22 Ocak 2010
Sayı: SİKB 2010/04

 Kızıl Bayrak'tan
TEKEL direnişi,
yeni olanaklar ve görevler
“İşçinin kürsüye çıkma zamanı”dır.
İsrail ile yaşanan “koltuk krizi” geride kaldı.
İstanbul’da kamu emekçileri kurultayına doğru
Danıştay şeker fabrikalarının özelleştirilmesi kararını iptal etti
Faşizme inat, kardeşimsin Hrant!
On binlerce işçi ve emekçi Ankara’da
TEKEL direniş günlüğü
Metal İşçileri Birliği
Merkez Yürütme Toplantısı Sonuçları.
Entes’te direniş güncesinden..
Sınıf hareketinden.
İTO Genel Sekreteri Dr. Hüseyin Demirdizen saldırılar üzerine konuştuk...
Her şey TEKEL için: Tek yumruk, tek vücut, tek barikat! - Volkan Yaşarış!
Miting.izlenimleri.
TEKEL işçilerinin mücadelesi sansürü parçalayacak!
TÜMTİS İzmir Şube Başkanı Şükrü Günsili ile TEKEL direnişi üzerine konuştuk..
Polis terörü ve cinayetlerini
protesto eylemlerinden
Polis terörü karşıtı
kampanyaya saldırı
Kapitalizmin çürümüş ruhu: Emperyalist tekellerin Davos Zirvesi
Depremin yerle bir ettiği Haiti’nin tablosu.
“Harç zamlarına karşı
mücadelemiz engellenemez!.
İstanbul: Kimin başkenti?
Bir katil, bir cinayet ve “demokratik açılım”
Emekçi kadının ‘güneşi’ ancak sosyalizmde doğacaktır!
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İTO Genel Sekreteri Dr. Hüseyin Demirdizen’le saldırılar üzerine konuştuk...

"Saldırılara karşı birleşik mücadele!"

- Bir süredir hekimlerin ve sağlık işkolunda çalışan emekçilerin gündeminde olan “Tam Gün Yasa Tasarısı”nın ilk bölümü TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Anlaşılan o ki hükümet bu tasarıyı yasalaştırmada kararlı. Öncelikle bu yasa tasarısı hükümet tarafından hangi ihtiyacın ürünü olarak ortaya atıldı ve bugün yasalaştırılmak isteniyor?

- Son 20-30 yılın çalışma hayatına baktığımızda, düzenlemelerin esasını işgücünün, emeğin ucuzlatılması ve esnek, güvencesiz çalıştırma düzeni belirliyor. Dolayısıyla bu hemen hemen tüm alanlarda olduğu gibi sağlık alanında bu böyle. “Tam Gün Yasa Tasarısı”yla birlikte, sağlık alanındaki bu ihtiyacın giderilmek  istendiğine tanık oluyoruz. Ancak, nasıl ki ülkedeki demokratik hakların ortadan kaldırılmasının adı “açılım” oluyorsa sağlık hizmetini ücretli hale getirmenin adı da “açılım” oluyor. “Ben eczanelerin kapısını açıyorum, ben hekimleri her istendiği zaman ulaşılabilir hale getiriyorum” denilerek popüler bir dil kullanılıyor. Biz eczanelerin kapısının açık olmasının içeriden ilaç almaya yetmediğini bildiğimiz gibi sağlık kuruluşlarının kapısının açık olması ve oradaki hekimlerin 24 saat hazır olmalarının vatandaşın bu hizmete ulaşması için yeterli olmadığını da biliyoruz. En azından bu programın niyeti bu değil. Hükümetin “Sağlıkta Dönüşüm Programı” olarak ifade ettiği; içinde özelleştirmesi, kamu kuruluşlarının işletmeleştirilmesi ve kamu, özel ortaklığı gibi yeni moda kavramların yer aldığı sağlık hizmet sunumunun bir bütün olarak piyasalaştırdığı koşullar içerisinde vatandaş açısından bakıldığında bu durum şöyle özetlenebilir:

“Evet, istediği her yere gidebilir bedelini ödeyebilirse, evet istediği her hizmeti herhangi bir engelle karşılaşmaksızın alabilir bunun bedelini ödeyebilirse...”

Bu, piyasada hizmet alımı, mal alımı olarak gördüğümüz genel bir kuraldır. Eğer bunun bedelini ödeyebilecek kadar gelire sahipsen bir engel yoktur. Sorun, gerçekten buna ihtiyacı olup bu bedeli ödeyemeyecek insanların sağlık ortamında karşılaşacağı tabloyla ilgilidir. Zaten TTB, sağlık alanındaki örgütler ve Sağlıkta Dönüşüm Programı’na karşı 2003 yılından itibaren (aslında 12 Eylül anayasasıyla başlamıştır bu süreç) mücadele eden tüm güçlerin başından itibaren söylediği şeydir. Bu dönüşüm programıyla sağlık hakkı ortadan kaldırılıyor. Sağlık çalışanlarının özlük hakları geriletiyor. Kurallı ve güvenceli çalışma yerine esnek çalışma ve güvencesiz çalışma getirilmeye çalışılıyor. Örgütlü çalışma yerine bireysel ilişkiler ve bireysel sözleşmelere dayalı bir çalışma hayatı kurgulanıyor. Dolayısıyla bu yasanın 2010 Türkiye’sinde getirilme gerekçesi TEKEL işçilerini sokağa döken neyse odur. TEKEL işçileri 35-40 gündür Ankara’nın karında kışında neye karşı çıkıyorsa aslında sağlık çalışanları da aslında aynı şeye itiraz ediyor.

 

- Hekimlerin ve sağlık alanındaki diğer sendika ve örgütlerin karşı çıkışlarına rağmen yasalaştırılmak istenen bu tasarı başta sağlık çalışanları olmak üzere sağlık hizmeti alan emekçi halkı nasıl etkileyecek?

- Birbiriyle ilişkili olan süreçleri birbirinden koparırsak anlaşılması güçleşir. Esas itibariyle “Tam Gün Yasası”nın çıkmasıyla beraber sağlık ortamında esaslı bir değişiklik olmayacak. Çünkü bugün Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre, hekimlerin yüzde 85-90’ı tam gün çalışmaktadır. Zaten hekimler dışındaki sağlık personelinin tam gün dışında başka bir seçeneği yoktur. Sağlık Bakanlığı’na bağlı çalışanların üçte biri taşeron olarak çalışmaktadır. Buradan bakıldığında, “Tam Gün Yasası” çıktı diye fotoğrafın kendisinde çok büyük bir değişiklik olmaz. Ancak, “Tam Gün” şimdiki sorunlara neyi eklemektedir, neyi değiştirmektedir? Bir, şu anda hükümetin de sık sık dile getirdiği gibi devlet hastanelerinde yüzde 80-90’lara varan tam gün çalışmanın (yasal olarak tek bir işte çalışma ancak kayıtdışı olarak değişik şekillerde çalışma) üniversitelerde ve henüz bu duruma geçmemiş olan yüzde 10’luk bölümde de yaygınlaşacağını biliyoruz. Yasa gereği üniversitede, eğitim hastanesinde çalışmakta olan sadece özel sağlık sektöründe çalışmak durumunda kalacak olan hekimler kendilerine yeterince ve güvenceli ücret sağlanmadığı için kayıtdışı çalışmaya devam edecekler. Bu durumu, Türkiye’de emeğin önemli bir bölümünün kayıtdışı alanda istihdam edildiği gerçeğiyle birleştirdiğimizde sağlık sektöründe bu durumun teşvik edileceğini söyleyebiliriz. Bu yasanın çıkmasıyla birlikte ikinci bir değişiklik de üniversitelerdeki öğretim üyeleri başta olmak üzere eğitim araştırma hastanelerindeki klinik şefleri ve piyasada özel hastanelerle rekabet edebilecek muayenehanelerin ortadan kaldırılması olacak.

Bu aslında ilaç alanında son birkaç ayda yaşadığımız sürece benziyor. Eczane zincirleri için bireysel eczanelerin 8-10 bin tanesinin kapatılması hedefleniyordu. Çünkü, ancak onlar eczanesini kapatırsa eczane zincirlerinde işçi olarak çalışabilirler. Belli sayıda yetişmiş hekim, özel sektörün giderek zincirleşen özel hastanelerinde yetişmiş insan gücü sağlanmasına yarayacaktır. Çünkü bu koşullarda kamu üniversitelerinde öğretim üyelerinin bir bölümünü tutmak kolay olmayacaktır. Burada çalışmaya devam etmesi için ihtiyaç olarak tanımlanabilecek güvenceli ücret, makul sürede çalışma, bunların emekliliğe yansıtılması, eğitim ve araştırmanın desteklenmesi ve çalışma süresinin sınırlanması gibi birçok şeyden yoksun olduğunu biliyoruz. Böyle bir durumda ortaya çıkacak şey hekimlerin bir bölümünün buralardan uzaklaşması olacaktır. Son üç yıl içerisinde uzman hekimlerin neredeyse beşte ikisi kamu hastanelerinden ayrılarak özel sağlık sektörüne geçmiş durumdadır. 50 bin uzman hekimin yaklaşık 20 bini bugün özel sağlık hastanelerinde çalışmaktadır.

 

- Tam Gün Tasarısı’na karşı oluşan tepkiler ve son olarak 19 Ocak günü gerçekleşen iş bırakma eylemine rağmen mecliste ilk bölümü geçirilen bu tasarı başta Sağlık Bakanı Recep Akdağ olmak üzere çeşitli hükümet yetkilileri tarafından allanıp pullandı. Sağlık Bakanı Recep Akdağ bir röportajında “Tam gün yasasına karşı olanlar en çok para kazananlar” dedi. Bu yanıyla da hekimler arasında bir bölme, yalnızlaştırma politikası güdüldüğü seziliyor. Hükümetin sağlık alanındaki yıkım politikalarını bu kadar açıktan savunması ve sağlık çalışanlarına / örgütlerine karşı saldırgan tavrını neye bağlıyorsunuz?

- Tabii hükümetin iyi yaptığı işlerden bir tanesi bu. Hükümet bundan önceki pek çok konuda, örneğin vatandaşın eczanelerin kapısını açarken oradaki her bir ilaca ulaşmanın bedelinin olacağını nasıl gizlemişse (fark ücretleri, katılım payları) burada da aslında “performans” adı altında hekimleri, sağlık çalışanlarını birbirine düşürdüğünün fotoğrafını gizleyebilmiştir. Hekimlere performans adı altında sağlık çalışanlarına verdiğinin vatandaşın doğrudan ödediği katkı, katılım payı ya da dolaylı olarak ödediği vergi ve primlerle olduğunu gizlemiştir. Bugün için gizleyemediği şudur: Bugün vatandaş da, sağlık çalışanları da sağlıkta olup bitenlerin kendileri için iyi bir gelecek öngörmediğini bilmektedir. 350-400 TL emekli maaşı alan bir emekli, 1-2 aylık sağlık hizmeti sonunda maaşının üçte birinin kesintiler nedeniyle eline geçemediğini yaşamaktadır. Yaklaşık 110 binin üzerinde asgari ücretle çalışan taşeron sağlık işçisi vardır. Bunların yıllık izinleri yoktur. Bunların, emeklilik gibi bir hakları yoktur. Çünkü her yıl yenilenen sözleşmelerle çalıştırılırlar. 20 yıl sonra bile ilk kez çalışır gibi kıdem tazminatını hak edemezler ve asgari ücretle çalışırlar. Dolayısıyla Sağlık Bakanlığı aslında “Tam Gün” düzenlemesiyle geriye kalan üçte ikiyi de üçte bire benzetmeye çalışmaktadır. Önce uyuşturucu pazarlamak istediği insanları uyuşturucuya alıştırmak gibi önce güvencesi ve sürdürülebilirliği olmayan, çalışanları birbirine düşüren bir ücretlendirme politikasıyla (birisine bir verirken ötekine 10 veren) bu yasada da bölmüştür. Hem yüksek gelire sahip olanların bunu yaptığı gibi bir iddiayla bunu yapmaktadır. Hem hekimlerin “Tam Gün” konusunda TTB’nin görüşlerini benimsemediğini söylemektedir hem de vatandaşın son eylemler sırasında “hekimlere ve sağlık çalışanlarına destek olmayacağını” iddia ederek vatandaşı sağlık çalışanlarının üzerine göndermiştir. 19 Ocak’taki eylem göstermiştir ki bunların hiçbirisi tutmamıştır. Vatandaşlar, neredeyse yüzde 90 oranında kamu sağlık kuruluşlarına gitmeyerek sağlık çalışanlarının yanında olduğunu, yanında olmasa bile durum anladığını ifade etmiştir.

Sağlık çalışanları, bugüne kadar oluşturulan birkaç pilot hastane dışında büyük küçük pek çok ilde, onlarca, yüzlerce hastanede TTB’nin bu eylemin kapsamı dışında tanımladığı işler hariç (yani aciller, hamileler, çocuklar, diyaliz hastaları) açıkça tehdit edilmelerine rağmen gerçekten bu çağrıya uymuşlardır.

Eylemin gerçek amacı vatandaşı mağdur etmek olmadığı için herhangi bir hastanede bize veya medyaya yansıyan bir tartışma olmamıştır. Sağlık Bakanı’nın ısrarla söylemeye çalıştığı “bu yasaya sadece küçük bir azınlık karşı çıkıyor” cümlesine bugün Türkiye’deki 65 tabip odasının 64’ü itiraz etti, yüzlerce uzmanlık derneği (ki hekimlerin tabip odaları dışında ayrıca örgütlendiği yerlerdir) ve sağlık alanındaki sendikaların tamamı -hükümetin kendi güdümündeki sendikalar da dahil olmak üzere- bundan 2-3 ay önce gazeteye verdikleri ilanla yasaya karşı olduklarını, bu eylemin duyurulması ve organizasyonu sırasında birlikte yaptıkları toplantılarla “biz buna karşıyız” diyerek dile getirdiler. Ne dediler peki? Piyasalaştırılmış, güvencesizleştirilmiş sağlık ortamını, esnek çalışma koşullarını dayatan Sağlıkta Dönüşüm Torba Yasası’na karşı olduklarını ve bakanın her fırsatta dile getirdiği mecliste bekleyen Kamu Hastane Birlikleri Yasası’yla da sağlıkta piyalaştırma programına karşı olduklarını söylediler. Dolayısıyla bakan bu konuda hem bu örgütlerin “ideolojik davrandığı” gibi bir cümlenin arkasına sığınmaktadır hem gerçekten pek çok sektörden farklı olarak bu alandaki grev etkinliklerinin kendi doğasından kaynaklanan durumunu çarpıtmaktadır. Alanlara çıkanların yanısıra bu eylemi yerinde destekleyen milyonlarca yurttaşın durumunu anlamadığı gibi, binlerce sağlık çalışanının durumunu da anlamamıştır. Yani Sağlık Bakanı sadece kendi hastanesinin bahçesindeki sağlık çalışanlarının durumuna bakarak bir demagoji yapmaktadır. Halbuki tıpkı milyonlarca yurttaşımızın hastanelere gelmeyerek desteklediği bu eylemde, on binlerce sağlık çalışanı yerinde oturarak bu eyleme destek vermiştir. Olsa olsa geriye Sağlık Bakanı, bürokrat kadroları, başhekimler ve klinik şefleriyle başbakanın dünyanın değişik yerlerinden “100-150 dolara getiririm” dediği kesim kalmaktadır.

 

- 19 Ocak eyleminin bir diğer yanı da TEKEL işçilerinin direnişine denk gelmesi oldu. Ankara’da gerçekleştirilen eyleme katılan TEKEL işçileri, direnişin başından itibaren gönüllü olarak yanlarında olan hekimlere eylemli bir destek sundular. Bu anlamlı tablo üzerinden ileriki dönemki mücadeleye dair beklentileriniz neler? Sağlık-meslek örgütlerine, sendikalara, siyasi partilere, ilerici devrimci güçlere bu saldırıları püskürtmek için ne gibi görevler düşüyor?

- 1970’li yılların ortası ve 1980’li yıllarda Sosyalist Blok’un yıkılmasıyla birlikte sosyal kazanımları ortadan kaldırmaya dönük vahşi sömürü politikalarının açılımları olarak özelleştirme programlarının devam ettirilmesi, örgütlenmenin ortadan kaldırılmasına yönelik müdahalelerin devam ettirilmesi, güvenceli ve kurallı çalışma yerine esnek ve örgütsüz çalışmanın dayatıldığı sürecin farklı sektörlerdeki açılımını görüyoruz. Yani saldıranlar ve saldırma gerekçeleri aynı, saldırılanlar farklı farklı yerlerde bulunuyor. Dolayısıyla çalışanlar da bir gün TEKEL işçisi olarak, bir gün itfaiye işçisi olarak, bir gün sağlık ve eğitim emekçisi olarak bir başka gün de diyelim ki SEKA’nın işçileri olarak bu saldırıyla karşı karşıya geliyorlar. Bugün için aynı gerekçeyle ortak yapılan saldırılara karşı farklı zamanlarda ve farklı şekilde etkilenen çalışan kesiminin ortak davranmasını ve birleşik mücadelesini bu anlamda ve bu ihtiyaçla birleştirmesi zamanıdır. Çünkü TEKEL işçilerini de 35-40 gündür Ankara’nın soğuğunda, açlık grevi ve ölüm orucuyla karşı karşıya getiren süreç aynı şeydir. Tam Gün Yasası, esnek çalışma ve kiralık işçi bürolarıyla hedeflenen Türkiye’deki pek çok insan için artık eski amele pazarlarında olduğu gibi “dayıbaşı” olarak isimlendirilen kişiler marifetiyle çalışmak durumunda kaldıkları döneme geri dönme sürecidir.

Aynı şeyin; devletin eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, ulaşım, su vb. sosyal alanlardan geri çekilerek buraları piyasalaştırması programının aynı döneme denk gelmesi tesadüf değildir. Suyun, sağlığın özelleştirilmesi, fabrikaların kapatılarak özelleştirilmesi, TEKEL’in özelleştirilmesi, SEKA ve Et-Balık’ın özelleştirilmesi aynı politikadan kaynaklıdır. Başlangıçta kârlı olan alanlar ve daha kolay propagandası yapılan alanlar “devletin tekstilde dokumada, Sümerbank’ta, Et-Balık’ta ne işi var” diyerek propagandası yapılmıştır. Buralar vatandaşlar tarafından makul algılanmıştır ve belli bir dönem sessizce geçiştirilmiştir. Sonra sıra sağlığa, eğitime, sosyal güvenliğe gelmiştir. Ama bugün için artık daha ötesi yoktur. Gerçekten de bu alanlarda özelleştirmeyi telafi edebilecek başka bir nokta yoktur. Çünkü sağlık hizmetlerindeki özelleştirme, kopan parmağın dikilememesi, ihtiyaç duyulan protezin, ilacın alınamaması durumunda bedelinin sakat kalma veya ölümle sonuçlanması sürecinin başlaması demektir.

TEKEL işçileri, üç yıl sonra dirilerinin bugünkü ölülerinden daha ucuz olacağını biliyorlarsa ve bunu anlamışlarsa bugün değişik sorunlarla karşı karşıya kalan sağlık çalışanları bu durumun farkında olarak davranıyorlar. Buna hem bireysel olarak hem de örgütleriyle itiraz etmiş durumdalar.

Küresel kriz, yarattığı birtakım sorunların yanısıra birtakım ilişkilerin artık eskisi gibi devam edemeyeceğini gösterdi. Bu hem yönetenler açısından böyle hem de mücadele edenler ve onların örgütleri açısından böyle. Son TEKEL işçileriyle dayanışma mitingi bu konuda en net mesajı vermiştir. Bir yanı dayanışma eylemlerinin giderek artıyor olması iken diğer yanı da devlet yöneticileriyle uzlaşarak statükolarını devam ettirmeye çalışan sendika yöneticilerinin de bu süreç içerisinde aslında eskisi gibi devam edemeyeceklerini göstermiştir. Ya da eskisi gibi devam etmek istiyorlarsa tabanın, işçilerin buna sessiz kalmayacağını göstermiştir. Kendi yöneticilerini istifaya çağırarak, “genel grev” talebini dile getirerek, “ölmek var dönmek yok!” diyerek göstermişlerdir. TEKEL işçilerinin sağlık çalışanlarına, sağlık çalışanlarının TEKEL işçilerine destek vermesi artık sadece yılın belli zamanlarında ortaya çıkacak davranış biçimleri olarak kalmıyor. Aslında bu durumu sürekliliğe dönüştürmek istemeleriyle farklı bir yöne doğru gidiyoruz. Bugün eğer vatandaşların yüzde 90’ı sağlık çalışanlarının sadece bir bölümünün sorunu gibi duran “Tam Gün”e sessiz kalarak, gelip destekleyerek işte mağdur olsa bile hak vererek bunu görebiliyorsa sürecin farklı bir yere gittiği gözüküyordur.

Dolayısıyla burada örgüt yöneticilerine düşen bu dönemin farkında olarak aynı yerden ve aynı gerekçeyle yapılan saldırıya karşı, aynı yerden ve aynı gerekçeyle mücadeleyi örgütleme ihtiyacıdır. Biz öyle görüyoruz ki; bu ihtiyacı yerine getiremeyecek olan örgütler tıpkı bu sorunları çözemeyen iktidarlar gibi bu dinamik ve canlı mücadelenin önünde duramayacaklardır. Ya kendileri isteyerek bu mücadelenin bir parçası olacaklar ve birleşik mücadelenin geliştirilmesine katkıda bulunacaklar ya da bu mücadele kendi tabanlarındaki insanların da zorlamasıyla onları dönüştürecektir. Onları da aşarak yeni toplumsal önderlerini, yeni mücadele anlayışlarını yaratacaklardır. Bizim tercihimiz de her türlü sıkıntısına rağmen tüm emek örgütlerinin, meslek örgütlerinin, siyasi yapıların bu ortak tehlike ve ortak düşman karşısında herkes için daha iyi bir yaşam ve gelecek talebiyle yanıbaşındaki insanın sorununa yabancılaşmadan ortak bir mücadeleyi ısrarlı bir biçimde örgütleyebilmek ve büyütebilmek olmalıdır. Sağlık ve sosyal güvenlik hakkı bu birleşik mücadele için çok önemli bir imkan sunmaktadır. Çünkü bundan 150 yıl önceki sınıf mücadelelerine bakıldığında bu böyledir. 1800’li yılların ortalarından itibaren yardımlaşma sandıklarının, birtakım sendikaların kurulması anından itibaren ücretlerinin iyileştirilmesi ya da sağlık, sosyal güvenlik hakkına yönelik talepler mücadeleyi ileriye taşıyan unsur olmuştur. Bugün de 30-40 yıllık bir küresel saldırıdan sonra, yeniden o vahşi neoliberal piyasa ekonomisinin yaygınlaşmasından sonra, sendikaların ve siyasi örgütlerin öncelikli görevi sağlık ve sosyal güvenlik başta olmak üzere gerçekten bu hakların genişletilmesi için yürütülecek ortak mücadele olmalıdır.