12 Şubat 2010
Sayı: SİKB 2010/07

 Kızıl Bayrak'tan
Saldırılara yanıt
genel grev-genel direnişle olmalıdır!
“Her yer TEKEL, her yer direniş” şiarıyla genel direnişi yükseltelim!
TEKEL işçileri kime karşı direniyor!
MİB Merkezi Yürütme Kurulu’nun
Şubat ayı toplantısı ve sonuçları
TEKEL’de her gün eylem, her gün direniş!
TEKEL direnişine
açlık greviyle destek
Sınıf devrimcilerinin
TEKEL faaliyetleri sürüyor
Maden ve enerji işçilerinden özelleştirme saldırısına yanıt...
Kobatan Entes patronuna rahat vermiyor
İşçi ve emekçi hareketinden...
Geleneksel solda ciddiyet ve samimiyet bunalımı
İşçi sınıfı direnişlerle kendi ideolojisine yaklaşıyor!
Sermaye devleti direnişi kırmak için çırpınıyor!.....
TEKEL işçisi kadınlarla
8 Mart üzerine...
BİR-KAR’dan kriz ve
TEKEL panelleri
Savaş baronları İstanbul’da toplandı
Dünyada işçi ve emekçi eylemleri
İstanbul DLB tatilde mücadeleye ara vermedi
Türkiye’de demokratikleşme sorunu hakkında kısa notlar - M. Can Yüce
Adana’da baskı ve yasaklara
karşı eylem
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Geleneksel solda
ciddiyet ve samimiyet bunalımı

H. Fırat

Ciddiyet ve samimiyet bunalımı

Bugün devrimci-demokrat ve reformist kanatlarıyla geleneksel sol hareket bir bütün olarak genel bir gerileme ve zayıflama içerisinde. Elbette salt gerileme ya da zayıflama olgusundan kalkarak bir siyasal akım ya da partide her zaman kusur aranmaz, ya da ona esasa ilişkin bir kusur atfedilemez. Siyasal akımlar kendi iradeleri dışında, nesnel ortamın güçlüklerinden, sınıfsal-siyasal güç ilişkilerinin aşırı dengesizliğinden, bununla bağlantılı olarak karşı güçlerin basıncından dolayı da güç kaybedebilirler, dönemsel olarak gerileyip zayıflayabilirler. Salt bu olgusal durumdan hareketle şu veya bu siyasal akımda temelli kusurlar aramak her zaman doğru ve yerinde bir tutum olmayabilir. Fakat yazık ki bugünün Türkiye sol hareketindeki asıl sorun güç kaybetmek, dönemsel olarak zayıflamak değil, fakat uzun yılları bulan tasfiyeci süreçlerin ardından artık ciddiyetini ve samimiyetini de yitirmiş olmaktır. Zayıflaması da bundan ayrı değildir, bunun kaçınılmaz bir uzantısı olarak yaşanmaktadır.

Ciddiyet ve samimiyet, devrimci olmak iddiasındaki bir siyasal akımın olmazsa olmaz temel niteliklerindendir; davasında, çizgisinde, mücadelesinde ve çalışmasında ciddiyet, davasına ve uğruna mücadele ettiğini iddia ettiği sınıfa ve emekçilere karşı samimiyet. Devrimci olmak iddiasındaki bir akımın birçok şeyi eksik, zayıf ya da yetersiz olabilir, ama ciddiyeti ve samimiyeti yoksa ya da artık yitirilmişse, o akım gerçekte bitmiş, kendini tüketmiş demektir. Bugüne kadar geleneksel akımların temel önemde birçok yapısal zaafından söz edebiliyorduk, fakat her şeye rağmen, zaman içinde epeyce erozyona uğramış olsa da, yine de belli bir ciddiyet ve samimiyetle mücadele ettiklerini de hep söylüyorduk. Bir süreden beridir artık bunu söyleyebilecek durumda değiliz. Ciddiyetini ve samimiyetini yitirmiş olmak, bugün neredeyse genel sol hareketi belirleyen ortak özellik haline gelmiş bulunuyor. Bu, uzun yıllardır sürmekte olana tasfiyeci çözülme ve çürümenin ortaya çıkardığı en temel sonuçlardan biridir ve denebilir ki en öldürücüsüdür.

Birçok grup şahsında çok belirgin bir samimiyetsizlik gözlemliyoruz. İçtenliklerini neredeyse tümden yitirmiş durumdalar; politik çalışma adı altında, açıkça durumu idare etmek, dışa ve kendi tabanlarına karşı görüntüyü kurtarmak kaygısına dayalı işler peşindeler. Ama bunun bir sonu yok. Geçici olarak bununla kendi o sınırlı tabanlarını oyalayıp tutabilirler, hatta hatta koşullar elverirse çevrelerine üç-beş yeni insan da kazanabilirler. Ama bu bir şey ifade etmez ve böylelerine bir faydası da olmaz; zira onlar devrimcilik iddiası çerçevesinde en temel özellikleri olması gereken ciddiyetlerini ve samimiyetlerini yitirmişler. Buna siz gerçekte kimliklerini, kendi varlık nedenlerini yitirmişler de diyebilirsiniz. Söz konusu olan devrimci siyasal mücadeleyse, herşeyin başı kimlik, yani niteliktir. Önce bir niteliğiniz olacak ki, o temel üzerinden niceliğinizin de bir anlamı ve değeri olabilsin.

Devrimci hedeflere dayalı bir ulusal özgürlük mücadelesi içerisinde kendisine anlam kazandıran kimliğini bulan dünün PKK’si, İmralı’da bu kimliğinden geriye kalan ne varsa onu tümden yitirdikten sonra, pek övündüğü ifadeyle, hala “yüzbinleri” ardından sürükleyebilse ne olur ki? Nitekim hala bir biçimde sürüklüyor da. Ama düne kadar kendisini anlamlandıran kimliğini yitirmiş, aynı anlama gelmek üzere devrimci açıdan bakıldığında bitmiş tükenmiş bir harekettir sözkonusu olan. Ama Kürt halk kitleleri hala benim etrafımda diyor ve bunu yaşadığının, yolunu yürümeye devam ettiğinin bir göstergesi olarak sunabiliyor. Kitleleri etrafına toplamak kendi başına bir şey ifade etmez, bunu reformist ya da gerici düzen akımları da pekala aynı başarıyla yapabilirler. Gücünüzün, kitle desteğinizin anlamı kimliğinizden, onu belirleyen amaç ve hedeflerinizden, onun somutlanmış ifadesi olan siyasal program ve çizginizden ayrı düşünülemez. Siz “yüzbinler” üzerindeki etkinizi, Kürt emekçi halk kitlelerini devrimci bir yolda yürümekten alıkoyup düzenle uzlaşma yoluna çekmede kullanıyorsunuz. Çizginiz bu olduktan sonra etrafınızda yüzbinler olsa ne olur ki? İşin aslında sizler, devrim için, emekçilerin ve ezilenlerin gerçek kurtuluşu için mücadele edenler karşısında, aşılması gereken bir engelden, yıkılması gereken bir barikattan başka bir şey değilsiniz artık.

Tabii ki her siyasal mücadelede amaç güçlenmek, kitlelerin desteğini almak, bu desteğe dayanarak hedeflere yürümek, amaçlananı pratik olarak gerçekleştirmektir. Böyle bir destek alınmadan tabii ki siyasal mücadelede hedeflere yürünmüyor, amaçlananların gerçekleşmesi olanaklı olamıyor. Dolayısıyla kimliğe/niteliğe yaptığım vurgu, niceliğin önemini hiçbir biçimde zayıflatmamalı. Kaldı ki nitelik gerçekten nitelikse kendi niceliğini de er ya da geç yaratır, bundan da kuşku duymamak gerekir. Sizin gerçekten sağlam bir kimliğiniz, doğru bir ideolojiniz, bunun ürünü devrimci bir programınız ve çizginiz, bunun taşıyıcısı devrimci bir partiniz/örgütünüz varsa, ciddiyet ve samimiyet, kararlılık ve sebatla çalışıyorsanız, eninde sonunda güç de kazanırsınız, bu işin doğasında var. Dolayısıyla nitelikle niceliği karşı karşıya koymamız hiç de gerekmez. Ama temel olan niteliktir, nicelik niteliğe bağlı olarak bir anlam taşır, bu temel önemde noktayı hiçbir biçimde gözden kaçıramayız.

Oysa geldiğimiz noktada her iki kanadıyla da geleneksel sol hareket artık niteliğe bakmıyor, izlediği çizgiye bakmıyor, ciddiyeti ve samimiyeti umursamıyor; şu veya bu biçimde bir şeyler yapmış olarak elde tutulanı korumak, ne pahasına olursa olsun yeni bazı güçler kazanmak kaygısıyla hareket ediyor. Buna dayalı amaçsız ve pragmatist bir politik çizgi izliyor. Bu kaygıya dayalı yeni politik “açılımlar” yapıyor, düne kadar reddettiği ilişkilere giriyor, ilkesiz ittifak platformları kuruyor. Oysa bu yolla elde edilecek olanın ya da daha doğrusu elde edilecek sanılanın hiçbir kıymeti yok. İdeoloji ve politik çizgide bir ciddiyetiniz ve tutarlılığınız yoksa, ilkesel ve stratejik olanı artık umursamaz duruma gelmişseniz, devrimcilikle reformizmi birbirinden ayıran en temel ayırım çizgilerini gönlü rahat bir biçimde bir yana bırakabiliyorsanız, sizin için aslolan artık günü ve görüntüyü kurtarmak haline gelmişse, güç olsanız ne ifade eder ki? Kaldı ki bununla güç de olunmaz, bu zeminde güçlenme olmaz, yalnızca hüsran ve tükeniş yaşanır.

Kısacası, çizgi, çizginin belirlediği politik kimlik, bunun mücadele içinde yarattığı kültür ve değerler sistemi her şeyin başıdır. Geleneksel sol her şeyden önce buradan kaybetmiş. Şu veya bu grubun ya da genel olarak sol hareketin durumuna bakarken, her şeyden önce buradan, bu belirleyici ayrım çizgilerinden bakmak gerekir. Politik ve moral açıdan durumu nedir, politik ciddiyet ve tutarlılık, mücadeleye ve emekçilere karşı samimiyet korunuyor mu, öncelikle bunlara bakmak gerekir. Zira gelinen yerde tasfiyeci çürümenin asıl tahribatı tam da bu alandadır. Bu da politik kimliğin ve çizginin bozulmasından ayrı bir olay değildir.

Tükenen küçük-burjuva devrimciliği

Günümüz dünyasındaki durumu ele alırken, EKİM 1. Genel Konferansı’nın bazı değerlendirmelerini anımsatarak yaşanan gelişmelerin bunları doğruladığını ifade etmiştim. Bugün aynı şeyi sol hareketle ilgili daha kuvvetli bir biçimde söyleyebilecek durumdayız. Komünistlerin genel olarak sol hareket, özel olarak da onun şu veya bu kesimi ya da grubu hakkında zamanında ortaya koyduğu değerlendirmelere, yaptığı eleştiri ve uyarılara dönüp bakınız, bunların bugün olduğu gibi doğrulandığını göreceksiniz. TDKP’den MLKP ve TİKB’ye kadar bu böyle. Genel olarak sol harekete ve özel olarak da bu akımlara ilişkin değerlendirmelerimiz, uyarılarımız ve öngörülerimiz belgelidir ve bunlara ulaşmak güç de değildir, neredeyse hepsi kitaplaştırılmıştır. Bu değerlendirmeleri ve eleştirileri yeniden inceleyiniz ve bu akımların zaman içindeki evrimleri ve bugünkü akibetleriyle karşılaştırınız, şaşırtıcı bir isabetlilik göreceksiniz. Bu gerçekte şaşırtıcı değildir; zira bizim çıkışımızda, bir yenilgi döneminin ardından, Türkiye sol hareketini çok yönlü ve derinlemesine incelemek, anlamak ve aşmak çabası vardır. Bunu yapan, bunu yaparak siyaset sahnesine çıkmayı başaran bir hareket, sol akımların mevcut ideolojik-sınıfsal özellikleriyle yüzyüze kalacakları akıbeti de iyi-kötü önden görüp kestirebilirdi. Bizde olan da budur.

Biz siyasal mücadele sahnesine o güne kadarki sol hareketin eleştirel değerlendirmesi temelinde çıkmış bir hareketiz. Ciddi bir yenilgi almış ve tasfiyeci süreçlere sürüklenmiş bir devrimci hareketin içinden, bu yenilgiyi anlamaya, belirleyici nedenlerini bulmaya, anlayıp bulduğumuz ölçüde de onu aşmaya çalışarak kendi yeni bilincimizi ve siyasal kimliğimizi oluşturduk. Yani bizim çıkışımız, sol hareketin çok yönlü tahlili ve eleştirisi ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. ‘60’lardan ‘80’lere evrilen ve ‘80’li yıllarda genel bir çözülme, dağılma ve tasfiye sürecine giren bir sol hareketin gelişme süreçlerini, temel idelolojik ve sınıfsal karakterini, kültür ve değerlerini anlama ve ileriye dönük olarak aşma çabası, bizim ortaya çıkışımızın temel dinamiği durumundadır. Böyle olunca, biz, geleneksel sol hareketin mevcut ideolojik-sınıfsal özellikleriyle gelecekte nasıl bir akıbetle yüzyüze kalabileceği üzerine de öngörülerde bulunabilecek önemli üstünlüklere sahiptik.

Türkiye’nin ‘60’lı ve ‘70’li yıllarında, işçi sınıfı, köylülük, şehir küçük-burjuvazisi, genel olarak kent ve kır yoksullarının katıldığı ileri boyutlar kazanmış bir sosyal mücadele vardı. ‘60’lı yıllardaki genel sol yükseliş, 12 Mart döneminin ardından ve ‘70’li yılların ikinci yarısında, radikalleşerek daha geniş boyutlar kazandı. Sol akımların oluşumu ve gelişimi de bu genel sosyal hareketlilikle sıkı sıkıya bağlantılı olarak, onun içinden, onu etkileyerek ve ondan etkilenerek oldu. Modern Türkiye’nin tarihinde ilk kez görülmüş bu türden bir sosyal hareketlenmenin yarattığı moral ve politik atmosfer, sol akımların yeşermesine ve hızla güçlenmesine de imkan sağladı.

Anılan dönemlerin mücadelelerine baktığımızda, radikal bir tutumla ortaya çıkan ve ileri düzeyde politizasyon yaşayan sosyal kesimin, gerek kitlesel katılımıyla ve gerekse de radikal eğilimiyle, büyük ölçüde kent ve kır küçük-burjuva kitleleri olduğunu görüyoruz. Elbette burada sözkonusu olan genel olarak küçük-burjuvazi değil, fakat daha çok onun aydınlanmış ileri ve ilerici kesimleridir. Geleneksel ve modern kesimleriyle Türkiye küçük-burjuvazisi çok karmaşık bir sosyal tabaka durumundadır. Sosyo-kültürel açıdan ve dolayısıyla politik eğilim yönünden büyük bir değişkenlik göstermektedir. Bu sınıfın belli kesim ve katmanları faşizmin, bir kesimi dinsel gericiliğin kitlesel tabanıdır, geçmişte olduğu gibi bugün de. Ama kentte ve kırda yaygın bir ilerici küçük-burjuva katman da var Türkiye’de. Bir dizi karmaşık ekonomik, sosyal, politik, kültürel etken, Türkiye’de güçlü bir ilerici küçük-burjuva kitle yaratmıştır ve bu radikalleşerek devrimci akımların doğmasına toplumsal-politik ortam oluşturmuştur. Radikal sol akımlar da daha çok bu sosyal zeminde ortaya çıktılar; buna uygun bir ideolojik-programatik perspektif edindiler, bu sosyal konuma uygun düşen bir siyasal çizgi izlediler; ve nihayet, bunun yansıması bir politik-örgütsel kültür ve değerler sistemi yarattılar.

Ama Türkiye’nin ilerici-devrimci küçük-burjuvazisi, ‘60’lardan ‘80’lere yaşanan ve büyük toplumsal-siyasal çalkantılara sahne olan ilk yirmi yılın ardından, bu mücadeleyi taşıyacak politik ve moral gücünü yitirdi. Her iki devrimci yükselişi izleyen faşist bastırma ve ezme dönemlerinde, devrimci küçük-burjuvazi gerçekten ağır bedeller ödedi. 12 Eylül’de takibata uğrayıp tutuklananların (ki sayıları yüzbinleri buluyor) sosyal yapısına dönüp bakınız, ezici bölümüyle kentin ve kırın küçük-burjuva kökenli kadro ve sempatizanları ile yüzyüze olduğunuzu görürsünüz. Bu insanlar genel küçük-burjuva hareketliliğin öncü unsurları durumundaydılar. Radikal küçük-burjuvazi iki tarihsel dönem, ki bu iki on yıl demektir, bu yükü taşıdı ve karşılığında ağır bir bedel ödedi. Sonuçta küçük-burjuva siyasal öncüler kadar küçük-burjuva kitleler de yoruldu, eski dinamizmini, devrim arzusunu ve coşkusunu yitirdi.

Bu canlı politik sosyal gücün desteğinden yoksun kalmak, geleneksel sol akımlar için başlı başına bir bunalım etkeniydi. Buna yenilginin yıldırıcı etkilerini, bunun yolunu düzlediği tasfiyeci cereyanın ağır tahribatını ekleyiniz. Buna dünyadaki gelişmeleri, ‘89 çöküşünü ekleyiniz. Buna Kürt hareketinin paradoksal biçimde önce yükselişinden ve ardından teslimiyetinden gelen bozucu ve zayıflatıcı etkileri ekleyiniz. Buna sınıf ve kitle hareketinin yıllardır belli bir eşiği aşamamasını, bir türlü politikleşip devrimcileşememesini ekleyiniz. Bütün bunlar ve bunlara eklenebilecek öteki bazı etkenler, yükselişler içinde doğmuş ve kendini bulmuş geleneksel sol akımların bugün neden artık yolun sonuna gelip dayandıkları konusunda aydınlatıcı açıklamalar bulursunuz, ki bunlar bizim konuya ilişkin değerlendirmelerimizde, sürekli olarak ve belli bir sistematik içinde hep ele alınagelmiştir.

Stratejik kaygıların bir yana bırakılması

Bu akımlar Marks ve Engels’in temellerini attığı bilimsel sosyalizm adına ortaya çıkmışlardı. Gelgelelim küçük-burjuvazi, böyle bir dünya görüşünün ve o dünya görüşüne uygun düşen bir programın yükünü taşıyabilecek bir sınıf değildi. Bilimsel sosyalizm modern işçi hareketinin teorik ifadesidir; o toplumsal dayanağını işçi sınıfı hareketinde bulabildiği ölçüde pratik yaşamda gerçek anlamını bulabilir ve sonuçlarına ulaşabilir. Özellikle bazı küçük-burjuva devrimci-demokrat akımların kavramakta olağanüstü bir yeteneksizlik gösterdiği temel sorunlardan biridir bu. Bunu örneğin DHKP-C ile tartıştığınızda size yanıt olarak şunu söylüyebiliyor: Biz dogmatik değiliz; bu ülkenin gecekondusundaki emekçiler, bu ülkenin gençliği, sizin o küçük-burjuva katmanlar diye küçümsediğiniz kesimleri çok daha radikal, çok daha iyi mücadele veriyor, oysa işçi sınıfı genellikle reformist bir eğilim gösteriyor!

Küçük-burjuva sınıfsal ideoloji ve kültür bu tür akımların bilincine ve ruhuna öylesine sinmiş ki, hem marksist geçinip hem de Marksizm’in bütün bir sınıf özünü oluşturan temel önemde bir teorik düşüncenin karşısına böyle çıkabiliyorlar. Burada kuşkusuz bir açık sözlülük var, ama bu dürüstlükten çok sindirilmiş bir sınıfsal konum ve kültürden geliyor; deyim uygunsa küçük-burjuva kimlik içlerinden bazılarının adeta genlerine işlemiş, bundan gelen bir doğallıkla söylüyor bunu, kendi sınıfının devrimciliğini savunuyor kendine göre. “Hak”, “hukuk”, “ekmek”, “adalet”, “vatan” derken, iki yüzyıldır küçük-burjuva popülist akımların temel ideolojik önyargılarını yinelediğinin farkında bile değil. Farkında olması da gerekmiyor, zira benzer sosyal-kültürel zeminler, benzer düşünce ve argümanların oluşumunu neredeyse kendiliğinden hazırlıyor.

Döneme uygun politika adı altında devrimci stratejik perspektifi yitirmek, geleneksel sol hareketlerin yeni dönemdeki (bundan ‘87’yi izleyen yeniden toparlanma dönemini kastediyorum) temel davranış biçimi oldu. Bir dönem için buna direnenler ise özellikle ‘90’ların ikinci yarısından itibaren bu yönelime girdiler ve gelinen yerde kendilerinden öncekilerle aynı yerde konakladılar. Devrimci stratejik perspektifin yitirildiği yerde, her şey günü kurtarmaya, pratik olarak güçlenmeye indirgenir. Başarılı bir taktik tabii ki çok önemlidir, ama her başarılı taktik bir stratejik çizgiye ve hedefe bağlı olmak zorundadır. Taktik-strateji ilişkisinin anlamı ve gereği budur. Sizin başarılı saydığınız taktiğiniz ancak devrimci stratejinize bağlıysa ve ona hizmet ediyorsa bir anlam taşır ve devrimci sonuçlar yaratır. Yoksa belki günü kurtarırsınız ama geleceği kesin olarak kaybedersiniz. Ola ki güncel planda güçlenirsiniz de, ama bu arada gelecek hedeflerinizden koparsınız. O zaman da elde ettiğiniz sözde başarının devrimci açıdan bir kıymeti kalmaz. Reformizmi tercih ettiyseniz mesele yok, ama devrimcilik iddiası taşıyorsanız, bu davranışınızla siz geleceği güne feda etmiş olursunuz. Kuşkusuz önemli olan gelecektir deyip günü ihmal ettiğiniz bir durumda ise, bu kez salt o güzel gelecek hayalinizle başbaşa kalırsınız, bu da sorunun öteki yönü.

Rosa Luxemburg, Alman sosyal-demokrasisi reformizm yoluyla kitleleri kolay kazanabileceğine inanıyor, oysa Bolşevikler bunun tam tersinin doğru olduğunu kanıtladılar, diyor. Kitleleri devrime kazanmanın yolu devrimci politika ve taktikler izlemekten geçer, demek istiyor. Bolşevikler devrimci politika ve taktiklerle kitlelerin kazanılabileceğini gösterdiler. Çünkü devrimci taktik, temelde kitlelerin çıkarlarına ve gerçek ihtiyaçlarına uygun düşer.

Elbette bunu mekanik değil fakat diyalektik bir biçimde kavramak gerekir. Öylesine özel tarihi koşullarla yüzyüze kalabilirsiniz ki, ilkelere bağlı kaldığınızda ve devrimci taktik izlediğinizde uzun dönemler etkili olmayabilirsiniz de. Ama bu durumda sabırlı ve inatçı olacak, ilkelerinize ve devrimci taktiğinize sadık kalacak, izlediğiniz politikaların güç kazanacağı zamanı, deyim uygunsa sıranızı bekleyeceksiniz. Bukalemun gibi o günkü sosyal ortama uymayacaksınız. Çizgiyi somut koşullara uydurmak demek, kendi temel ilkelerinizi bir yana bırakmak demek değildir. O günün gerçekliğini de hesaba katarak gerekli esnekliği göstermek, fakat asla ilkelere dayalı konumunuzu bozmaksızın sabırlı ve sebatkar davranmak demektir. Örneğin, evet ben devrimci amaçlar güdüyorum, devrimci ilkelerime ve çizgime sadık kalacağım, ama bunun şu görünür zaman dilimi içerisinde fazla bir sonuç yaratmayacağını da bileceğim, soluğumu tutacağım, dönemimi ve dolayısıyla sıramı bekleyeceğim, her türlü olanağı ve fırsatı da kullanmasını bilerek geleceğe hazırlık yapacağım der, bunun sağladığı bir soluk ve sabırla davranırsınız. Küçük-burjuva sabırsızlığı içinde olanlar bu ilkesel tutarlılığı gösteremezler ve sanıldığı gibi her zaman maceracı bir çizgiye değil, tersine çoğu kere reformizme kayarlar. Türkiye solunun şu on yılında sayısız örneklerini görüp izlediğimiz gibi.

Kendini aşamayanların geriye düşmesi
ya da
tükenişe sürüklenmesi

‘60’lı ve ‘70’li yılların o küçük-burjuva sosyal hareketliliği içerisinde kendi programını, çizgisini, kültürünü, örgüt zihniyetini, mücadele anlayışını, kadro tipini ve nihayet ahlakını oluşturmuş akımlardır bunlar. Belli bir sosyal-kültürel zeminde oluşmuş ve kökleşmiş bir kimlik nasıl değiştirilebilirdi? Bu iki türlü olabilirdi. İlkin, yenilgiler sarsıcıdır, sarsıcı yenilginin yarattığı açıklıklar üzerinden baktığınızda, kendi kimliğinizdeki yapısal zaafları fark edebilir ve pekala aşmak iradesi ortaya koyabilirsiniz. İkinci olarak, bağlandığınız bazı idealler ve hedefler vardır, komünizmi, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumu hedefliyorum iddiasındasınız, temellerini Marks ve Engels’in attığı bilimsel komünizme inandığınız inancındasınız. Eğer bu inançta samimiyseniz, bunun sizin için hâlâ da bir değeri varsa, bu durumda kendi küçük-burjuva kültürünüze bile savaş açabilirsiniz. Ama siz onu bir süs, dönemin bir tür moda ideolojisi olarak görüyorsanız, onunla organik olarak bütünleşme, onu özümseme ve kendini ona göre biçimlendirme kaygınız yoksa, o zaman bu süsü ya da etiketi belki gene korursunuz; ama gerçekte, başka bir dünya görüşünün, ideoloji ve kültürün, başka bir sosyal zeminin siyasal akımısınız ve öyle de kalmaya devam edersiniz.

Bu, solun çok temel önemde bir tutarsızlığıydı. Ama siyasal yaşamda tutarsızlık uzun vadede başarısızlığa, bozulmaya ve çözülmeye götürür. Nedir tutarsızlık? İşçi sınıfı davasını ve ideolojisini taşımak iddiasındasınız, oysa işçi sınıfı dışındaki bir sınıfın zemini üzerinde ürettiğiniz ideolojik-kültürel alışkanlıklara, değerlere, ahlaka kıskançlıkla bağlısınız. Bu tutarsızlık sizi tüketir ve çürütür. Burada mesele güç kaybedip etmemek de değildir. TDKP devrimcilikten reformizme geçtiğinde gücünü korudu, hatta bir parça da geliştirdi, ama bugün sonuçlarını görüyoruz.

Yenilgi sonrası muhasebe dönemi büyük ölçüde bizim ortaya çıktığımız döneme denk gelir. Bu, solda bir iç değerlendirme, hesaplaşma, ayrışma ve yeniden saflaşma dönemiydi ve biz bu dönemin ürünüyüz, dönemin en temel ihtiyacı olan geçmişle hesaplaşma dinamizminin ürünüyüz. Bu, ki başlangıç olarak kabaca ‘87 yılına denk geliyor, devrimci hareketin yeni yeni kendine geldiği, hapishaneden ileri kadroların çıktığı, bir parça gençliğin, bir parça işçi sınıfının hareketlendiği ve Kürt direnişinin de yavaş yavaş umut saçmaya başladığı bir dönemdi. Bu dönemde, geleneksel devrimci akımlar yenilginin nedenlerini anlamak çabası içerisinde köklü bir muhasebeye yönelebilirlerdi. Bu elbette, her zaman özenle vurgulayageldiğimiz gibi, bu akımlarda toplu bir yenilenme ve dönüşümün değil, fakat yalnızca sağlıklı bir iç ayrışma ve saflaşma zemini olurdu. Bir kısım güçler, teori ve pratikte işçi sınıfı devrimciliğine sıçrarken, öteki bir kısmı geriye düşer, reformizme kayar, düzen içi liberal sol akımlar haline gelirlerdi. Ve bu, devrimci açıdan gerçekten son derece sağlıklı bir durum olurdu.

Ama geleneksel küçük-burjuva devrimci-demokrat akımlar bunu başaramadılar, bu muhasebeyi yapamadılar. Bu ise sonuçta hareketin liberalizme kaymaya eğilimli öğelerine yaradı. Zira kendi iç hesaplaşmasını, dolayısıyla ayrışmasını yaşayamayan bu gruplardan bir kısmı toptan yozlaştı ve reformizme kaydı. Bundan kendini yakın zamana kadar iyi-kötü koruyanlar, ya da koruduğunu sananlar da sonunda bu kaçınılmaz akıbete uğradılar, ya da buna bile vakit bulamadan yokoluş sürecine girdiler.

Kehanet değil marksist tahlil

Bizim daha o zamandan temel önemde tespitlerimiz vardı, bunlara getirmek istiyorum sözü. Kaldığınız yerden devam etmeniz mümkün değil, ilerlemeyen kaçınılmaz olarak geriler, geriye düşer, diyorduk biz ve bunun bir yasa olduğunu önemle vurguluyorduk. TDKP’nin içinden çıktığımız için, bunu öncelikle ve özellikle TDKP’ye söylüyorduk. TDKP ilerleyemedi, geçmişle hesaplaşma ve bu temelde kendini aşma çabası göstermek bir yana, buna yönelik girişimlere karşı gerici bir direnç gösterdi. Peki sonuç ne oldu? Sonuçta bizim değerlendirme ve öngörülerimiz tam bir kesinlikle doğrulandı. TDKP buharlaşıp yok oldu, yerini EMEP gibi sosyal-reformist liberal bir partiye bırakarak.

Geçmişin marksist açıdan eleştirisine ve aşılmasına gerici bir direnç gösterenler, inkarcı ve tasfiyeci diyorlardı bize o zamanlar. Biz ise, bu çizgide tutucu bir ısrar gösterirseniz eğer, gerçekte artık orada da tutunamaz, çok geçmeden geriye düşer, bugünkü çizgiyi bile savunamaz hale gelirsiniz ve böylece, gerçek inkarcılığa asıl o zaman bizzat siz düşerseniz, diyorduk. Bu öngörümüz de tam olarak gerçekleşmiş bulunuyor, üstelik daha ‘90’lı ilk yıllarda. TDKP kendini, kendi çizgisini, kendi ideolojik ve örgütsel kazanımlarını bile savunup koruyamadı, en berbat bir liberal açılım ve dönüşüme bunların hepsini feda edip sahneden çekildi, yok olup gitti. Bu akıbetin kahramanları bugün “Denizler’in yolu 30 yıl sonra parlamentoya çıkmıştır” diyerek, nereden nereye geldiklerini de en veciz bir biçimde göstermiş oluyorlar. Onlar kendilerini inkar ettikleri gibi ‘71 devrimcilerinin devrimci mirasını da terk ettiler, gerisin geri TİP’in o pespaye oportünizmine ve parlamentarizmine döndüler. Bu denli yozlaştılar ve kendi devrimci geçmişlerinden tümüyle koptular.

Böylece bizim daha en baştan, daha ‘87 yılındaki o ayrışma günlerinde söylediklerimiz, tamı tamına gerçekleşmiş oldu. Neredeyse kehanet ölçüsünde. Ama elbette sözkonusu olan bir kehanet değil, fakat tümüyle bilimsel bir bakış ve buna dayalı tahlildi. Biz bu küçük-burjuva devrimci demokrat bir çizgidir, ama ayrışma noktasına gelmiştir, ileriye ve geriye doğru. Ya küçük-burjuva devrimciliği işçi sınıfı devrimciliği doğrultusunda aşılacaktır, ileriye çıkılacaktır; ya da küçük-burjuva devrimciliği bile korunamayacak, sonuçta küçük-burjuva reformizmine, liberalizme kayılacaktır, demiştik. Biz bunları ‘87 yılında söyledik (söylediklerimiz kitaplaştırılmış olarak orta yerde duruyor) ve yalnızca dört yıl sonra TDKP, bunu tüm açıklığı ile doğruladı. Biz bunları söylerken söylediklerimiz başkalarına inanılmaz görünüyordu, o günün TDKP hayranları da bizi inkarcı olarak görüyorlardı. TDKP’deki köklü kimlik değişimi tabak gibi ortaya çıktıktan sonra bile onların bunu kavrayıp kabullenebilmeleri için bir üç-beş yılın daha geçmesi gerekti, bu denli geriden geliyorlardı.

Biz orada bir tahlil yapıyoruz, sözkonusu hareketin ideolojik-sınıfsal karakterine ilişkin bir çözümleme yapıyoruz ve ortadaki eklektik kimliğin bu şekliyle korunmasının artık olanağı yoktur; burada durulmaz, ya ileriye çıkılır ya geriye düşülür, diyoruz. Nitekim o günkü TDKP bu ayrışmayı yaşadı da, kendi içinden yönleri ileriye ve geriye olan iki ayrı akım çıkardı. Biz ileriye çıktık ve bu gelişme bugünkü TKİP’ye vardı, ötekiler geriye düştüler ve bu gelişme belli evrelerden geçerek sonuçta bugünkü EMEP’e vardı. Bir zamanların o pek kibirli ve keskin TDKP’sinden bugün devrimcilik adına geriye iğne ucu kadar bir şey kalmadı.

Eğer Marksizm’i bir bilim olarak ele alıyorsanız, onun bilimsel yöntemini ciddiyetle kullanıyorsanız, birçok gerçeği önceden görmeniz mümkün. Bizim sadece TDKP ile değil, fakat PKK ile ilgili öngörümüz de doğrulandı. Biz ‘92 yılında, Kürt hareketi artık bir “yol ayrımı”ndadır; bu durumda ya Türkiyeli emekçilerle birleşerek ulusal kurtuluş mücadelesini sosyal devrim davasının bir parçası haline getirmek doğrultusunda ilerler, bu ise devrimci çizgide derinleşmek demektir; ya da bunu başaramaz da ulusal özlemleri kendi içinde amaçlaştırırsa, bu taktirde mevcut çizgide bile tutunamaz, geriler, düzenle uzlaşma ve bütünleşme yoluna girer.

Bizim sorunu böyle ortaya koyduğumuz dönemde, PKK’nin zamanla devrimci çizgiyi terkedip düzenle bütünleşme yoluna gireceği hiç kimsenin aklından bile geçemezdi. Oysa biz bu değerlendirmeyi tüm açıklığı ile ‘92 Nisanı’nda yaptık. Abdullah Öcalan İmralı savunmasında; ‘92 yılı bizim için dönüm noktası oldu, ben o noktadan itibaren aslında tümüyle yeni bir çizgiyi gündeme getirmek istiyordum, ama koşullar elvermedi, devlet cevaz vermedi, taban direndi vb. sonuçta olmadı, diyor. Şimdi PKK’nin bugüne varan evriminin başlangıç noktasının ‘92 yılı olduğu konusunda artık genel bir mutabakat var sol çevrelerde. Ama bizde bu değerlendirme ‘92 yılında, yani tam da zamanında, bir tahlile dayalı olarak Ekim’in “Kürt Hareketi Yol Ayırımında” başlıklı başyazısında ortaya konulmuştur.

Biz TİKB için, bu kafayla hiçbir yere gidemez dedik ve bunu nedenlerini marksist eleştiri yoluyla ortaya koyduk, üstelik onun henüz pek de güvenli ve kibirli olduğu bir evrede. Gidebildi mi peki? O “küçük ama bolşevik müfreze”den bugün geriye ne kaldı, bilen var mı? Ellerinde koca bir miras vardı oysa, 12 Eylül dönemi direnişlerinin getirdiği büyük bir politik ve moral motivasyona sahiptiler. Ama işte sorun da buradaydı; yalnızca bununla bir yere gidilmezdi, temelde bu bir çizgi sorunudur, anlaşılması gereken buydu. Nitekim gidilemediği somut olarak görüldü de; TİKB de tıpkı TDKP gibi kendi devrimci mirasına sahip çıkamadı, geleneklerini koruyamadı ve sonuçta Türkiye’nin en marjinal gruplarından biri durumuna düştü. Örgüt sorununa zamanında öylesine vurgu yapanlar, bundan umutlarını kestiler ve kendilerine şimdilerde “teorik” akıl hocalığı misyonu biçmiş bulunuyorlar. Bir zamanlar “küçük ama bolşevik müfreze” oldukları iddiasındakiler için gerçekten pek hazin bir akibet bu, ama hiçbir biçimde şaşırtıcı da değil. (Bkz, H. Fırat, Polemikler: Devrimci Proletaryaya Yanıt, Eksen Yayıncılık -KB)

MLKP’yle ilgili söylediklerimiz de giderek gerçekleşiyor. Açın örneğin “Liberal Demokratizmin Politik Platformu” kitabının önsözünü, orada, bugün TDKP’nin uğramış bulunduğu akibet kendisiyle aynı ideolojik-politik platformu taşıyan akımların yarınına ışık tutuyor; bunu inanılmaz bulacak olanlara, ama on sene önce TDKP ile ilgili söylediklerimiz de aynı şekilde inanılmaz görünüyordu, oysa bugün herkesin paylaştığı bir gerçek olarak orta yerde duruyor, deniliyor. (H. Fırat, Eksen Yayıncılık, Genişletilmiş 2. Baskıya Önsöz -KB)

Bugün MLKP ile EMEP siyasal sahnede en iyi anlaşan, artık birçok konuda birlikte davranan, birbirlerini kollayıp kayıran iki çevre haline geldiler. MLKP yayınlarında devrimci akımların adı unutuldu artık, o ünlü “komünistler ve devrimciler” tekerlemesi çoktan bir yana atıldı. Artık varsa yoksa DEHAP, EMEP, SDP ve ESP dörtlüsü, yani bildiğimiz o reformist DEHAP Bloku var. Aynıların aynı yerde buluşmasından başka nedir ki bu!

Biz söylenmesi gerekeni zamanında söyleriz. Zamanında TDKP’ye söylediklerimiz biliniyor ve işte TDKP’nin akibeti. Zamanında PKK’yle ilgili söylediklerimiz orta yerde ve işte PKK’nin akıbeti. TİKB ile ilgili söylediklerimiz koca bir kitap olarak ortada ve işte TİKB’nin akıbeti. Ve nihayet MLKP için söylenenler, onlar da bir bir gerçekleşiyor.

Yineliyorum, bunun kehanetle bir ilgisi yok. Bunu önden kestirebilmenin hiçbir güçlüğü de yok. Ortada bu hareketlerin bir kimliği, bir çizgileri ve bu çizgideki evrim ve değişim var. Bizim MLKP polemiğinde yaptığımız nedir? Onların dünkü çizgisini, kuruluş belgelerinde ortaya koyduğu perspektifleri alarak bugün geldiği noktayla karşı karşıya koymaktır. Siz dün şuradaydınız, iyi-kötü devrimci kaygılarınız vardı, tüm tutarsızlıklarınıza rağmen genel olarak devrimci bir zeminde duruyordunuz, oysa şimdi dünkü bu konumu ve kaygıları bir yana bırakarak artık şu noktaya gelmiş bulunuyorsunuz; ama bu gelişiniz rastlantı olmadığı gibi öyle çok bilinçsizce bir sürükleniş de değil, ne yaptığınızı, neyi seçtiğinizi pekala biliyorsunuz, ne var ki bunu örtülü bir biçimde, tabanınızı buna adım adım alıştırarak oportünistçe yapıyorsunuz, diyoruz. (Bkz. H. Fırat, Tasfiyeci Sürecin Son Aşaması: Parlamentarizm, Eksen Yayıncılık, s. 171-300 -KB)

Bunu oportünistçe, deyim uygunsa sinsi bir biçimde yapıyorlar, zira ciddiyetleriyle birlikte samimiyetlerini de yitirmiş bulunuyorlar. Ortalığı aldatarak reformizme gidiyorlar, ama bunu tabanlarını koruyarak yapmak istiyorlar. TDKP de benzer bir tutum izlemedi mi? TDKP yayınları en keskin ve “devrimci” yazılara, tam da EMEP açılımını yaptığı dönemde yer verdi. Bu ülkede sosyalizm adına mücadele yürütecek bir partinin legal olarak kurulabileceğine inanmak, bu ülkede özgürlüğün var olduğunu kabul etmek demektir, bu ise en büyük sahtekarlıktır diye yazdı, Özgürlük Dünyası, legal parti hazırlıklarının son aşamaya geldiği bir sırada (bkz. “Yasal Çalışma ve Yasalcılık-2”, sayı: 77, Nisan-Mayıs 1995) Oysa sahtekarlığın kendisi tam da köklü bir konum ve kimlik değişimini böyle aldatıcı vurgularla gizleme çabasındaydı. Reformist bir açılım yapılırken en devrimci laflar edilerek, devrimci ilkeler döne döne tekrarlanarak, böylece insanlar aldatılmaya ve sersemletilmeye çalışılıyordu.

 MLKP bunalımlı bir sürecin ardından beş yıl sonra bir kongre yapıyor, ama ne tartıştığı belli değil. Pratiğine bakıyorsunuz, adım adım ama doludizgin reformizme kayıyor. İşte böyle bir dönemde, yapılan kongre “Devrimin zaferi için yaşasın MLKP!” sloganını ortaya atıyor. Bu kulağa pek de hoş geliyor, ama dipten dibe yaşanan tasfiyeci çürümeyi örtmenin ve peşpeşe yapılan tasfiyeci açılımları gizlemenin bir örtüsünden başka hiçbir anlam taşımıyor. Komünistlerin somut düşünsel kanıtlara ve olgulara dayalı ideolojik eleştirisini en bayağısından bir küfür ve hakaretle karşılayanların durdukları yere dönüp bakın. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyim derler; DEHAP, EMEP, SDP ve ESP’ye bir arada bakın, kimin nereden nereye geldiğini ve artık nerede durduğunu sayfalar dolusu eleştiriden daha açık ve sahici biçimde görürsünüz. Konumlar bu denli netleşmiş, saflar bu denli açık bir biçimde oluşmuş bulunuyor.

Temmuz 2003

 (H. Fırat, Dünya, Türkiye ve Sol Hareket, Eksen Yayıncılık, Temmuz 2004,  s.141-158)

(H. Fırat, Tasfiyeci Sürecin Son Aşaması: Parlamentarizm, Eksen Yayıncılık, Haziran 2007  s.301-332)