10 Ağustos 2018
Sayı: KB 2018/31

Dikta rejiminin açmazları büyüyor
“100 Günlük Eylem Planı”: Sermayeye hizmet programı
Dolar yükseldikçe “yerli ve milli” patronlar işçileri vuruyor
Sermaye krizin faturasını emekçilere kesiyor
Akaryakıta ‘gizli’ zamlar acı faturayı kabartıyor
Sermaye devletinin unuttuğu, ABD’nin hatırlattığı efendi-uşak ilişkisi
10 Ekim Katliamı davasında karar: 9 tetikçiye ceza
Karadeniz’de hayat felç: “Nedense sel felaketiyle karşılaşıyoruz”
“Emeğin korunması” uğruna mücadelenin anlamı ve önemi
Sermaye düzeni işçilerin canını alıyor
İşçi sağlığı ve işçi güvenliği semineri
“Her şeyi tersine çevirebilecek güç işçilerin ellerinde!”
“Flormar direnişine dokunma!”
İşten atılan Aygaz işçisi: Amacım işten atmalara karşı ses olmaktı!
General Elektrik ve General Motor işgali
Şantaj aracı olarak BRICS
ABD’nin İran yaptırımları başladı
Tek adam rejiminde kadınları daha zor günler bekliyor
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Emeğin korunması” uğruna mücadelenin anlamı ve önemi

 

Kriz koşullarının derinleştiği günümüz Türkiye’sinde işçi sınıfı ve emekçilerin boyunlarındaki kölelik zincirleri her geçen gün daha da kalınlaşıyor. Zira, işten atmalarla, düşük ücretlerle, ağır çalışma koşullarıyla, vergi yükleriyle, temel ihtiyaç ürünlerine yapılan zamlarla krizin ağır faturası burjuvazi tarafından emekçilerin sırıtına yükleniyor. Bu tablo karşısında işçi sınıfının fiziki, moral ve manevi açıdan güçlü kalabilmesi sermayenin yıkım saldırılarına karşı mücadeleye girişmesi ve emeğin korunması mücadelesini büyütmesiyle mümkün olacaktır. Dahası, sınıf devrimcileri açısından bu mücadele zemini işçi sınıfına krizin gerisinde yer alan kapitalist sömürü düzenini tüm çıplaklığı ile gösterme, sermaye düzenini tüm kurum ve yapısıyla anlatma olanaklarını çoğaltacaktır.

Tam da bu bakış üzerinden, TKİP Programı’nın ‘emeğin korunması’ bölümüne dair tartışmaları içeren Kuruluş Kongresi tutanaklarını okurlarımıza sunuyoruz. - Kızıl Bayrak

(Bu metin, TKİP Kuruluş Kongresi’nin “Parti programında ‘emeğin korunması’ sorunu” başlıklı tartışmalarının sunuş bölümüdür...)

Emeğin korunması mücadelesinin anlamı ve amacı

Kapitalizm işçi sınıfı için yalnızca acımasız bir baskı rejimi değil, yanı sıra yoğun bir iktisadi sömürü ve manevi yıkım düzenidir. Emeğin korunması; sömürüyü sınırlama, işçinin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme anlamına gelmektedir. Amaç; işçi sınıfını fiziksel ve zihinsel çürümeden ve yozlaşmadan korumak, yanı sıra, bu mücadele içinde devrimci sınıf bilincine kavuşmasını kolaylaştırmak ve iktidar uğruna verdiği mücadelede güç biriktirmesini sağlamaktır.

Fiziksel yozlaşma; çok çalışıp çok yorulan, iyi beslenemeyen, kötü koşullarda barınan, sağlık sorunları yaşayan, sağlık bakımı imkanlarından yoksun olan işçi sınıfı kuşaklarının güçten düşmesi, zayıflaması, tükenmesi anlamına gelir. Bunu biz bedensel yozlaşma olarak da anlayabiliriz. Çok çalışmak, çok yorulmak, kötü çalışma koşulları içinde bulunmak, iyi beslenememek ve tüm bu yoksunlukların yarattığı yıpranmışlığı sınıfın yeni kuşaklarına aktarmak, sınıfı fiziki çürümeyle yüz yüze bırakır. Emeğin korunması için mücadele, bunu kapitalizm koşullarında mümkün olduğunca sınırlamak amacı taşır.

İkincisi, ağır çalışma ve yaşam koşulları, işçi sınıfını aynı zamanda zihinsel bir çürümeye, dejenerasyona da iter. Eğitilememek, sosyal-kültürel yaşama katılamamak, kültürel hizmetlerden yararlanamamak, uzun ve ağır çalışma koşullarından dolayı okuyamamak, düşünememek, tartışamamak, sosyal etkinliklerin ve yaşamın dışında kalmak - tüm bunlar, işçi sınıfının zihinsel gelişmesini etkiler, onu kültürel ve moral bir yıkıma sürükler.

Ve aynı nedenle, işçi sınıfının siyasal gelişmesini de etkiler. Sanıldığı gibi, ağır baskı ve yoğun sömürü koşulları, hiç de kendi başına işçi sınıfının kolayca bilinçlenmesine ve mücadeleye yönelmesine yol açmaz. Bu, aynı zamanda, işçi sınıfını, işçi sınıfı kuşaklarını kültürel-manevi dejenerasyona da götürür. Emeğin korunması mücadelesinden amaç aynı zamanda bu zihinsel yozlaşmanın da önünü almaktır. Kapitalizm koşullarında mümkün olduğu ölçüde bunu başarabilmektir. Ve bunda başarı sağlanabildiği ölçüde, bu, işçi sınıfı kitlelerinin siyasal bilinçlenmesini ve sınıf hareketinin gelişimini de kolaylaştırır. Bugünün Türkiye’sine bakın, 12 Eylül rejiminin yarattığı emekçi insan yığınlarına bakın; baskı, ağır çalışma ve sömürü koşullarının işçi sınıfını fiziki çürüme ve bozulmanın ötesinde, nasıl bir zihinsel ve kültürel çöküşe ittiğini görürsünüz.

Sosyalizm, çalışan insanın özgürlüğe ve sosyal kurtuluşa kavuşturulması demektir. Biz çalışan, çalışmasıyla yaşamı var eden sınıf için mücadele ediyoruz, bu sınıfın devrimcileriyiz. Bu sınıf kapitalistler için bir üretim nesnesidir, canlı bir alettir. Kapitalist onu kullanabildiği ölçüde kullanır ve kullanımdan düştüğü andan itibaren de kapı dışarı eder. Emeğin korunmasında kapitalistlerin bu açıdan herhangi bir çıkarları yoktur. Eğer kapitalistler çok ciddi bir işgücü sıkıntısı içerisinde olsalardı, bu durumda belki emeğin korunmasına bir parça bir önem verebilirlerdi, bu zorunluluğu duyabilirlerdi. Nitekim tarihte belli evrelerde, belli ülke yönetimleri bu açıdan belli tedbirler almak ihtiyacı duyabilmişlerdir. İnsan kuşaklarının dejenerasyonu, fiziki çürüme, Fransa örneğinde olduğu gibi, hükümetleri belli tedbirler almak zorunda bırakabilmiştir.

Ama çağdaş tekniğin gelişme düzeyi, sürekli büyüyen yedek sanayi ordusu, sermayeyi böyle bir kaygıdan alıkoyuyor. Kapsamlı işgücü arzı içerisinde işine en uygun olanları almak, çalıştırmak, tüketmek, ardından kapı dışarı etmek ve üretime yenileriyle devam etmek planında sermaye rahat bir hareket alanına sahiptir. Bundan dolayı da burjuvazi emeğin korunmasına, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarının düzeltilmesine karşı tamamen ilgisizdir. Tersine, o durumu daha da ağırlaştırmaya bakar. Zira bu onun aşırı kâr hırsıyla çok bağlantılı bir alandır. Bu doğrudan sömürü süreciyle, sömürünün yoğunlaştırılmasıyla ilgili bir sorundur. İşçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek demek, işçi sınıfının yarattığı artı-değerden işçilerin alacağı payı çoğaltmak demektir. O ölçüde de kapitalistin kârını azaltmak demektir. Dolayısıyla, bu uğurda savaş, doğrudan üretim süreci içerisinde ve yaratılan değerlerin paylaşımına ilişkin bir savaştır.

Kapitalizm koşullarında iktisadi güç, bununla bağlantılı olarak siyasal güç sermayenin elinde olduğu sürece, gerçek anlamda emeğin korunması olanaksızdır. Kuşkusuz bunu emeğin tam korunması anlamında söylüyorum. Ama bunu mümkün sınırlar içerisinde yapabilmek, bu alanda kısmi başarılar elde etmek mümkündür. Hem mümkün olana ulaşabilmek için, hem de mümkün olana ulaşma mücadelesi içerisinde işçi sınıfını sistemin kendisine karşı eğitmek ve bilinçlendirmek için, bu mücadeleyi yürütmek gereklidir.

Şuraya gelmek istiyorum. Bu mücadele, bizim için öyle basitçe, işçileri kolayından cezbetmeye uygun bir araç sorunu değildir. Sınıf devrimcileri olarak biz işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına ilgisiz kalamayız. Bu kendi sınıfımızın bedensel ve zihinsel sağlığı sorunudur bizim için. Dolayısıyla, işçi sınıfını mücadeleye kazanmak, eğitmek, bilinçlendirmek için basit bir istismar konusu değil emeğin korunması sorunu bizim için. Burada insani kaygılarımız da var deyim uygunsa. Kapitalizm egemen olduğu sürece çalışan insan yığınlarının yaşam koşullarındaki kısmi iyileştirmeler bizim için aynı zamanda bu sınıfa karşı, bu sınıfın bir parçası olmanın getirdiği insani ve sınıfsal bir kaygı konusudur. Ama biz bu mücadeleler içerisinde işçi sınıfını devrime ve iktidara hazırlamaya çalışırız. Biz ücretli köleliği sınırlamaya değil, temelden yıkmaya bakarız. Emeğin korunması mücadelesini de böyle bir perspektifle yürütürüz. Dolayısıyla işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme doğrultusunda sağladığımız her başarı, aynı zamanda işçi sınıfını burjuva egemenlik ilişkilerine karşı, kapitalist sistemin kendisine karşı mücadeleye kazanmanın da bir basamağı ve olanağıdır bizim içn.

Genelde meselenin anlamı ve kapsamı bu. Sınıf çalışması bahsinde gündeme getirdim buna ilişkin tartışmayı. Bunu anlamlı ve işlevli buluyorum. Zira bu mücadele bize çok geniş ve verimli bir günlük mücadele alanı sunmaktadır. Günlük mücadelemizin bir temel alanı da budur; emeğin korunmasına ilişkin istemler uğruna mücadeledir.

Bundan ibaret değil kuşkusuz. Toplumsal istemler gibi daha genel bir alan var, ki bu öteki çalışan emekçi katmanları da kesiyor. Demokratik-siyasal haklar denilen bir alan var, tüm emekçileri ve ezilenleri bir arada kesiyor. Ve nihayet, emeğin korunması kapsamına giren ve daha çok da iktisadi mücadele alanı diyeceğimiz böyle bir alan var. Bu üç alan bir arada, günlük mücadelemizin genel güncel hareket noktalarını oluşturmaktadır. Biz bu gündelik hareket noktalarından giderek işçi sınıfını devrimci siyasal mücadeleye, giderek devrimci iktidar mücadelesine kazanmaya çalışırız.

Marks’tan Lenin’e emeğin korunması sorunu

Önemini vurgulamak bakımından, emeğin korunmasının klasiklerdeki kaynaklarına değinmek istiyorum. Kapital’in birinci cildi iktisadi kategorilerin soyut teorik açıklamasıyla başlar. Ama, sömürü ilişkilerinin, artı-değerin ve artı-değere kapitalist tarafından el konulmasının anlatıldığı bölümlerden itibaren bu mesele, İngiliz kapitalizminin oluşturduğu laboratuvar üzerinden, çok geniş bir biçimde işçi sınıfı kuşaklarının yaşam ve çalışma koşullarına ilişkin anlatımlara bağlanır. Fabrika müfettişlerinin hazırladığı ünlü parlamento raporlarının çok geniş dökümlerinden yer yer ayrıntılara inilerek yararlanılır. İşçi sınıfının nasıl hayvani bir biçimde uzun süreler halinde ve çok ağır çalışma koşulları içinde çalıştırıldığı ve işçinin canlı özünün sermaye tarafından nasıl yoğun bir biçimde emilip tüketildiği üzerine çok geniş anlatımlara yer verilir. Tümüyle teorik bir kitapta meselenin bu kadar geniş ele alınmasının çok özel bir anlamı ve mantığı vardır. Marks bu sorunu işgünü açısından, çalışma koşulları açısından, kadın ve çocuk emeğinin kullanılması açısından ele alır. Sermayenin kâr hırsı mantığı, bu uğurda çalışan insanın basit bir çalışma nesnesi olarak kullanılması çerçevesinde, kapitalizmin gayri insani özünü etkili bir biçimde ortaya koymaya özel bir önem verir.

Öte yandan, işçi sınıfı mücadelesinin üç temel alanı olduğunu biliyoruz. İktisadi mücadele alanının işçi sınıfının mücadelesinin üç temel alanından biri olarak tanımlanması, bu açıdan dikkate değerdir. Engels bu tanımlamayı teorik bir mantık içerisinde yapar. Lenin bunu “Ne Yapmalı?”da aktarır. İktisadi mücadelenin sınıf mücadelesinin temel bir alanı olmasını, emeğin korunması uğruna mücadelenin önemine de bir gösterge saymak gerekiyor.

Öte yandan devrim mücadeleleri tarihine, 19. yüzyılın kitlesel işçi partileri olan sosyal-demokrat partilerin güçlenme süreçlerine baktığımız zaman, bu uğurdaki mücadelelerinin başarısının onları geniş işçi yığınları ile birleştirdiğini somut olarak görebiliyoruz. Bu partilerin çok geniş işçi yığınlarıyla buluşmayı başarabilmesi, çok büyük ölçüde emeğin korunması ve siyasal haklar uğruna verdiği mücadeleler içerisinde olmuştur.

Beri yandan, devrim mücadelelerine, özellikle Rus devrimi deneyimine baktığımızda, iktisadi mücadelelerin siyasal mücadelelerle, iktisadi istemler uğruna mücadelenin siyasal istemler uğruna mücadeleyle birleşmesinin, devrimin, devrimci gelişmelerin, devrimci kitle hareketinin gelişmesinin etkili bir dinamiği olduğunu görürüz.

Rosa Luxemburg, 1905 Devrimi üzerine değerlendirmelerinde, bize bunun çok iyi ve canlı bir tablosunu sunmaktadır. Lenin, “Ne Yapmalı?”da, bu alanı genel bir mücadele platformuna dönüştüren ve kendi içinde amaçlaştıran ekonomistleri ideolojik olarak çökertmek için bu noktada biraz çubuk büküyor görünür, ki Lenin’in kendi deyimiyle de bu bir çubuk bükmedir. Emeğin korunması alanını ya da iktisadi mücadeleyi alıp kendi içinde bir platforma dönüştürmek ekonomizm ve reformizmdir. Tabii ki ekonomizm ve reformizm çok net ve sert bir biçimde ezilmek, mahkum edilmek durumundadır. Ama buna karşı ideolojik açıklığa sahip olmak kaydıyla, iktisadi istemlerin ve iktisadi mücadelenin önemini küçümsemek söz konusu olamaz. Devrimlerin deneyimi iktisadi mücadeleyle siyasal mücadelenin iç içe geçmesinin, devrimci kitle hareketinin gelişme diyalektiğinin en temel unsuru olduğunu göstermektedir. Ki Lenin’in 1905 Devrim’i sonrası yazılarında, bizzat devrimin de sağladığı açıklıklar temeli üzerinde, bu temel önemde gerçek döne döne tekrarlanmaktadır. İktisadi mücadeleyle siyasal mücadelenin iç içe geçmesinin Rus devriminde güçlü bir kaldıraç rolü oynadığı vurgulanır.

Bu da, çok kısa olarak, işin teorideki ve tarihteki yeridir.

Emeğin korunması ve devrimci parti programının bütünlüğü

Programda bunun temel bir alt bölüm oluşturduğunu biliyoruz. Program teorik bölümle başlıyor. Kapitalizmin kaçınılmaz yıkılışı ve sosyalizmin kaçınılmaz doğuşu bu bölümde toplumsal gelişmenin nesnel dinamikleri ve yasallıkları üzerinden teorik olarak gerekçelendiriliyor. Programın siyasal bölümü, bu çerçevede işçi sınıfının devrimci görevlerini ve hedeflerini tanımlıyor. Programın emeğin korunması ve toplumsal istemlere ilişkin bölümü ise, işçi sınıfının kendi temel siyasal görevlerini, yani iktidar uğruna mücadelesini gerçekleştirmede bir köprü vazifesi görüyor. İşçi sınıfının kendini bulması, güç kazanması, mücadele gücü ve yeteneğini yükseltmesi imkanını sağlıyor. Bu bölüme programlarda yer verilmesi bu açıdan bir rastlantı değil. Temel iktidar hedefi ile işçilerin günlük yaşamı ve mücadelesi arasında kurulmuş bir köprüdür programın bu bölümü. Reformun devrimle bütünleştiği alandır.

Fakat tarihe baktığımızda, demokratik ve sosyal reform istemleri ile birlikte bunun ciddi sapmalara konu edildiğini de görüyoruz. Sosyal-demokrat partilerin bu alandan giderek güç kazandıklarını, kitlesel partilere dönüştüğünü söyledim. Ama onlar aynı zamanda bu alanı temel ve belirleyici bir platforma da çevirdiler. Emeğin korunması ve toplumsal istemler uğruna mücadele, giderek zaman içerisinde kapitalizmi islah etme mücadelesine dönüştü. Kapitalizmi yıkma mücadelesi olmaktan çıktı, kapitalizmi yıkma hedefinden koptu, kapitalizmi kendi içerisinde reforme etme mücadelesine dönüştü. Bu temel üzerinde bu partiler yozlaştılar, reformculaştılar ve düzen partileri haline geldiler.

Böylece, emeğin korunması uğruna mücadeleyi bir platforma çeviren sağ sapmaya da işaret etmiş oldum. Reformizmin tarihsel temeli budur. Demokratik-siyasal haklar uğruna, artı emeğin korunması uğruna mücadeleyi kendi içinde bir platforma dönüştürmek, reformizmin tarihsel temelidir. Bu mücadeleyi temel devrimci hedeflerden, iktidar hedefinden koparmak ise reformizmin temel özelliğidir. Reformist kimliğin teorik özü ve esası budur.

Ama öte yandan bu alana ilgisiz kalmak da devrimci partilerin kitlelerle buluşmasını zora sokar, engeller. Eğer gündelik mücadelelerle temel hedefler arasındaki köprüleri başarıyla kuramazsak, devrimi asla gerçek kılamayız. Çünkü yığınlar ancak gündelik kısmi mücadeleler içerisinde, kendi öz deneyimleri temelinde eğitilerek, daha ileri hedeflere ve mücadelelere kazanılabilirler. Eğer bizim için yığınları kendi öz deneyimleri temelinde eğiterek mücadeleye kazanmak temel bir taktik ilke ise, bu ancak yığınların gündelik sorunlarından, onların kısmi taleplerinden giderek verilecek mücadeleler içerisinde başarılabilir. Yanı sıra bu mücadeleler içerisinde bilinçlenmeyen, bu mücadeleler içinde güç, deneyim ve yetenek kazanmayan bir işçi sınıfı, burjuvaziyi devirme yeteneği de gösteremez. Bundan dolayıdır ki, marksist programların bu bölümü, sadece “işçi sınıfını fiziki ve zihinsel çürümeden korumak için” demez, yanı sıra, “kendi kurtuluşu uğruna mücadelede onun gücünü ve mücadele yeteneğini güçlendirmek için” de parti şu şu talepleri savunur, bunlar uğruna mücadele eder, der. Emeğin korunması bölümünün girişinde genellikle böyle bir paragraf yer alır. Bu talepler uğruna mücadelenin amacına ışık tutan tanımlamalardır bunlar.

SİP programına bakın, böyle bölümler olmadığını görürsünüz. Biçim açısından gösterişli bir program. Temel hedefler, anti-kapitalist dönüşümler var. Yani iktidarı almış bir partinin yapacakları var. Partinin iktidarı nasıl alacağı, bu süreçteki istemleri konusunda ise herhangi bir şey yok. Bu tabii özünde sağcı olan teslimiyetçi bir ‘sol’cu gevezelikten başka bir şey değil. Programlarında bunlara yer vermeseler bile, gündelik bir takım talepler formüle ettiklerini, bunlar uğruna mücadele ettiklerini biliyoruz. Bunu bir yana koyuyorum. Ama programda da bunun bir çerçevesi olmak durumunda. Nasıl ki programın devrime ve iktidara dayalı yönü teorik gerekçelendirmesini oradan alıyorsa, pratik gerçekleşme olanağını, ya da köprüsünü diyelim, siyasal ve iktisadi haklar uğruna mücadeleden alabilmek durumunda. Program bu noktada gündelik yaşama bağlanabilmek, temel hedefler ile onlara ulaşma sürecini organik olarak bütünlemek durumunda.

Dikkat ederseniz; bu, hem sınıf içerisindeki gündelik mücadelelere, hem de taktik sorunlara geniş bir alan açıyor. Zaten taktik mücadele platformudur bu aynı zamanda. Ama ben taktik sorunlara alan açıyor derken ek bir durumu kastediyorum. Biz taktik sorunlar üzerine tartışırken, proleter partinin devrimci taktiğinin temel ilkelerinden biri, yığınları kendi öz deneyimleri temelinde mücadele içerisinde eğitmek ve kazanmaktır diyeceğiz. Yığınlar ancak bu talepler uğruna mücadeleye çekildikleri ölçüde kendi öz deneyimleriyle gündelik mücadeleler içerisinde eğitilebilirler ve daha ileri devrimci hedeflere kazanılabilirler.

Bu alanda ileriye sürülen taleplerin mahiyetine daha somut olarak baktığımızda, bu talepler uğruna mücadelenin, işçi sınıfının sınıf olarak kendini, gücünü ve yeteneklerini fark etmesi, karşısındaki sınıfı tanıması, giderek onunla kendi arasındaki uçurumu görmesi bakımından ne denli elverişli olduğunu somut olarak göreceğiz.

Şunu demek istiyorum; proleter kitlelere anti-kapitalist bilinç vermenin, onlara burjuvazi karşısında karşı bir sınıf olduklarını göstermenin somut bir alanıdır söz konusu olan. Son derece verimli ve etkili bir alanıdır. Çünkü doğrudan üretim süreciyle bağlantılıdır ve kapitalizmin özüne dokunan yönleri vardır. Genel planda ve bir sunuş çerçevesinde bu konuda söyleyeceklerim bunlar.

Emeğin korunması mücadelesinin kapsamı

Bu alanda ileri sürülebilecek başlıca taleplere gelince. “Komünizmin abece’si”nde Buharin, bu bölümü gerekçelendirirken, bunun başlıca üç temel alanı olduğunu söylüyor. İşgünü sorunu, çalışma koşulları sorunu ve çocuk ve kadın emeğinin korunması sorunu. Ama biz özellikle sınıf mücadelelerinin toplam deneyimi, yanı sıra günümüz koşulları üzerinden baktığımızda, bunun önem taşıyan başka bazı alanlarını da görüyoruz.

Örneğin Türkiye gibi bir ülkede işgünü kadar asgari ücret de çok önemli bir mücadele alanıdır. Çünkü asgari ücret uygulamada bir ücret tabanı oluşturuyor ve genel ücretleri geriye çeken bir rol oynuyor. Asgari ücretin işçi sınıfının yaşam koşullarında nasıl özel bir rol oynadığını biliyoruz. Düşük saptandığı, iş güvencesi de olmadığı ölçüde, tekrar tekrar işçi almak-çıkarmak, asgari ücretten yeniden başlatmak yolu tutuluyor. Dev boyutlardaki işsizliğe dayanarak sermayenin ücretleri nasıl geri çektiğini ve işçileri fazla mesai vb. yollarla nasıl işin kölesi haline getirdiklerini biliyoruz. Asgari ücret bu açıdan önemli bir alan.

Bunun dışında sendika, grev, toplusözleşme vb. haklar var. Bunlar daha çok demokratik siyasal haklar oldukları için, emeğin korunması sorununu doğrudan ilgilendirdikleri halde, programın demokratik-siyasal haklar bölümünde yer almalıdır diye düşünüyorum.

Normal işgünü sorunu. Bu üretici güçlerin ve toplumun genel gelişme düzeyiyle doğrudan bağlantılı bir sorun. İşgünü uğruna mücadelelerin işçi sınıfı tarihinde çok özel bir yer tuttuğunu biliyoruz. Ama dikkat edin, Türkiye’de bugün bir işgünü mücadelesi yoktur. Belki tekstil işçilerinin 8 saatlik işgünü mücadelesi dışında. İşçiler keyfi olarak uzun süreler çalıştırılırlar, fazla mesaiye zorlanırlar. Fazla mesai, işgününün uzatılmasının bir başka yoludur. Üstelik bu, dev boyutlarda bir işsizliğin olduğu koşullarda gerçekleştirilen bir uygulamadır. Fazla mesai, sadece işçiyi daha uzun süreli çalıştırmak ve onun çalışma gücünü daha uzun süreli olarak tüketmek anlamına gelmemektedir. Bu çerçevede istihdamın daraltılması ve işsizliğin de yaygınlaştırılması anlamına gelmektedir.

Programlarda iyi-kötü bu konuda talepler var. Ama siz gündelik ajitasyon ve propagandada işgünü uğruna ciddi bir mücadele platformu görebiliyor musunuz? Bu konuda ne sendikaların bir mücadelesi var, ne de sol siyasal akımların. Ama hepsi de programlarında bu talebe bir biçimde yer verirler. Bu, programların ne kadar işlevsiz olduğuna, ne kadar mücadeleden kopuk olduğuna bir başka gösterge.

Öte yandan, işçi sınıfı içindeki zayıf kesimlerin, kadın ve genç işçilerin (çocuk ve genç işçiler) korunmasına ilişkin de herhangi bir pratik mücadele platformu yok. Tekstil işkolunda belli mücadeleler var. Bir de sanayi atölyelerinde çıraklığa karşı mücadele çerçevesinde kendiliğinden gündeme geliyor. Ama daha genel planda, işçi sınıfının genç kesimlerinin, kadınların korunmasına ilişkin herhangi bir ciddi mücadele platformu yok.

Çalışma koşulları bir diğer mücadele alanı. Devrimci yayınlarda iş kazaları ve meslek hastalıkları üzerine yazılara rastlıyor musunuz, bilmiyorum. ‘70’li yıllarda sendikalar bu meselelere çok önem verirlerdi. Ama bugün sol yayınlarda dahi iş kazaları sorunu, ki bu iş güvenliği, çalışma güvenliği alanıdır, çok fazla gündeme gelmiyor.

İş koşulları, meslek hastalıkları, bunlar sonuçlar tabii. Bu, temelde güvenlikli ve sağlığa uygun çalışma ortamı ve bu uğurda mücadele demektir. Tuna yoldaş doğru bir noktaya işaret etti, bu konudaki istemleri genelleştirmek lazım, dedi. Çeşitli işyerlerine insanlarımız giriyorlar, çalışma koşulları kötü oluyor ve bu durum çalışma için uygun hareket noktaları oluşturuyor. Bu ayrı bir şey. Fabrikada çalışan bir sınıf bilinçli işçi ya da bir komünist, bu talepleri gündelik hareket noktası olarak kullanır. Ama biz bir de sınıfın bu konuda genelleşen bir mücadelesini yaratabilmek durumundayız. Bu ülkede iş koşulları, fabrika koşulları denetleniyor mu? Buna ilişkin müesseseler var mı? Bu müesseseler çalışıyor mu? Bunun bir cezai müeyyidesi var mı? Bu sorunlarla fazlaca ilgilenen yok bugün. Bu sınıf sahipsiz bir sınıf, kendi partisinden yoksun bir sınıf olduğu için, bu sınıf ancak politikada bir araç olarak düşünüldüğü için, bu haklar uğruna gerçek bir mücadele de olmadı, ya da kısmen ‘70’li yıllarda sendikalar aracılığıyla oldu. ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda özellikle DİSK buna önem verdi.

Bunun dışında, asgari ücreti az önce de belirttim. Çok önemli bir mücadele alanı olarak almak gerekiyor bunu. Asgari ücret sadece asgari ücretten işe başlayan işçileri değil, bir bütün olarak çalışan kesimleri ilgilendirmektedir. Enflasyonun doludizgin olduğu bir ülkede yılda bir saptanmaktadır ve düşük olduğu ölçüde ücretleri geriye çeken bir rol oynamaktadır. Biz bu alanı ciddi bir kavga alanına çevirebiliriz. İşçi sınıfının iktisadi mücadele alanı üzerinden konuşuyorum. Bizim programımız bir bütün, bunu saklı tutuyorum. Yalnızca işçi sınıfının korunması, onun fiziki-zihinsel çürümeden alıkonulması, mücadele gücü ve yeteneğinin yükseltilmesi çerçevesinde, iktisadi mücadelenin taşıdığı özel öneme değinmiş oluyorum.

Bizde iktisadi mücadele, iki yılda bir toplu sözleşmelerde, ücretleri ve yan ödemeleri arttırma mücadelesi olarak, her işkolunun, her fabrikanın kendisine daraltılmış bir soruna indirgenmiştir. Bundan dolayı işçi sınıfı içerisinde farklılaşmalar büyüyor ve bu işçi sınıfının mücadele birliğini ayrıca bozuyor. Nispeten daha iyi ücret, daha iyi çalışma ve daha iyi sosyal haklara sahip bir işçi kesimi oluşuyor ve bunun yarattığı sorunlarla yüz yüze kalabiliyoruz.

Tarım alanında ise en basit haklar bile uygulanmıyor. En basit demokratik sendikal hakların bile uygulanmadığı çalışma alanları var. 1875 tarihli Gotha Programı, ev sanayindeki, bizzat kendi evinde çalışan emekçilerin çıkarları, çalışma koşulları üzerine maddeler içerebiliyor ve bu uğurda verilen mücadelelerle belli kazanımlar da elde edilebiliyor zamanla. Bizde, geçtik ondan, tarım gibi temel bir alanda, tarım mevsiminde yaklaşık 1–1,5 milyon işçinin istihdam edildiği bir alanda bugün 20-30 bin sendikalı işçi var mıdır, sanmıyorum. Tarım-İş’in 30 bin üyesi olsa, bu ülkenin en güçlü sendikalarından biri olur. Tarım işçileri sendikalaşma hakkını bile kullanmıyorlar. En kötü çalışma koşullarında, en düşük ücretlerle çalışıyorlar. Asgari ücret tarım işçileri için ayrıca daha düşük olarak saptanıyor. Bu akıl dışı bir şey. Mantığı kırsal alanda yaşam düzeyinin daha ucuz olması herhalde. Orada zaten işçiler en berbat koşullarda çalıştırılıyorlar.

(...)

Bu sorunu sağlam bir perspektifle ortaya koymak ve çok iyi kavratabilmek durumundayız. Bunun teorideki, programdaki ve tarihteki yeri, ürettiği sapmalar ve devrimci bir perspektifle ele alınışı sorununu, çok iyi kavramak ve kavratmak durumundayız. Programın bu bölümünü bu çerçevede sunacağız zaten. Bu açıdan hem eğitim sorununun doğru ele alınması çok büyük bir önem taşıyor, hem de formüle edilecek talepler uğruna genelleşmiş etkin bir iktisadi ajitasyon. Ki bu sonuncusu, doğrudan siyasal mücadele demektir.

Bunlar iktisadi sorunlardır, ama formüle edilmiş istemler olarak, hepsi kapitalist sınıfa ve onların hükümetine karşı mücadele alanına girmektedir. Biz tekil mücadelelerle bunları tek tek patronlardan söküp alsak bile, neticede bu genelleşen mücadelenin kısmi çatışmaları ya da mevzi kazanımları olacaktır. Gündelik mücadelemizin genel çerçevesinde bu her zaman bizi ilgilendiren bir sorundur. ...

(...)

Devrimci platform ile reformist platform arasındaki fark, istemlerin formülasyonunda ve bu istemler uğruna mücadelenin temel hedeflere, temel perspektiflere bağlanmasından ortaya çıkacaktır. Bu istemleri kendi içinde mutlaklaştırırsanız, amaçlaştırırsanız, genel hedeflerden koparırsanız, bu sizi kapitalizmi islah programına götürür. Ama bundan korkarak bu istemlerden geri durursanız eğer, kapitalizmi bol bol suçlayabilirsiniz, sosyalizmi bol bol övebilirsiniz, ama hiçbir biçimde kitlelerle mücadele içerisinde devrimci buluşmayı sağlayamazsınız.