2 Kasım 2012
Sayı: SİKB 2012/10 (43)

 Kızıl Bayrak'tan
Açlık grevleri kritik bir aşamada
Direniş sermaye devletinin açmazını derinleştiriyor
Polis terörüne rağmen 'topyekûn direniş!'
“Tutsakların talepleri
kabul edilmeli!”
Zindanlarda direnmek
bir büyük devrimci gelenektir!
29 Ekim’de yaşananlar ve ötesi
Paylaşılamayan bir cumhuriyet
Grev hakkı grev yapılarak
kazanılır
2013 bütçesi açıklandı
İzmir Birleşik Taşımacılık Sendikası
(BTS) Başkanı Bülent Çuhadar ile TCDD’nin özelleştirilmesi gündemli konuştuk!
TKİP IV. Kongresi toplandı!
İstanbul Etkinlik Hazırlık Komitesi Sözcüsü ile konuştuk
Ekim Devrimi, Leninist Parti diyalektiği
Birlik ve kardeşlik çağrısı büyüyor!
Alman kapitalist tekelleri büyürken, toplum yoksullaşıyor!
İşçi ve emekçiler ayakta
Avrupa, işçi ve emekçi eylemleriyle çalkalanıyor
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Ekim Devrimi, Leninist Parti diyalektiği

 

Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran, yeni bir çağ açan, emperyalizm dönemine girmiş kapitalizmi zincirin en zayıf halkası olan Rusya’dan kıran Ekim Devrimi, aradan geçen 95 yıla rağmen ortaya çıkardığı sonuçlar ve ondan alınması gereken derslerle dimdik ayakta durmaktadır.

Emperyalizm dönemine girmesiyle beraber kapitalizmin derinleşen çelişkilerinin ortaya çıkarttığı nesnel durum, tam da bu çelişkilerin derinleşip yoğunlaştığı yer olan Rusya’da Ekim Devrimi’ne olanak tanımıştır.

Günümüzdeki dünya olaylarının seyri bu eşsiz tarihsel olayın deneyimlerini ve kazanımlarını çok yönlü olarak ele almayı gerektirmektedir. Bu ele alış, Ekim Devrimi’nde temel rol oynayan Bolşevik Parti’nin irdelenmesini öne çıkartmaktadır.

Ekim Devrimi’nin en temel kazanımlarından birisi, hatta en önemlisi, emek-sermaye çelişkisinin proleter devrimle taçlanmasını sağlayan işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyini geliştiren devrimci öncü güç olan Bolşevik Parti’dir.

Nesnel koşulların olgunlaşması ve öznenin rolü

Öncünün rolünü oynayabilmesi öncelikle nesnel koşullara ve devrimci durumun oluşmasına bağlı olmakla birlikte, öncünün bu sürece hazırlığı da bir o kadar belirleyicidir.

Lenin devrimci durumu tariflerken şu üç temel noktayı ortaya koyar:

Birincisi, “Egemen sınıflar için değişikliğe gitmeden egemenliği sürdürmek mümkün olmazsa”; ikincisi, “Baskı altındaki sınıfların sıkıntısı ve ihtiyacı, normalden daha öteye kadar ilerlemişse”; üçüncüsü “Yukarıdaki nedenlerin bir sonucu olarak, «barış zamanında» kendilerinin soyulmasına hiç ses çıkarmadan razı olan, ama sıkıntılı zamanlarda hem buhranın her türlü şartları, hem de bizzat «üst sınıflar» tarafından bağımsız tarihi eyleme itilen yığınların etkinliğinde önemli bir artış varsa.”

Tüm bunların üzerine, bu devrimci durumun kendisinin devrimin olması için yeterli olmadığını ekler. Tersinden hiç bir grup veya partinin devrimci durumu kendi özgücüyle yaratamayacağını, devrimci durum oluşmadan emek-sermaye çelişkisini devrimle taçlandıramayacağını ortaya koyar. Bu yüzdendir ki gelişecek devrimci süreçlere önden hazırlıklı olabilmek, işçi sınıfını iktidara yürütebilecek bir öncünün varlığıyla olanaklıdır. Bu bilinç açıklığı Lenin’i öncelikle tüm enerjisini devrimci öncünün yaratılmasına vermesini sağlamıştır.

Bana bir devrimciler örgütü verin, Rusya’yı altüst ederim!”

1901 sonu, 1902 başında kaleme aldığı “Ne Yapmalı?” kitabını hazırlayarak RSDİP kongresine gelen Lenin, yılların, deneyimi ve pratiğinin ürünü olan örgüt modelini kongreye sunmuş, yaratılması için çaba sarf etmiştir. Örgüt tartışmalarındaki temel nokta olarak “ilk ve zorunlu pratik görevimizin, siyasal mücadeleye gerekli enerjiyi, oturmuşluğu ve sürekliliği sağlayabilecek olan bir devrimciler örgütünün yaratılması olduğu” gerçeğini saptamıştır. Bunu da “Bana bir devrimciler örgütü verin, Rusya’yı altüst ederim!” sözüyle ifade etmektedir.

“Marksizmi anlayamayanlar, (...) işçi sınıfı hareketinin yığınsal, kendiliğinden yükselişinin (...) bir devrimciler örgütü yaratma görevinden bizi kurtardığını düşünebilirler. Tersine, bu hareket, bu görevi bize yüklemektedir; çünkü mücadele güçlü bir devrimciler örgütü tarafından yönetilmediği sürece proletaryanın kendiliğinden mücadelesi hiç bir zaman onun gerçek “sınıf mücadelesi” haline gelmeyecektir.” diyerek proletaryanın gerçek sınıf mücadelesinde devrimci örgütün ne kadar önemli bir rol üstlendiğini ortaya koymaktadır. Devrimin neden Rusya’da başarıya ulaşmasına rağmen Avrupa’da ulaşamamasına dair ise Ekim 1918’de şunları söylüyordu; “Avrupa için en büyük talihsizlik, onun için en büyük tehlike, orada devrimci bir parti olmamasıdır. Scheidmannlar, Renaudeller, Hendersonlar, Webbler ve hempaları gibi hainlerin partileri, ya da Kautsky gibi uşak ruhlular var. Devrimci parti yok Avrupa’da. Gerçi yığınların güçlü bir devrimci hareketi bu yanlışı düzeltebilir, ama bu olgu büyük bir talihsizlik ve büyük bir tehlike olarak kalıyor.” Bu devrimciler örgütü, proletaryanın burjuvaziyle olan cengine öncülük edebilmek için öncelikle Marksist-Leninist teori üzerine kurulmuş, onu özümsemiş ve hayatla buluşturmayı başarmış olmalıdır. “Devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz” sözüyle Lenin, teorinin önemini, devrimci örgütün yükselmesi gereken düşünsel zemini tariflemektedir.

Devrimci teori, devrimci sınıf, devrimci örgüt!”

Ancak devrimci teorinin, bilimsel sosyalizmin hayatla buluşabilmesi toplumdaki karşılığı olan sınıfla buluşması anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı bilimsel sosyalizmde “düşünsel silahlarını” bulurken bilimsel sosyalizmse işçi sınıfında maddi karşılığını bulmaktadır. Bilimsel sosyalizmi işçi sınıfıyla buluşturacak olan devrimci örgüt ise burada temel önemdedir. İşçi sınıfıyla et ve tırnak gibi birleşmiş, işçi sınıfı içersinde yer edinmiş, onun içerisinde konumlanmış, fabrikalar temelinde hücreler oluşturmuş, sadece teorisi ile değil, sınıf bileşeni ve sınıfsal karakteri ile bunu ortaya koyan bir devrimci parti sosyalizme giden yolu açabilir.

Çünkü üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”, özel mülkiyetin toplumsal mülkiyet haline gelebilmesi ancak işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleştirilecek bir devrimle olanaklıdır. Zira işçi sınıfı“zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri” olmayan, yaşamak için emek-gücünü satmak zorunda olan mülksüzler sınıfıdır.

Devrimci örgüt yaşamsaldır!”

Tüm bunlar Bolşevik Parti’nin üzerinde yükseldiği zemindir. Bilimsel sosyalizm ile işçi sınıfının birliğinde ifadesini bulan partinin sarsılmaz yapısı, temel taşlarıdır.

Bu örgüt, programı, hedefleri gereği düzen sınırları içine sığamayan, bir tercihin ürünü olarak değil, mücadelenin, tarihsel koşulların onu zorladığı bir durum olarak, “her şeyden önce ve esas olarak devrimci eylemi meslek edinmiş kişilerden oluşmalıdır. Böyle bir örgütün üyelerinin bu ortak özelliği karşısında, işçilerle aydınlar arasındaki ve hele ayrı ayrı meslekler arasındaki her türlü ayrım kesin olarak silinmelidir. Besbelli ki, bu örgüt, pek geniş tutulmamalı ve olabildiğince gizli olmalıdır.”

Ancak ve ancak bu konum onu düzenin darbeleri karşısında sarsılmaz kılar ve işçi sınıfının, yığınları harekete geçirebilecek gücü iradeyi göstermesini sağlar.

Burjuvazinin kendi sınıf egemenliğini kolayından bırakmayacağı, uğruna savaşacağı açıktır. Bu yüzden burjuvaziye karşı bu cengi yönetecek olan öncü her yerde aynı anda aynı şekilde davranabilecek şekilde merkezi, tüm bileşenlerinin ortak iradesini yansıtacak şekilde demokratik olabilmelidir.

Bu örgüt işçi sınıfın örgütüdür. Kolektif yaşamdan, proleter disipline, çıkarsız ilişkilerden, bireyciliğin zerresinin bulunmadığı, tek bir vücut gibi hareket edebilen, nefes alan bir örgüt olmalıdır.

Böylesi bir devrimci örgüt devrim mücadelesinin devamlılığı, zafere ulaştırılabilmesi açısından yaşamsaldır.

Partiyi kazandık! Partiyle kazanacağız!”

İçerisinde bulunduğumuz tarihsel çağ, emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Bu, çağa genel karakterini veren bir olgudur. Gerici dönemler olduğu kadar, şu anda içerisinden geçmekte olduğumuz dönem gibi devrimlere gebe, krizler, bunalımlar ve savaşlar dönemleri de yaşanmaktadır.

Bugünün dünyasının gerçekliği, kapitalizmin yaşadığı yapısal bunalımın savaşlar doğurduğu, işçi-emekçi yığınların sokağa döküldüğü, halk ayaklanmalarının olduğudur. Bu nesnel durumun devrimler üretememesinin tek olmasa da en büyük nedeni bu çelişkiyi, bu bunalımı devrime çevirebilecek, işçi sınıfı ile bütünleşmiş öncü partilerin eksikliğidir. Geçtiğimiz yüzyılın başında Rusya’da olan ama Avrupa’da olmayan devrimci öncünün yokluğudur.

Bu gereklilik, bu topraklarda da karşımızda somut bir olgu olarak ve çağrı olarak durmaktadır. Dünya’da gelişen süreçlerin düğüm noktası olan Ortadoğu coğrafyasında ve tüm kriz dinamiklerinin orta yerinde duran Türkiye, krizleri, bunalımları, savaşları bugün-yarın yaşayacaktır.

Bu yüzden bu topraklarda 25 yıllık tarihe sahip olan, ilk ortaya çıkışından bugüne devrimci teoriyi bayrak edinmiş, tüm gücü ve olanakları ile işçi sınıfına yönelmiş, ilk ortaya çıkışıyla birlikte devrimci örgütü kurmayı önüne almış komünist hareketin çağrısına kulak vermeliyiz. Bizler devrime, işçi sınıfına öncülük edecek tarihsel araca sahibiz. “Partiyi kazandık! Partiyle kazanacağız!” şiarını bugün somutlayabilmek, en başta devrimci sınıf partisini güçlendirmeyi ve kitlelerle buluşturmayı gerektiriyor.

R. U. Kurşun

 

 

 

 

Agos editörü Pakrat Estukyan ile konuştuk...

1.500.000 soykırım kurbanının inkarını bir devlet politikası olarak algılayan sistemden +1 için adalet beklemek safdillik olacaktı!”

 

- Türkiye, savaş, saldırganlık, sömürü ve şovenizm ile mağrur bir coğrafya. Burada etnik kimliklere yönelik baskı ve asimilasyon da önemli bir yer tutuyor. Siz Ermeni toplumunun sesi olarak ortaya çıkmış bir gazete olarak içinden geçmekte olduğumuz bu atmosferi nasıl görüyorsunuz?

Pakrat Estukyan: Öncelikle sorunuzu çalışanı olduğum Agos gazetesi adına değil, kişisel görüşlerimle cevaplayacağımı belirtmeliyim.

T. C.’nin tarihsel arka planını oluşturan Osmanlı Devleti, bütün emperyalist ülkeler gibi savaşçı, saldırgan ve sömürücü bir yapıya sahipti. Ancak etnik şovenizmle açıklanacak bir karaktere sahip olduğunu iddia etmek mümkün değil. Osmanlı siyasi aklı, biat ettikleri sürece imparatorluk tebaalarının etnik kimliği arasında tercih yapma gereği duymuyordu. Ancak savaş yorgunu bir imparatorluğun enkazı üzerine, Turancı kadroların tasfiyesi ile inşa edilen Cumhuriyet Türkiye’si günün politik gerçekliği içinde savaş fikrinden uzak durmaya çaba gösterse de, istilacılık heveslerini bilinçaltında her daim canlı tuttu.

2. Dünya Savaşı süresince büyük bir hevesle Hitler’in zaferine ümit bağladı. Bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde Ermenistan üzerinden Sovyetler Birliği’ne saldırmayı umuyordu. Savaşın seyri farklı gelişince, NATO’ya üye olarak, kuruluş felsefesi olan “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini şiar edindi. Ancak beliren ilk fırsatta da bilinçaltındaki saldırganlığa ve işgalciliğe başvurabileceğini Kıbrıs’ın kuzeyini işgal ederek, körfez savaşında “üç koyup beş alma” hesapları yaparak, günümüzde ise Suriye politikasıyla gösteriyor.

Bu gün Türkiye halklarına zorla giydirilen bir deli gömleğini andıran üniter devletin çatırdadığına tanık olmaktayız. Yaklaşık doksan yıl boyunca dilleri ve kimlikleri yasaklayan, bu bağlamda en temel insan haklarını çiğneyen asimilasyon politikası tam bir açmaza dönüştü ve mutlaka değişmek zorunda. Bir gazete yazarı olarak sorumluluğum ise, bu çatırdamanın, üniter devletten demokratik devlete geçiş sürecinin en az hasarla, en az insani tahribatla yaşanmasına çalışmayı gerektiriyor.

- Ermeni toplumu aslında soykırımdan beri bu ülkede aşağılanmaya ve hor görülmeye devam ediliyor. Ermeni toplumunun bugün için öncelikli sorunları ve talepleri nedir?

Pakrat Estukyan: Türkiye Ermeni toplumu cumhuriyet tarihi boyunca özgün kimliğini, inancını, dilini ve geleneklerini mümkün olduğunca göze batmamaya çalışarak korumayı amaçladı. Bu günün öncelikleri ise tüm mağduriyetlerini görünür kılarak Türkiye toplumunun demokrat ve özgürlükçü unsurlarının dayanışmasını talep etmek şeklinde tezahür ediyor. Doğal olarak da böylesi bir iklim değişikliği toplum içinde gelenekçiler ve yenilikçiler arasında derin görüş ayrılıklarına yol açıyor.

- AGOS uzun süredir yayın yapan bir gazete ancak adı daha çok Hrant Dink’in katledilmesinin ardından gündeme geldi. Dink’in katli üzerine çok şey yazılıp çizildi, devletin rolü de hayli teşhir oldu. Siz kısaca bu sürece dair neler söylemek istersiniz?

Pakrat Estukyan: AGOS 1996’dan, yayınlandığı ilk günden itibaren hedeflediği okur profiline ulaşmış bir gazete. Hrant Dink’in katledilmesi ile okur profilinde bir değişiklik yaşanmamakla birlikte, tirajda çok ciddi bir yükseliş yaşandı. Hrant’ın katli konusunda en yalın ve gerçekçi tanım ünlü gazeteci Robert Fisk‘in 1.500.00+1 formülü. 1.500.000 soykırım kurbanının inkarını bir devlet politikası olarak algılayan sistemden +1 için adalet beklemek safdillik olacaktı.

- Bugün Türkiye Ortadoğu’da ABD adına taşeronluk yaparak halkları tehdit ediyor. Somutta Suriye’ye yönelik tehditler, savaş ve saldırganlığın kapıda olduğunu gösteriyor. Savaş ve saldırganlık politikalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Pakrat Estukyan: Türkiye’nin dış politikası 1950’li yıllarda benimsenen ilkelerle günümüze ulaşmıştır. Bu ilkeler ABD’ye ve onun temsil ettiği küresel kapitalizme mutlak bağlılıkla açıklanabilir. Bu dış politika İsrail ile de dayanışmayı gerektiriyor. Bu bağlamda Davos’taki “van minüt” çıkışı ve “Mavi Marmara” gerilimi perdenin önünde sahneleniyorlar. Perdenin arkasında ise bizim göremediğimiz, ancak çok iyi bildiğimiz farklı tezgahlar çalışıyor. Suriye’ye karşı izlenen siyaset en çok İsrail’i memnun ediyor.

Diğer yandan Türkiye’de toplumsal düşünce zaman zaman devlet siyasetinden büyük ayrışmalar gösterebiliyor. Bu durumu 12 Mart generallerinden Memduh Tağmaç “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı, bunu dizginlemeliyiz” cümlesiyle açıklamıştı. Şimdi de Türkiye toplumu mevcut hükümetin Suriye politikasını desteklemiyor. Hatta bu hükümet için oy verenler de savaşa karşı bir duruş içindeler. Sonuçta halk kendi çıkarları ile küresel kapitalizmin çıkarlarının örtüşmediğini, tersine çatıştığının farkında. Savaşın ülke ekonomilerine ivme kazandırdığı savı büyük bir yalandır. Bu yıkım ortamından sadece spekülatörler, büyük sermaye sahipleri zenginleşir. Savaşlar halklara sadece ölüm ve yoksulluk getirir.

- Bu savaş, sömürü ve şovenizm atmosferinde sınıf devrimcileri “İşçilerin birliği halkların kardeşliği!” şiarıyla bir etkinlik örgütlüyor. Etkinliğin hedefi ise bildiğiniz gibi savaşa ve şovenizme karşı halkların kardeşliği çağrısı yapmak. Etkinliğe dair söyleyeceğiniz bir şey var mı?

Pakrat Estukyan: Savaşa, şovenizme, sömürüye karşı mücadele edenler, sınıf kavramına çok yeni ve gerçekçi bir yorum getirdiler. Yeni slogan “Biz %99’uz” şeklinde. 21. yüzyılın sermayesi çok uluslu şirketler olarak küreselleşti ve tüm insanlığı sömürmekte. Bu neoliberal sömürünün en önemli hedeflerinden biri de emeğin yanı sıra doğanın da talanına dayanıyor. Bu soyguna ve talana karşı çıkan her etkinlik desteklenmeli, duyulur kılınmalı, yaygınlaştırılmalı.