30 Mart 2018
Sayı: KB 2018/13

Emekçiler mücadeleye odaklanmalı!
Krizin faturasını emekçilere ödettirecekler
İşgalin acı faturası
Kirli ilişkilerin aynasında: AKP ve Demirören Holding
Birleşik, kitlesel, militan 1 Mayıs için ileri...
Şeker fabrikalarımıza sahip çıkalım!
Akkim direnişi üzerine
“Uğur Konfeksiyon’da yürüttüğümüz mücadele son bulmayacaktır”
İşçi inisiyatifi her açıdan ve her alanda güçlendirilmeli
“Hakların talep etmekle alınmadığı gerçeğini iyi biliyoruz”
Ortadoğu, Türkiye ve Kürt sorunu - III - H. Fırat
Ticaret savaşları kızışıyor
Yolunu kaybetmiş Avrupa’nın “birliği” ve karanlık geleceği
Fransa’da sular durulmuyor
Almanya’da kamu çalışanlarından uyarı grevleri
Ortadoğu halklarının düşmanı Rheinmetall
Ekim Devrimi’nin 100. yılında Kollontay’ı okurken... / 8
Heybesi barış dolu, umut dolu gelinliğiyle Pippa Bacca
Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar üzerine...
Çocuk sömürüsü ile başlayan uysal toplumu yaratma organizasyonu: Çıraklık
Cesaretin ve adanmışlığın adı: Kızıldere
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Yolunu kaybetmiş Avrupa’nın “birliği” ve karanlık geleceği

 

Avrupa Birliği üyesi 27 ülkenin ekonomi, dış politika, savunma bakanları ve devlet başkanları düzeyinde gerçekleştirdikleri son zirve, yine çok tartışılacak kararlar ve bilindik icraatlarla sona erdi. Hep olduğu gibi yine çok yoğun gündemli yapılan zirvenin sahibi olarak Almanya ve Fransa’yı temsilen yeni hükümet olmuş Merkel ve çiçeği burnunda devlet başkanı Macron ikilisinin yaptıkları ortak açıklamalar, zirvenin de ana gündemini belirliyordu. Özellikle de Fransa’da iktidara gelir gelmez Avrupa Birliği’nin reforme edilmesi gerektiğinin altın kurallarını belirleyen Macron, giderek görünürlüğünü ve popülaritesini arttıran rolüyle “göz doldurdu.” Fransız burjuvazisinin, aynı anlama gelmek üzere Fransız-Alman sermayesinin cevval şövalyesi Macron, seçilmesinin hemen ardından AB’nin ortak savunma, dış politika ve ortak finans politikaları konusunda yaptığı açıklamalarla ve Merkel’le uyumda “takdire şayan” bir duruş sergilemektedir.

Brüksel zirvesinin yukarıda sıraladığımız gündemlerine ek olarak, Yunanistan’a yapılacak olan 6,7 milyar avroluk mali yardım, Avrupa Merkez Bankası ve yeni AB Komisyon Başkanı’nın seçimi ile mültecilerin üye ülkelere dağılımı gibi konular öne çıkan diğer maddelerdi. Yine Birliğe bağlı Avrupa Piskopos ve Papazlar Komisyonu’nun düzenlediği konferans ve almış olduğu kararlar, birliğe ilişkin bir başka tartışmayı da beraberinde getirmiş görünüyor. Avrupa Birliği’ni bir arada tutmanın ve demokratik normlar çerçevesinde sosyalleştirmenin kaygısı başta Vatikan olmak üzere din tacirlerinin, somutta Vatikan’a bağlı Papazlar Birliği’nin gündemine kadar gelmiş durumda. Avrupa sermayesinin gereksinimleri noktasında kilisenin görevlerine ve misyonerliğine ihtiyaç hâsıl olmuş ve her zaman olduğu gibi tanrının kendisi olmasa da onun yeryüzündeki temsilcileri tarafını seçmiş bulunuyorlar. Ayrıca 14 üye ülkenin, başını İngiltere ve ABD’nin çektiği anti-Rus kampanyaya dahil olmaları ve diplomatları sınır dışı edeceklerine dair almış oldukları kararlar da Avrupa Birliği’ni zorlu bir sürecin beklediğini gösteren bir başka tartışma konusu olarak karşımıza çıkıyor.

Zirvede AB-Türkiye ilişkileri farklı bir başlık olarak gündem maddeleri arasındaki yerini aldı. Bulgaristan’ın Varna kentinde Erdoğan’la yapılan görüşmeler tam bir ikiyüzlülük örneğiydi. Kendisini iflah olmaz bir romantik olarak değerlendiren AB Komisyon Şefi Jean-Claude Juncker, kendini aynı zamanda AB-Türkiye ilişkilerinin de garantörü olarak ilan etti. Yani demokrasi, insan hakları, cezaevlerindeki on binlerce politik tutsak, sansür vb. hiçbir şey hiçbir zaman AB’nin umurunda olmadı ve de olmayacak. Ortaklaşılan tek değer vardır onlar için, o da sermaye sınıfının en kirli çıkarlarının korunması ve kollanmasıdır.

Nedir ki sermaye sınıfının çıkarları üzerinden yaratılan ya da zorla Avrupa halklarına dayatılan AB politikaları istenilen sonucu bir türlü vermiyor. Ülkelerin karşılıklı çıkar ve gönüllü birlikteliğinden çok, güçlü olanın zayıf olanı yuttuğu ve arka bahçesi haline dönüştürdüğü bir süreç olarak ilerleyen Avrupa Birliği konsepti, kuruluşundan bugüne dek en zorlu dönemlerinden birini yaşıyor. Bu zorlu süreç kolayından atlatılabilecek bir durumda değildir. İktisadi ve siyasal krizin derinleştiği Kıta Avrupası sosyal patlamaların merkez üssü haline de gelmiş bulunuyor. Bu olguların farkındalığı sermaye sınıfının öncelikli olarak bir iç savaş düzeni alması ve giderek toplumu olası sürekli bir kriz ve savaş politikalarıyla yönetme konusunda bir disiplin geliştirmesine yol açmaktadır. Ki bu disiplin sermaye sınıfının çıkarları için işçiler ve emekçiler başta olmak üzere toplumun ilerici bütün değerlerine dönük çıplak bir zordan başka bir şey değildir.

Birliğin ortak savunma ordusu ve onun bütün lojistik donanımı ile militarist politikalara yöneleceği ve bunun Almanya-Fransa ortaklığı ile Mali’de, Kongo’da nasıl pratikleştirildiğinin örneklerini her gün farklı bir gelişme üzerinden görüyoruz, duyuyoruz, tanıklık ediyoruz. Hiçbir kural tanımayan savaş makinaları ve yıkım gücü az imiş gibi var olanı misliyle büyütmek, büyütmek ve daha da büyütmek için uğraşıyorlar. Hedefleri küresel çapta operasyonel özellikleri olan daha mobil ve daha yıkıcı ordular oluşturabilmektir. Her ne kadar savunma ordusu denilse de esasta bir saldırı örgütü olarak en kirli işleri yapacağından kuşku duyulmamalıdır. Nihayet bugün ne yaptıkları yarın neler yapacaklarının da özü ve özeti durumundadır.

Militarist politikalara aynı paralellikte eşlik edecek bir ortak dış politika ise olmazsa olmazlardandır ve hazırlıklar da ona göredir. Tam da bunun farkındalığı ve bilinciyledir ki Fransa-Almanya ikilisi, diğer AB üyesi ülkeleri ikna etmeye çalışarak, daha işlevsel ve “ortak çıkarlara” uygun dış politika konusunda ısrar etmektedirler. Yine AB‘nin işlevsiz olan ekonomi bakanlığına bir an önce bütçe ayrılması ve kıta çapında işlevli hale getirilmesi önceliği, militarist politikaları, ortak ve saldırgan dış politikayı tamamlayan en önemli üçüncü bir sacayağı olarak anlaşılmalıdır.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un iktidara gelir gelmez AB‘nin kendisine ilişkin deklare ettiği maddeler de bunlardan oluşmaktaydı. Fransa cumhurbaşkanının açıklamalarını öncelikli olarak selamlayıp sahip çıkan da Alman hükümeti ve hükümet Başkanı Merkel oldu. Birinci ve ikinci dünya savaşlarındaki suçları ve bagajlarından ötürü çok görünür olmayı tercih etmeyen Alman sermaye düzeninin temsilcileri, bütün kirli işlerini Fransa ve Brüksel üzerinden rahatlıkla hayata geçirmekte ve AB içinde an itibariyle çok ciddi bir sorun yaşamamaktadırlar.

Ne var ki AB‘nin bileşenleri arasında henüz çok yüksek sesle olmasa da çatlak seslerin olduğu ve bu seslerin giderek çoğalacağının işaretleri de artmaktadır. Merkez Avrupa’nın periferisi ya da aynı anlama gelmek üzere çeper ülkelerindeki ekonomik ve siyasal kriz derinleştiği ölçüde sosyal patlama dinamiklerini büyütmekte ve bu dinamiklerin öncü işaretleri de büyük bir korkuya yol açmış görünmektedir. Klasik sosyal demokrat ve sağ-muhafazakar partilerin güç kaybettiği siyasal atmosferde daha çok yabancı düşmanı ırkçı faşist parti ve hareketlerin güçlenmesi henüz çok arzulanan bir durum değildir. Burjuva egemen düzen böylesi bir siyasal ve sosyal atmosferin çok da güçlenmesini en azından şimdilik pek tercih etmiyor. Söz konusu akımların varlığı ve bir parça güçlenmesi için her türlü olanağı yaratırken, kendi kontrolünden çıkmalarını da henüz istemiyor. Çıkmak isteyenleri de bir biçimde düzene farklı kanallarla entegre etmeye çalışarak, kontrollü faşist hareketler stratejisini politik olarak tercih ediyor.

Çeper ülkelerde büyüyen tehlike merkez ülkeleri de etkisi altına almış bulunuyor. Almanya da AfD’nin hızlı yükselişi, Fransa’da Le Pen, Avusturya’da iktidara gelen Popülist Halkçı Parti ve son İtalyan seçimlerinde sağcı partilerin yükselişi merkez ve çeper ülkelerin nasıl da politik anlamda aynılaştıklarını göstermektedir. Yine Yunanistan’da Altın Şafak Hareketi, Macaristan ve Polonya’da iktidardaki sağcı faşist partiler vb. olguların tamamı bir taraftan politik atmosferi aynılaştırırken, bir diğer taraftan da bir o kadar zehirlemektedir. Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin istisnasız tümünde yabancı düşmanlığı ve mülteciler sorunu çok hoyratça kullanılmakta ve toplumlarda bir kutuplaşmaya konu edilmektedir. Bir taraftan çok kullanışlı bir diğer tarafıyla da çok kârlı, vazgeçilmesi olanaksız bir “sorun” söz konusu. Avrupa Birliği sınırları dahilinde yaşayan mülteciler başta olmak üzere neredeyse yaşayan yabancıların tamamı kriminalize edilmekte, ikinci sınıf vatandaş olarak görülmekte, emek yoğunluklu işlerin tamamında yine onlar yer almakta ve ucuz işgücü deposunu onlar oluşturmaktadır. Vazgeçilmez olmaları tamamen sermayenin çıkarları gereğidir ve çıkarları gerektirdiğinde egemenler onların tamamını besleme faşist sürülerinin önüne atarak parçalamakta da bir beis görmeyeceklerdir.

Avrupa Birliği bir kez daha yaptığı zirvesiyle sermaye düzeninin devamı, çıkarları ve onun en yüksek düzeyde kâr elde edip büyüyebilmesi için ortak çıkarlarına uygun düzenlemelerin gerekliliğine vurgu yapmıştır. Dış politikadan savunmaya, ekonomiden mültecilere ve daha AB içi bir dizi teknik soruna kadar kararlar almış ve uygulamaya çalışacaktır.

Ne var ki yakın zamanda yaşanan bir takım gelişmeler AB’yi bir sınavdan geçirdi de diyebiliriz. Trump’ın iktidara gelişi ile paralel gelişen Brexit sonrası İngiltere’nin ayrılma süreci AB için aslında büyük bir darbe olmuştur. Her ne kadar Almanya ve Fransa AB’yi bir arada tutmak için çabalasa ve dağılmasına kolayından müsaade etmese de bu ancak ABD’nin oluruyla mümkün olabilir. Hâlâ da kendi göbeğini kendisi kesebilecek durumda olmayan AB özellikle de Rusya karşısında ABD’ye ihtiyaç duyduğunu ve bu ihtiyacı henüz tek başına karşılayamadığını bilmektedir. Haliyle de zaman zaman özgün kimi hamleler yapmaya çalışsa da gücünün sınırlarına dayandığında “Trans-Atlantik dünyasının bir parçasıyım” demekten kendisini alamıyor. Rusya’ya karşı ambargo kararı ve diplomatların sınır dışı edilmesi tamamen ABD ve İngiltere’nin dayatmasıyla kabul edilmiştir. Aslında ne Almanya ne de Fransa böyle bir karar almak istemektedir. Ama göstermelik de olsa bu karara uymak zorunda kalmışlardır. Keza ticaret savaşları kapsamında demir ve alüminyuma getirilmesi olası yüksek gümrük vergileri, başta Almanya olmak üzere bütün AB üyesi ülkeleri korkutmaya yetti de arttı bile. Bir anda Trump ve ABD karşıtı pozisyonlarını terk ederek onun arkasında sinsice sıralanmaya başladılar. Oysa ki yakın zamanda yapılan Münih Güvenlik Konferansı’nda “artık AB olarak gardımızı almamız lazım, ABD ile artık olmaz” diyenler, Beyaz Saray’dan eve gelmez oldular.

Küresel çapta bir güç olmak ve bunu 27 farklı ülkenin çıkarlarını aynılaştırmaya çalışarak yapmak hiç de kolay değil. Olmadığı bütün bir açıklığıyla orta yerde duruyor. Yolunu kaybetmiş, tam olarak ne yapacaklarını bilemeyen ve küresel çaptaki güç dengeleri arasında salınan bir AB gerçeği var. Her ne kadar ABD ile aynı dalga boyunda olsa da Rusya ve Çin ile olan çeşitlendirilmiş ilişkileri mevcuttur ve kolayından vazgeçilebilir ilişkiler değildir bunlar. Nihayetinde İngiltere ve ABD’nin Rusya ve Çin karşıtı tutumları bir anda AB için koca bir kriz alanına dönüşebiliyor. Ayrıca AB üyesi ülkeler arasında aynı konuda ortak tepkiler örgütleme ve gösterme konusunda zaafiyetler oluşmaktadır. Çünkü bunu yapabilecek derinlikte bir birliktelik henüz söz konusu değildir.

Nihayetinde yutarak, egemenliğine alarak ya da klasik bir sömürge haline getirmeye çalışarak bir birlik yaratılamaz ve de yaratılamıyor. Şayet bir birlik olacaksa bu ancak işçilerin ve emekçilerin birliği olabilir ve sadece o birlik, halkların kardeşliğini gerçekleştirebilir.


 
§