1 Mart 2019
Sayı: KB 2019/09

Yerel seçimler ve devrimci sınıf tutumu
AKP şefi ve yandaşların “yalan rüzgarı”
AKP-saray rejiminin tek umudu Washington!
AKP’nin sosyal patlama korkusu
Futbol rantı, pazarı ve kirli ilişkiler
Mafyalaşmış sendika bürokrasisine karşı lastik işçilerinin birliği!
EYT’ler mücadelesi üzerine...
Fabrikada Kızıl Bayrak deneyimi
Yasadışı devrimci örgütün ustası, devrimci davanın ölümsüz neferi!
TKİP VI. Kongresi toplandı!.. / 2
Kerenski’nin 15 Temmuz’u
Emperyalist metropollerde faşist yükseliş
Emperyalistlerin “insani yardımı”
Kuralsız ve güvencesiz çalışma tüm dünyada
Kadın hareketi ve 8 Mart
8 Mart’ın tarihsel mirası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Emperyalist metropollerde faşist yükseliş

 

Kapitalist sistemin çok yönlü krizinin dolaysız göstergelerinden biri, ırkçı-faşist akımların birçok ülkede belirgin bir yükseliş içinde olmalarıdır. Bu gelişme aynı zamanda kapitalist dünyanın krize tepkisidir.

Sermayenin neo-liberal saldırı politikalarının 1980’lerden itibaren ağırlaşmaya başlaması ve ‘90’larda yeni bir ivme kazanması, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin yaşam koşullarını kötüleştirdi. Bu sürece siyasal gericiliğin tırmanması eşlik etti. 2008’de ABD’de patlak veren ve tüm dünyada sarsıcı etkiler yaratan ekonomik-mali kriz, sömürünün daha da ağırlaşması ve sosyal haklardan geriye kalanların gasp edilmesi sürecini daha da hızlandırdı.

2008’i izleyen yıllar krizin Avrupa’da da ağırlaştığı yıllar oldu. Sosyal yıkım programlarının acımasızca uygulandığı Yunanistan adeta enkaza döndü. İspanya, Portekiz, İzlanda ve İrlanda bu süreçten daha fazla etkilenen diğer ülkeler oldu. İtalya ve Fransa’nın yanı sıra Doğu Avrupa ülkeleri de bu dalgadan payını aldı. Bütün Avrupa’ya dayatılan sosyal yıkım programları kitlesel yoksullaşmaya yol açtı.

Tarihsel kazanımlarını hedef alan bu saldırılarla işçi sınıfı ve emekçi kitleler işsizliğin, yoksulluğun, sefaletin, açlığın, vahşi sömürünün, konutsuzluğun, sosyal ve kültürel yıkımın ve toplumsal çürümenin kucağına itildi. Servet sefalet kutuplaşması alabildiğine derinleşti, sosyal eşitsizlikler ürkütücü boyutlar kazandı. Bu sürece, siyasal hak ve özgürlüklerin adım adım tırpanlanması, polis devletinin tahkimatı, ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının gelişmesi eşlik etti.

Sermaye sınıfının krizden çıkmak için başvurduğu en etkili önlem, krizin faturasını işçi ve emekçilere yüklemektir. Bunu, krize eşlik etmesi kaçınılmaz olan sosyal mücadelelere karşı her türden gericiliğin, giderek de faşizmin adım adım kurumsallaşması takip eder. Nitekim 1990’lı yılllar ve 2000’li yılların başları ırkçı-faşist hareketin giderek siyaset sahnesinde kendini hissetirdiği bir dönemdir. 2008 krizinin Avrupa’da da şiddetlenmesi ise faşist hareketin gelişiminde bir dönemeç olmuştur.

Bugün faşist akımların yaşadığı gelişme, 1930’larda yükselen faşizmle benzerlikler üzerinden tartışılmaktadır.

Kapitalist “refah” ve “‘demokrasi”nin merkezinde büyüyen tehlike

Irkçı-faşist hareketin giderek güç kazanması, emperyalist metropollerdeki en önemli siyasal gelişmelerden biridir. Seçimler gibi klasik politik göstergeler, ilgili partilerin sahip oldukları aktif kitle desteği, ulaştıkları oy potansiyeli ve sokakları tutma çabaları bunun somut göstergeleridir.

Irkçı-faşist partilerin çoğu birçok ülkede hükümet ortağıdır, bazı ülkelerde ikinci-üçüncü parti konumundadır.

Almanya’da NPD bir yana bırakılırsa Almanya için Alternatif (AfD) ülkenin üçüncü büyük partisidir ve mecliste 94 koltuk sahibidir. Avusturya’daki Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) yüzde 30’lara ulaşan oy potansiyeliyle en güçlü partilerinden biridir. Fransa’da Front National (Ulusal Cephe) yüzde 28 dolayında oy oranıyla ülkenin en güçlü partisidir. Hollanda’da Hollanda Özgürlük Partisi son yıllarda oy oranını yüzde 30’lara çıkarmış bulunuyor. İngiltere’deki ırkçı Bağımsızlık Partisi (UKİP) yüzde 13’ü bulan oy oranıyla ülkenin üçüncü partisidir.

Danimarka’daki Danimarka Halk Partisi 30’u aşkın milletvekiline sahip ve meclisteki en büyük ikinci parti. İtalya’daki ırkçı partilerden biri olan Lega Nord defalarca koalisyon ortağı olarak hükümetlerde aktif görev yaptı. İsveç’teki İsveç Demokratları Partisi’nin oy oranı yaklaşık yüzde 20’ye ulaşmış ve meclisteki üçüncü büyük parti konumunu kazanmış bulunuyor. Finlandiya’da ırkçı faşist Hakiki Finler Partisi ülkenin dördüncü büyük partisidir. Macaristan’da faşist Jobbik yüzde 20’lere varan oy oranıyla parlamentonun ikinci büyük partisidir. Yunanistan ve Bulgaristan’da faşist akımlar hızlı bir yükseliş gösteriyor.

Faşist akımlar örgütlenmelerini ve çalışmalarını aynı zamanda kıta düzeyinde sürdürüyorlar ve uluslararası düzeyde işbirliğini geliştirip ortak platformlar kuruyorlar. 2012 yılında Danimarka’da yapılan ve on ülkeden faşist akımları bir araya getiren girişimin yanı sıra 2017 yılında Almanya için Alternatif’in (AfD) ev sahipliğinde Koblenz’de yapılan ve Avrupa’daki faşist akımları bir araya getiren konferans bunun güncel örnekleridir.

Avrupa ülkelerinde bu akımların önü açılmakta, örgütlenmekte ve desteklenmektedir. Buna rağmen zaman zaman burjuvazinin “hışmına” uğramaları, bu akımların kontrolsüz yönlerinin törpülenmesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Tüm ikiyüzlü çabalara rağmen faşist akımların devlet aygıtından, istihbarat kurumlarından, polisten, ordudan, hükümetten ve düzen partilerinden cömertçe destekler aldığı bilinmektedir. Özetle burjuvazi bu akımları karşı devrimci bir alternatif olarak hazırlamaktadır.

Kapitalizmin iflası: Faşizme ve militarizme dönüş

1930’lu yıllarda İtalya ve Almanya’da güç kazanan, Avrupa’yı da girdabına alarak insanlığa korkunç bir vahşet yaşatan faşizm, bugün yine aynı topraklarda, yani “medeniyet ve kültür”ün, “refah ve demokrasi”nin kalesi sayılan Avrupa’da bir kez daha bir tehlike haline gelmiştir. Bu tehlikeli yükseliş, kapitalizmin demokrasi, refah ve barışla bağdaşmadığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. İki büyük savaşın ve faşizmin suçlusu olan ve bunun utancını taşıyan kapitalist dünya, krizin karşısına bir kez daha faşizm, militarizm ve savaşlarla çıkmaktadır.

Kapitalizmin dolaysız bir ürünü olan faşizmin, 20. yüzyılda iktidara geldiği kapitalizmin merkezlerinde yeniden tehdit olarak insanlığın gündemine girmiş olması bir rastlantı değildir. Çünkü faşizm kapitalizmin öz çocuğudur. Max Horkheimer’in “kapitalizm hakkında konuşmayanlar faşizm hakkında sussunlar” sözleri, kapitalizmin faşizmle olan dolaysız ilişkisinin özlü bir anlatımdır. Bu gelişimin güncel nedenleri ise şudur:

Kapitalist krizin yıkıcı etkileri altında hoşnutsuzluğu artan ve gelecek güvensizliği büyüyen kitleler, devrimci bir çıkış alternatifinin geliştirilemediği koşullarda, umutsuzluğa kapılmakta ve kolayca faşist akımların tuzağına düşebilmektedirler. Bu, özellikle günümüz Avrupa’sında, halen en ciddi ve gelecek bakımından en tehlikeli siyasal olgulardan biridir. Sistemin yönetenleri, tüm ikiyüzlü söylemlerine rağmen, zeminini bizzat düzledikleri bu gelişmeye gerçekte çok yönlü bir imkan olarak bakmakta, nitekim daha bugünden ondan gereğince yararlanmaktadırlar. Bir yandan bu alandan gelen güncel basıncı baskıcı politika ve önlemlerini uygulamaya geçirmenin bir bahanesi olarak kullanmakta, öte yandan bu faşist akımları ağır kriz dönemleri için bir alternatif olarak yedekte tutmaktadırlar.(TKİP V. Kongresi, Aralık 2015)

Kapitalist bunalımın yol açtığı sosyal sorunlar yığınına duyulan hoşnutsuzluk henüz düzene karşı devrimci bir alternatife dönüştürülemiyor. Böylece etkisini ters yönde göstererek faşist akımların güçlenmesinin koşullarını hazırlıyor. Burjuvazi bunalımın yıkıma uğrattığı toplumsal katmanları, kendi sisteminin yarattığı iktisadi, siyasi ve sosyal sorunlara düzenin dışında sorumlu aramaya yönlendiriyor. Sınıf ve emekçi kitlelerin duydukları tepki ve çıkış arayışları dini, etnik, milliyetçi, ırkçı-şoven faktörlerle yoğrularak, yabancı düşmanlığı ve ayrımcılık kışkırtılarak, faşist hareketin yolu düzleniyor.

Dün olduğu gibi bugün de faşist ideolojinin kaynakları ve dayanak noktaları, istismar edip rezilce kullandığı sorunlar hemen hemen aynıdır. Bu akımlar kapitalizmin yıkıma sürüklediği toplumsal taban üzerinde yükselmektedir.

Kapitalizme, onun bunalımına ve yarattığı sorunlara karşı olduğu gibi faşist harekete karşı mücadele de, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin anti-kapitalist bir perspektifle siyasal sahneye devrimci bir kuvvet olarak çıkmasını zorunlu kılmaktadır. Faşist harekete karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak ele alındığı, devrimci bir programa sahip bir devrimci işçi hareketinin önderliğine kavuştuğu bir durumda gerçek anlamını bulacak ve hedefine ulaşacaktır.