperyalist savaşın başlattığı yeni tarihsel dönemin devrimci ihtiyaçlarına yanıt verecek yeni tipte devrimci partinin ortaya çıkışı henüz potansiyel bir sorunken, Rusya’da bu parti oluşup olgunlaşmıştı bile. Kısaca ileri fakat uyuşuk Avrupa’da ancak İkinci Enternasyonal’in çöküşüyle birlikte yaşanacak olanlar, geri fakat devrimci Rusya’da uzun bir süreç içinde yaşanagelmiş, savaş yalnızca bunun son safhasını oluşturmuştu. Dolayısıyla, bu devrimci gelişmenin devrimci ürünü olan Bolşeviklerin, İkinci Enternasyonal’de yaşananlara bir anlık şaşırsalar bile, bu gelişmeye karşı nasıl davranacakları konusunda hiç şaşırmamalarında kavranamaz bir yan yoktur. Aynı şekilde, uluslararası devrimci işçi hareketinin sonraki seyrinde belirleyici bir rol oynamalarına da...

(Devam edecek...)

Dip Notlar:

1- Seçilmiş Politik Yazılar, Kavram Yayınları, İstanbul, 1990, s. 87-92

2- “Ölü Şovenizm, Yaşayan Sosyalizm”, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları içinde, Sol Yayınları, Ankara, 1979, s.189-190

3- Karar metninin tümü için bkz. Peter Nettl, Rosa Luksemburg, C.1, Ataol Yayıncılık, İstanbul, 1990, s.371-373

4- Peter Nettl, a.g.e., s.369

5- Bildirinin tam metni için bkz., Lenin, Emperyalizm, Ekler bölümü, Sol Yayınları, Ankara, 1979, s.157-163

6- Isaac Deutscher, Troçki, C. I, Ağaoğlu Yayıncılık, İstanbul, 1969, s.134)

7- Nettl, a.g.e., s.351