7 Nisan 2017
Sayı: KB 2017/14

AKP iktidarının faşist dikta dayatmasını püskürtelim!
Sandıkta ‘Hayır’ı, sokakta mücadeleyi örgütleyelim!
Sermayenin gözü 17 Nisan’da!
Kamu kaynakları ‘Evet’in hizmetinde!
İhraç Kurultayı’ndan yansıyanlar
Bağımsız-Sen, DİSK Tekstil’e katılma/birleşme kararı aldı
Tarihe düşülen not
Bürokratik kasta karşı taban örgütlülükleri ve fiili-meşru mücadele
Patronlar kazanıyor, işçiler kaybediyor
Sermayenin karanlığına karşı tek seçenek yeni Ekimler’dir!
Kadınların eşitlik mücadelesi ve kadın işgücünün özgürleşmesi
Çürümüş, tükenmiş, kokuşmuş bu düzene HAYIR!
Fırtınalı dönemlere gençliğin enerjisi ile hazırlanalım
300 OSB’de 300 teknik kolej
Ya işçi sınıfıyla birlikte kazanacağız ya da yok olacağız!
Fırat Kalkanı harekatı sona erdirildi
Suriye’de değişen güçler dengesi ve güncel gelişmeler
Hapishanelerde gerçek yasa sınıf mücadelesidir
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Hapishanelerde gerçek yasa sınıf mücadelesidir

 

İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) verilerine göre hasta tutsak sayısı 1000’in üzerinde. Yaklaşık 300 kişi ölüm sınırında denecek biçimde ağır hasta durumda. Sermaye devleti kendi yasalarına göre, hapishanede iyileşme imkanı olmayan hasta tutsakları serbest bırakmak zorunda. 2001’den sonra ölüm orucu direnişini kırmak amacıyla bu yasayı “bonkörce” uyguladılar. Sonrasında ise ya hasta tutsaklar Adli Tıp Kurumu’na (ATK) götürülmedi, ya da götürüldü ama hapishanede kalabilir “raporu” verildi. ATK sermaye devletinin bir kurumu. Hasta tutsakların ölüme terk edilmesi bu nedenle yalnızca ATK’nın değil, bir bütün olarak sermaye devletinin katliam politikasının bir sonucudur.

Ceza güvenlik tedbirlerinin infazı hakkında 5275 sayılı kanun ve üçlü protokol

Hasta veya hastalanan tutsakların tedavi ve muayene şartları 2004’te yayınlanan 5275 sayılı yasa ve ilk olarak 2001’de imzalanan, 2004’te yeniden düzenlenen Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıklarının imzaladığı üçlü protokole göre uygulanıyor.

5275 sayılı yasada “hükümlülerin sağlıklarının korunması ve tedavilerine yönelik zorlayıcı tedbirler, onur kırıcı nitelikte olmamak şartıyla uygulanır” deniyor. Ama yasanın devamında onur kırıcı uygulamaların önü açılıyor: “Hükümlü ve tutukluların hastanelerde muayeneleri, firara karşı engellerin bulunduğu muhafazalı odalarda yapılır. Jandarma muayene esnasında oda dışında bulunur ve gerekli güvenlik tedbirlerini alır. Doktorun yazılı olarak talep etmesi halinde jandarma muayene odasında bulunur.”

Bu yazılanların devamında, jandarmanın muayene odasında kalması için, “güvenlik” bahaneli gerekçeler yer alıyor. Muayene olan kadın tutsak olduğunda, yasada yazanlar sadece onur kırıcı olmuyor, cinsel taciz ve istismara da giriyor.

Kelepçeli muayene için üçlü protokolde benzeri bir durum var. Tutsağa kelepçe takılması şu şekilde gerekçelendirilmiş: “Gerekli olduğu hallerde, bir nakil sırasında kaçma girişimlerine karşı önlem olarak ve idari ya da adli bir makamın karşısında bu makamlar aksi yönde karar vermedikçe çıkarılmak üzere; diğer kontrol tedbirlerinin başarısız olması halinde ve mahpusun kendisini veya diğer mahpusları yaralamasını veya eşyaya ciddi zarar vermesini önlemek amacıyla ve derhal doktorun bilgilendirilmesi ve daha yüksek bir cezaevi yetkilisine durumun rapor edilmesi şartıyla müdür tarafından verilecek emir üzerine.
68.3 Kısıtlama araçları kesinlikle ihtiyaç duyulduklarından daha uzun süre kullanılmamalıdır.
68.4 Kısıtlama araçlarının kullanım şekilleri yasayla belirlenmelidir.”

Üçlü protokol kelepçeli muayeneyi jandarmanın inisiyatifine bırakmış durumda. Çünkü jandarma istediğinde, kolunu bile kaldırmakta zorlanan bir hasta tutsağın çevresine zarar vereceğini, kaçmaya kalkacağını düşünebilir ve muayene sırasında kelepçeyi çıkarmayabilir.

Bu durumda muayene etmekle görevli doktorun tutumu belirleyici oluyor. Jandarma tutsaktan kelepçeyi çıkarmak istemese bile, doktor, sorumluluğu üzerine alarak kelepçeleri çıkarttırabilir. Çünkü göz muayenesinde bile, muayene olan kişinin “rahat” olması gerekiyor. Kelepçeli birinin “rahat” olmayacağı ise kesin bir olgu.

Doktor, sadece meslek etiği olarak değil, insani olarak da muayene edeceği hastanın kelepçelerini çıkarttırmak zorunda. Faşizan yönelimle ya da jandarmadan korktuğu için kelepçeli muayene etmeye çalışan “doktor”, özellikle siyasi tutsaklar bu şekilde muayeneyi kabul etmedikleri için, tedavi etmek bir yana hasta tutsağı muayene bile etmeyerek, işkence ve katliamın bir parçası oluyor.

Tutsakların değil, dışarının suskunluğundan kaynaklı tecrit derinleşiyor

5275 sayılı yasaya göre, “Ceza infaz kurumlarında hükümlülerin düzenli bir yaşam sürdürmeleri sağlanır. Hürriyeti bağlayıcı cezanın zorunlu kıldığı hürriyetten yoksunluk, insan onuruna saygının korunmasını sağlayan maddî ve manevî koşullar altında çektirilir. Hükümlülerin, Anayasada yer alan diğer hakları, infazın temel amaçları saklı kalmak üzere, bu kanunda öngörülen kurallar uyarınca kısıtlanabilir.” Yasada bu madde, deyim yerindeyse, sadece bir “güzelleme” olarak var. Başka bir ifadeyle, sınıf mücadelesinin durumuna göre uygulanıyor, ya da dikkate bile alınmıyor.

Güya “insancıl” ifadelerin yer aldığı aynı yasa, hapishane idaresine istediği zaman saldırma imkanı da sunuyor. “Hükümlü, ceza infaz kurumunun güvenlik ve iyileştirme programlarına tam bir uyum göstermekle yükümlüdür. Her ne amaçla olursa olsun, bilerek kendi yaşamlarını ve bedensel bütünlüklerini tehlikeye düşürecek eylemlere girişmeleri, cezanın yerine getirilmesine katlanma yükümlülüğünün ihlâli sayılır.” Açlık grevindeki tutsakların sürgün edilmesi aktardığımız kısma göre yasal. Çünkü yasada kurallara uymazsa nakil edileceği de yazıyor.

Ayrıca aynı yasa tutsaklara ceza verilmesi için hapishane idaresine fazlasıyla olanak sunuyor.

Yasaya göre ceza verme nedenleri şu şekilde sıralanıyor: “Protesto amacıyla idarece verilen yemeği topluca almama eylemine katılmak; Kurum işyurdu yönetim kurulunca uygun görülen işte çalışmamak; Herhangi bir şeyi protesto amacıyla veya idareye karşı toplu olarak sessiz direnişte bulunmak; Odalarda, eklentilerinde ve diğer alanlarda ilâç ve gıda maddesi stoku yapmak; Gereksiz olarak marş söylemek veya slogan atmak.”

Üçlü protokol de, 5275 sayılı yasanın tamamlayıcısı durumunda. Bu protokolde de benzeri “güzellemeler” var ama, tutsaklara kitap ve yayın verilmesini bile tümüyle hapishane idaresinin keyfine bırakıyor. İdare kitap veya yayını “müstehcen ve terör propagandası yapıyor” bulduğunda -ki her zaman buluyor- kitap ve yayını tutsağa vermiyor.

Saldırıdan başka bir amacı olmayan yasa maddeleri OHAL öncesinde bu denli uygulanamıyordu. OHAL’le devlet terörü tırmandırıldı, hücre duvarları iyice kalınlaştırıldı. Sermaye devletinin yalnız tutsaklara yönelik değil, bir bütün olarak topluma saldırıları karşısında çok cılız sesler çıkıyor. Bu sessizlikten kaynaklı tutsaklara yönelik saldırılar da artıp, tecrit derinleştiriliyor.

İçeride ve dışarıda sesimizi yükseltip hücreleri parçalamalıyız

Yasalarda işkence yapılır diye yazmıyor, ama 5275 sayılı yasa ve üçlü protokol “güvenlik” gerekçesiyle işkencenin önünü açıyor. Sevk, “güvenlik” gerekçesiyle işkenceye dönüşüyor. 1 ayda üç kere sürgün edilen tutsağa fiziki işkence hiç olmasa bile (ki kesinlikle oluyor) başlı başına psikolojik işkence yapılıyor.

Yayınların verilmemesi OHAL’le birlikte gelebileceği son aşamaya geldi. Yayınların, kitapların tutsağa verildiği hapishane sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Çıplak arama, koğuş baskınları, her yere kamera takmak OHAL sürecinde epeyce arttı.

Hapishanelerdeki OHAL işkencesi, söz konusu hasta tutsaklar olduğunda, katliamdan farksız hale geliyor. Pek çok hapishanede hasta tutsaklar muayene bile olamıyor. Basına yansıdığı kadarıyla bile pek çok hasta tutsağın ilaçları dahi verilmiyor. Üstü örtük değil, apaçık bir katliam yapılıyor.

Tecriti derinleştirme, hasta olmayan tutsakların hasta edilmesini de hedefliyor. Bazı hapishanelerde suları kesecek kadar pervasız bir saldırıyla, sağlıksız bir ortam oluşturuluyor. “Güvenlik” tedbiri bahanesiyle yapılan aramalarda tutsaklar darp ediliyor. Özcesi bugün hapishanelerde tecrit derinleştirilirken, beraberinde katliam yapılıyor.

Hasta tutsaklar bu katliam karşısında yaptırımlara uymayarak direniyor. Hasta tutsakların direnişinin adı tedavi olmamak değil, yaptırımlara uymamak. Diğer tutsakların direnişi biraz daha geniş örnekler içeriyor. Hiçbir devrimci tutsak yaptırımlara uymuyor, yaptırımlara boyun eğip teslim olmuyor. Beraberinde kapı dövme, slogan atma, açlık grevi gibi içeride yapılabilecek her eylemi yapıyorlar.

Tecrit derinleştirilirken tutsakların yüreği hücreleri parçalıyor. Ama dışarıda hücre hapsi OHAL’le daha da derinleşti. Tüm bu koşullarda sessizliği bozan, hapishane duvarlarına gedikler açan örnekler de yaşanıyor. Bakırköy Hapishanesi’nde yaklaşık 1 aydır “tutuklu” olan Miraz bebeğe ilk günlerde ilaçları verilmiyordu. Dışarıda oluşan kamuoyu basıncıyla Miraz bebeğe ilaçları verilmeye başlandı. Sınırlı bile olsa, kamuoyu basıncı yapılmasa Miraz bebeğe ilaçları halen verilmiyor olacaktı. Hapishanelerde bir bebeği bile katletmeye yönelen faşizme karşı içeride, dışarıda hücreler parçalanıp, ses yükseltilmeli.

 

 

 

 

Kapitalizm ruh sağlığımızı çökertiyor

 

Geçtiğimiz günlerde birçok haber kanalı Dünya Sağlık Örgütü'nün açıkladığı 2015 yılında depresyon tanısı konmuş kişi sayılarını paylaştı. Yansıyan verilere göre 2015 yılında dünya çapında depresyon tanısı konmuş insan sayısının 322 milyona yükseldiği ve son 10 yılda yüzde 18’lik bir artışın yaşandığı ifade edildi.

Dünya Sağlık Örgütü’nün Türkiye ile ilgili verilerinde ise 3 milyon 260 bin kişiye depresyon tanısı konduğu görülüyor. Ancak muhtemeldir ki dünyada ve Türkiye'de depresyon tanısı konmamış olsa da; kişinin yaşamdan zevk almasını engelleyen, işte ve yaşamsal faaliyetlerinde etkinliğini düşüren, hatta intihara kadar götürebilen depresyon sorunu çok daha yaygın yaşanıyor. Çünkü ülkemizde ve dünyada çoğu insan yeterince sağlık hizmeti alma imkânına ve bilincine sahip değil. Yine de veriler bu haliyle bile fazlasıyla ürkütücü.

Dünya Sağlık Örgütü depresyon yaşayan insanların yüzde 80’inin alt ve orta gelir grubundan olduğunun altını çizerek beklenen tabloyu önümüze getiriyor. Şöyle ki sürekli yaşanan stres depresyonun en önemli nedenlerinden biridir. Özelikle yoksul insanlar, çetin yaşam koşulları nedeni ile sürekli strese maruz kalıyorlar. Keza işçiler, emekçiler çok çalışıp ancak hayatta kalabilecek kadar para kazanabiliyor, sürekli işsizlik tehdidi altında, acımasız rekabet koşullarında yaşıyorlar. Yeterince dinlenememek ve beslenememek cabası. Ayrıca onur kırıcı çalışma koşulları da eklenince potansiyel bir stres ve depresyon çoğunlukla kaçınılmaz oluyor.

Kapitalist sistem toplumun birçok katmanını depresif ruh haliyle mutsuzluğun girdabına yuvarlıyor. Zira kapitalist kültür kişisel çıkarı, bencilliği ve rekabeti her şeyin üstünde tutarak ezen ezilen ilişkisini her durumda yeniden üretiyor. İnsanlar genellikle birbirleri üzerinde üstünlük kurmaya çalışıyor, kimi başarısıyla, kimi parasıyla, kimi dış görünüşüyle vb... Bu durum insanlarda yetersizlik, değersizlik, acımasızlık vb. duyguları yaşamasına neden olarak mutsuz ediyor.

Yine Dünya Sağlık Örgütü’nün bir diğer verisi ise en çok kadınların depresyonda olduğunu ortaya koyuyor. Bu tablo da hiç şaşırtıcı değil, zira kadınlar bu düzende çok yönlü eziliyor, sömürülüyor. İşçi-emekçi olduğu için işte, kadın olduğu için evde emeği sürekli sömürülen, çocuklara, hastalara, yaşlılara baksın diye eve kapatılan ve yaşamı erkeklerin insafına bırakılmış olan kadınların depresyona girmemesi mucize olurdu.

Depresyon sıralamasında ikinci sırada gençler gelmekte, aynı örgütün verilerinde. Doğası gereği rekabetin hakim olduğu kapitalist düzen ruhsal olarak gençler için büyük tehdit oluşturuyor. Yaşları gereği büyümek, dengeli, sağlıklı gelişmek için enerji sarf edeceklerine, kıyasıya bir rekabetin içinde mücadele etmek durumunda kalıyorlar, mücadeleyi kazansalar da kazanmasalar da çoğunlukla onları güvencesiz ve geleceksiz bir yaşam karşılıyor. Böylesi bir tabloda stres ve depresyon kaçınılmaz olacaktır.

Depresyon vakalarının artışında mutlu olan bir kesim var, onları unutmamak lazım. Bu şanslı kesim depresyon tedavisinde kullanılan antidepresanları üretip satan ilaç tekelleri. Bu tekeller depresyon oranlarındaki artıştan dolayı büyük karlar elde ediyorlar. Ülkemizden örnek verecek olursak; 2005 yılında yaklaşık 20 milyon kutu antidepresan satılırken bu sayı 2010 yılında 34 milyon kutuya yükselmiş, yani 5 yılda yüzde 65 artmış.

Bu durum bize göstermektedir ki, küçük bir azınlığın, sermaye sınıfının mutluluğu uğruna dünyanın geri kalanı mutsuzluğa, ruhsal çöküntüye mahkûm ediliyor. Bu durumdan tek çıkış yolu var; kapitalist sistemin aşılması ve toplumsal refahı, toplumsal mutluluğu hedefleyen sosyalist toplumun inşa edilmesi.

F. Can

 

 

 

 

İçeride dışarıda hücreleri parçala!

 

Cumartesi Anneleri'nin direnişi 600. haftayı aştı. Keza yine aynı yerde 260 haftadan fazladır F Oturması eylemi yapılıyor. Cezaevlerinde siyasi tutsakların üzerindeki baskı ve yasaklar artarken, dışarıdaki hayat açık cezaevine dönüşmüşken devlet 175 yeni cezaevi daha açmayı planlıyor. Tabii ki bu yeni cezaevlerine tecavüzcüler, Ali İsmail’i tekmeleyenler, Dilek Doğan’ı evinde öldürenler, bombacı Ortaçağ artıkları değil; yine haksızlıklara karşı sesini çıkaranlar, ücretli kölelik düzenine karşı emekçileri örgütlü mücadeleye çağıranlar atılacak…

Peki, bütün cezaevleri tıka basa dolarken, hasta mahpuslar ölüme terk edilirken, dışarıda özgür olduğunu zannedenler ne kadar özgür acaba. Polis devleti uygulamaları her gün artıyor. Durduk yere insanlar gözaltına alınarak işkence görüyor. Gerici uygulamalar olağanlaştırılıyor. Herkes potansiyel suçlu muamelesine maruz kalıyor. Öyle ki, patlayan bombalardan dolayı içeridekiler daha güvenli olduklarını mizahi bir dille belirtmekteler. Yani dışarıda, içeride dört tarafımız tel örgülerle çevrili bir hayatı bize dayatıyorlar. Kapitalist sistem bizleri yalnızlaştırarak bencil, bireyci, cesareti düşük insanlar yapmaktadır. Çoğu zaman yaşayan bir ölü gibiyiz ve dışarıdaki hayatta görünmeyen bir hücredeyiz. İçerisi ise malum, duymak dahi istemiyoruz yaşananları. Ama gerçek şu ki, hayatım, yaşamımız çalınıyor birileri tarafından. Nasıl ki sömürücü asalaklar egemenliklerini korumak için biz işçi, emekçilere karşı birleşiyorsa, bizler de kendi davamız ve çıkarlarımız için birleşmeliyiz. Artık biz olmalıyız. Beynimizde yarattıkları hücreleri parçalamalıyız. İçeride ve dışarıda hücreleri parçalamak için daha cüretkâr davranmalıyız!

M. Güzel

 
§