17 Ağustos 2012
Sayı: SYKB 2012/33

 Kızıl Bayrak'tan
Clinton’un Türkiye ziyaretinde Suriye’ye yönelik emperyalist müdahale ve yeni
saldırı planları masaya yatırıldı
Emperyalistler Suriye’yi boğazlamaya hazırlanırken
Polis cinayetlerine ve
çürümüş düzene karşı mücadeleye!
Çürümüş eğitim sisteminin en iyi temsilcilerinden Yusuf Devran’dan
yeni icraatlar
Senkromeç direnişinde 2. hafta!
Haklarımıza ve sözleşmemize sahip çıkalım
Başöz Enerji İşyeri Baştemsilcisi Sami Özcan ile 2012-2014 MESS Grup TİS
süreci üzerine
Gedik Kaynak fabrikasında işten atılan Hikmet Şahin ve Kemal Güzel ile
konuştuk
“Havzada örnek bir direniş öreceğiz!”
“Biz başarırsak diğer işçiler de
uyanacak!”
Tez-Koop-İş Sendikası İzmir Şube ve Genel Merkez arasında yaşanan tartışmalara dair
9.Mamak Kültür Sanat Festivali başarıyla gerçekleşti!
Festival tam bir seferberlik oldu!
Bir ‘an’lık duyguyla,
sanat üzerine kısa kısa
Suriye, Arap solunu bölüyor
Nicolas Dot-Pouillard
Varsın üç maymunu oynasınlar,
gerçekler onların suratına çarpacak!
TMMOB üyelerinden
Malatyalı’ya destek!
Üniversiteler açılıyor, cemaatler iş başında!
Harçlar kalkacak, sınav sistemi değişecek... Ya başka?
Sınıf edebiyatına giriş
Bir bardak temiz su bile sosyalizmde!
Sacco ve Vanzetti’yi
saygıyla anıyoruz
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sınıf edebiyatına giriş

 

Gerçeklik, toplumsal olarak varolan her şeydir. Bütün toplumsal ilişkiler, yaşantılar, insan tarafından oluşturulan çevre, tüm maddi evren doğal gerçekliği kapsar. Edebiyatın ya da genel olarak bütün sanat eserlerinin gerçeklik ile bağı vardır. Eseri ortaya koyan kişi, belirli bir toplumsal gerçeklik içinde yaşamaktadır ve eserinde gerçekliği şu ya da bu biçimde ele alır. Kuşkusuz bütün edebiyat metinlerinin gerçekliği yansıttığını söyleyemeyiz, kimi metinlerin gerçekliğin çarpıtılması ya da ters yüz edilmesi işlevi gördüğünü söylemek mümkündür.

Edebiyat eseri, yazarın gerçeklikle bağ kurmasının bir aracıdır. Yazar içinde yaşadığı gerçeklikten yola çıkarak eserini oluşturur, fakat bu oluşturma hali olduğu gibi aktarma durumu değildir, yazarın süzgecinden geçen gerçekliğin, edebiyatın kendine özgü kuralları çerçevesinde, yazarın bakış açısı ve estetik tercihleri üzerinden kurgulanmış bir şekilde ortaya konulmasıdır. Sanat eseri için, bir anlamda nesnel gerçek dünyanın öznel tasarımı diyebiliriz.

Edebiyat ve çalışma

Birçok sanat dalının çalışma hayatı ile bağı kurulabilir. Bu ilişki, edebiyat söz konusu olduğunda diğer sanat dallarına göre daha fazla geçerlidir. Romandan öyküye, şiirden denemeye edebiyatın bütün türlerinde çalışma hayatı\ilişkileri şu ya da bu biçimde karşımıza çıkmaktadır. Dickens’ın bazı romanları, çalışma hayatını yansıtan ilk eserler olarak kabul edilmektedir. Endüstri Devrimi sonrası İngiltere’yi anlattığı Zor Zamanlar romanı bu açıdan önemlidir. Yıpratıcı\öldürücü fabrika ortamı, zor çalışma koşulları, sendikal örgütlenme uğraşıları, sermayedarların bu faaliyetleri önleme\bastırma çabaları, iş kazaları ve İngiltere tarihinde önemli bir yer teşkil eden “Yoksul Yasaları” bu romanda etraflıca anlatılır. Zola’nın romanlarında da çalışma hayatı değişik boyutlarıyla karşımıza çıkar: Germinal’de maden işçileri, Toprak’ta ise tarım işçilerinin sorunları ve örgütlenme mücadeleleri işlenmiştir. Gorki’nin eserlerinde Çarlık Rusya’nın sosyal yaşamı ve çalışma hayatına ilişkin yansımalar bulmak mümkündür, Ana adeta bir kült roman olmuştur. ABD’de 20. yüzyıl başlarında Upton Sinclair, Jack London gibi yazarlar ‘sosyal protest roman’ türünde eserler vermişlerdi, London’un Demir Ökçe’si bu açıdan kayda değer bir eserdir. Steinbeck’in 1929 Büyük Buhran sonrası dönemi ele aldığı Gazap Üzümleri’nin emekçileri anlatan eserler içinde ayrı bir yeri vardır. Yazarın ayrıca Bitmeyen Kavga romanı, elma toplama işçilerinin sefalet koşullarına karşı örgütlenme çalışmalarını öncü\devrimci işçiler üzerinden ele almıştır. Şunu söylemek mümkündür, birçok edebiyat eseri, anlattığı dönemin çalışma koşulları ve ilişkilerinin tanığıdır.

Edebiyat ve emek tarihi

Emekçileri anlatan edebiyat eserlerinin dışında akademik çalışmalar söz konusudur. Bu çalışmalar da kapitalizmin oluşum sürecinden bugünlere uzanan tarihsel süreci, işçi sınıfı ve emekçilerin sorunlarını ve mücadelelerini anlamamızı sağlarlar. Akademik çalışmalar ile edebiyat eserleri arasında temel bir farklılık vardır: Edebi metinlerin sosyal yaşama ilişkin oluşumları, bilimsel çalışmalarda çok fazla yer almayan, bazen de alması mümkün olmayan boyutlarıyla kavrayabilmesi, onlara ayrı bir değer katmaktadır. Edebiyat, “o dönemlere ait bir yaşanmışlığı, bir atmosferi, insani ilişkileri ve eşyanın dokusunu hissettirir.” V. Hugo’nun anlatmış olduğu Paris, Dickens’ın anlattığı Londra sokakları, Zola’nın maden ocakları hiçbir ‘nesnel’ incelemenin yapamayacağı kadar canlı bir atmosfer taşır günümüze. Edebiyat eleştirmeni Ömer Türkeş de ‘bilimsel’ bilgilerde geçmişin ruhunu, atmosferini, insanların acılarını hissetmemize yarayacak imgelerin yer almadığını, sadece sayılar ve istatistikler üzerinden köylülerin sayısı ya da tarım ürünlerinin fiyatlarına dair değerlendirmeler olduğunu ifade etmiştir. Makal’ın ifadesiyle edebi metinler, akademik çalışmaları ve emek tarihine ilişkin bilgilerimizi güçlendirir, yani “bedene can ve ruh katar.” Rıfat Ilgaz’ın Alişim şiiri, iş kazalarına dair akademik çalışmaların kapsamayacağı insani duyguları bize hissettirir.

“Kasnağından fırlayan kayışa

kaptırdın mı kolunu Alişim!

Daha dün öğle paydosundan önce

Zilelinin gitti ayakları

Yazıldı onun da raporu:

ihmalden!”

Türkçe edebiyat ve emek

Bir çok edebiyatçının farklı türlerde verdiği eserlerde Türkiye’nin farklı dönemlerine dair, değişik bölgelerden ve sektörlerden çalışma yaşamına ilişkin izdüşümleri bulmak mümkündür. Osmanlı döneminden ele alacak olursak Refik Halid Karay’ın Memleket Hikayeleri’nden biri olan, 1909 yılında yazılmış Hakkı Sükut öyküsü, Bursa’da bir ipek fabrikasında yaşananları konu alır. Öykü kahramanı Hasip Efendi’nin şu konuşmasından döneme dair bilgiler edinebiliriz: “Üç dört kuruşa karşı on dört saat kaynar sular başında, pis kokular, hasta nefesler emerek zehirlenen, taravetinden, kızlığından, gözlerinin pırıltısından her gün bir zerre kaybederek toprak olan vucutlara şüphesiz acıyor, bu dertlere alışamıyordu.” Akademik çalışmalar, yüzyıl başında işgünü saatlerinin 14-16 saate kadar çıktığını göstermektedir.

Mahmut Yesari’nin Çulluk romanı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Cibali Tütün Fabrikası ve Cağaloğlu matbaa işçilerinin yaşadığı sorunları konu edinmektedir. Romandan bir bölüm aktaracak olursak: “(...) sabahleyin şafak sökmeden kar, yağmur, rüzgar, güneş hiçbir mani dinlemeyip fakrin, açlığın emriyle ıslana üşüye, titreye sendeleye, sessiz, şikayetsiz sürüne sürüne gelen ve bu mustarip, yorgun vücutların istirahat hakkını vermeden yine aynı emirle işe başlayan kadınlar.”

Reşat Enis’in Afrodit Buhurdanında Bir Kadın romanı, 1939 yılında yayımlandı. Dönemin sosyal atmosferine, yaşama ve çalışma koşullarına dair geniş gözlemler vardır. Edebiyat eleştirmeni Fethi Naci, bu kitap için “roman katına yükselemeyen, yazınsal değeri olmayan bir çalışma” değerlendirmesi yapmış, Ömer Türkeş ise “facialar antolojisi” olarak nitelemiş olsa da Nazım Hikmet’e göre bu kitap “Türk edebiyatının temel taşı” niteliğindedir. Reşat Enis kitapları o dönem toplatma kararı\baskısına maruz kalmıştır, emekçi bir kadının yaşadığı çifte sömürüyü çarpıcı bir dille anlatan Afrodit Buhurdanında Bir Kadın da yayınlandıktan kısa bir süre sonra toplatılmıştır. Enis’in 1960’lı yıllarda ses getiren bir başka romanı Sarı İt, sarı sendikanın başkanına karşı verilen mücadeleleri anlatır. Bu romanlar için edebi değeri düşük, ajitatif yanı yüksek ve propagandist gibi değerlendirmeler yapılmıştır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında çalışma yaşamına dair eserler oldukça sınırlıdır. 40’lı 50’li yıllardan itibaren Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Necati Cumalı, Sait Faik, Nazım Hikmet ve Aziz Nesin eserlerinde emekçi temsilleri vardır. Orhan Kemal için bir parantez açmak gerekiyor, özellikle Bereketli Topraklar Üzerinde romanı ustalıkla yazılmış, doğrudan işçi sınıfını anlatan, 1940 ve 50’li yıllardaki kırılma anlarını yazarın kendi yaşanmışlığı temelinde incelikle ele alan bir eserdir. Yazarın başka eserleri de var kuşkusuz: Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Baba Evi, Cemile… Vukuat Var romanı üzerinden çocuk işçiliğinin Çukurova’da yaşanan biçimine dair bilgiler edinmek mümkündür: “Çocuklar mahallenin çamuru, tozu toprağı içinde boy atıncaya kadar oynar, yuvarlanır, boy atıp da palazlandı mı, büyüklerinden birinin nüfus kağıdıyla fabrikaya girer, başlardı çalışmaya.”

İrfan Yalçın’ın Ölümün Ağzı romanı, Zonguldak maden havzasında “iş mükellefiyeti” gerçeğini merkezine alan, estetik açıdan güçlü, akıcı bir üslubu olan, maden işçilerinin gerçekliğini açıklıkla anlatan bir eserdir. Kitabın hemen ilk sayfasında bir işçinin söylediği sözler: “Ayağı kırılan bir ocak katırı, yiten bir kazma, bizlerin ölümünden daha çok üzerdi başımızdakileri. Çünkü ocakta çalışan katır az bulunuyordu. Kazma kürek belli sayıdaydı. Ama bize gelince, karıncalar kadar çoktuk biz!” Ölümün Ağzı, maden işçileri ile yapılan konuşmalar, arşiv taramaları ve araştırmaları üzerinden kaleme alınmıştır. Maden işçileri, ağır çalışma koşullarından dolayı birçok sanatın konusu olmuştur, sadece romanlar değil şarkılar ve türküler, fotoğraf ve sinema gibi sanatlar maden işçilerini ele almıştır. Ölümün Ağzı’na dönecek olursak, Yalçın kitabın önsözünde şunları söylüyor: “Eğer bir gün acının tarihi yazılırsa, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak kömür ocaklarında uygulanan işçi mükellefiyetinin kısaca, mükellefiyetin de sözü edilir herhalde. Bu sözcük yükümlülük anlamına gelir Arapça’da. Ama bu sözcük Zonguldak maden köylerinde karabasanla eşanlamlı kabul edilir.” Yalçın’ın edebiyat dili oldukça inceliklidir, okuyucusunu hiç sıkmaz, yerel lehçeleri kullanır, yerelin kültürel değerlerine, ilişkilerine dair fikir sahibi oluruz. “Anşa, Anşa, Niyazi de mi girdi ölümün ağzına yoğsa? O uşamı da yedi yuttu ecel?” İrfan Yalçın’ın eseri dışında madenciler ile ilgili Muzaffer Oruçoğlu’nun Grizu, Mehmet Seyda’nın Yanartaş, Behçet Kalaycı’nın Kıvırcık-Genç Bir Madencinin Öyküsü romanları sayılabilir.

“Bereketli Topraklar Üzerinde”den sınıfa gerçekçi bakış

Türkiye’de yaşanan önemli dönüşüm süreçlerini, tarımda makineleşme ve kentlere göç, kentte yaşam pratikleri ve hayata tutunma hallerini büyük bir ustalıkla kaleme almış olan Orhan Kemal, sınıf edebiyatının en önemli isimlerindendir. Hayatının birçok döneminde işçilik yapmış olan yazarın tanıklıkları ve gözlemleri sonucu ortaya çıkan eserleri, gerçekçi edebiyatımızın güzel örneklerindendir. Yazarın 1954 tarihli Bereketli Topraklar Üzerinde romanı üzerinden döneme ve işçi sınıfına bakacak olursak: 2. Paylaşım Savaşı sonrası değişen güç dengelerinden etkilenen ve sosyo-ekonomik yapısında değişimler yaşanan bir ülke. Türkiye, savaşa katılmamıştır; fakat savaş ekonomisi uygulamalarından derin biçimde etkilenmiştir. Üretim yarı yarıya düşmüştür. İthalatta %50 civarında bir azalma, buğday üretiminde ciddi bir düşüş yaşanmıştır. 900 bin kişinin silah altına, orduya alındığı tahmin edilmektedir. Ekmek sorunu, karne uygulamaları ile çözülmeye çalışılmış, halk oldukça yoksullaşmış, ama bazı kesimler savaş zengini olmuştur. 1940 tarihli Milli Korunma Kanunu, emekçilerin halini beter bir duruma getirmiştir. Ücretler dondurulmuş, çalışma saatleri uzatılmış, iş yasası hükümleri tamamen askıya alınmıştır. İş mükellefiyeti gibi uygulamalarla adeta toplama kampları oluşturulmuştur. Savaş sonrası oluşan yeni dünya içinde Türkiye de yerini almış, IMF ve NATO gibi kuruluşlara üye olmuştur. ABD’den gelen kredilerle tarımda makineleşme, traktör alımı gibi ABD’nin belirlemiş olduğu gelişmeler hayata geçmiştir. 1950’li yıllarla beraber kırsal alanlardan kentlere doğru yoğun bir göç süreci başlamıştır ve beraberinde işsizlik, yoksulluk ve konut sorunu gibi birçok alanda sorunları beraberinde getirmiştir.

Bereketli Topraklar Üzerinde romanında da ilk karşımıza çıkan şey göç olgusudur. Sivas’tan tren ile yola çıkan üç arkadaş, soluğu Çukurova’da alırlar. Göç etmenin en temel nedeni ‘geçim sıkıntısı’ olarak ifade edilir. Pehlivan Ali, Köse Hasan ve İflahsızın Yusuf’un yolculuk sırasında konuştukları, döneme dair önemli ipuçlarını işaret etmektedir:

Yusuf: “...hepimizinki de bir ekmek derdi mesala. Öyle değil mi?”

Köse: “Ne diyorsun Yusuf? Gözü çıksın. Yurdumuzu, yuvamızı ne diye teptik?”

Yusuf: “Tarlamız marlamız yok bizim. Şunun bunun yanında çalışırız harmana marmana gideriz, çift süreriz... n’olacak köy yeri işte.”

Kentte bir hemşerilerinin olması, fabrika sahibi olan hemşerilerinin kendilerini kesin olarak işe alacağına dair inançları ve ardından yaşananlar oldukça önemlidir. Bu nokta göç olgusunun, kentte tutunma hallerini anlamamızı sağlayan önemli göstergeleridir. Sosyolojik olarak önemli veriler içermektedir yapılan konuşmalar: “Hemşerimiz be, Hemşerinin kötüsü mü olur? Amanın hemşerilerin gelmiş diye bizi tutmayıpta işe şehirliyi ne diye tutsun?” İşçileşen köylüler, kentte bir tanıdık, hemşehrilerinin olmasını önemli bir dayanak olarak görmektedirler.

Fabrika içinde çalışma koşulları oldukça ağırdır. Köyden kente gelen üç arkadaş ilk kez fabrika görürler ve belli bir şaşkınlık yaşarlar. Çalışma koşulları hakkındaki tepkileri, gerçekçi ve canlı tasvirlerle romanın içinde yer almaktadır. Çırçır dairesi, kirli koza ve sulu koza gibi fabrika içi alanlar romanda geçmektedir. Sulu koza olarak ifade edilen alanda çalışan işçilerin durumu çok zordur. Köse Hasan, kısa sürede zatürreye yakalanır. “Aman deyim Hasan, ayağını sıkı bas, hasta masta olup dert olma başımıza da...” Hasan hastalık sürecindeki bakımsızlıktan hayatını kaybeder, arkadaşları ise bunu alınyazısı olarak görürler.

İşçilerin oturdukları evlere baktığımızda koşulların ne denli ağır olduğu ortaya çıkar. Bir zamanlar hayvanların bağlandığı, tabanı gübre olan, genişçe bir ahır. Fabrika içinde ırgatbaşları ile işçiler arasında bulunan hiyerarşik ilişki çok açıktır, hatta ırgatbaşları işçilerin ücretinin bir kısmına ‘el koyar.’ Üç arkadaşın bu durumla ilgili şikayeti sonrasında ırgatbaşının isteğiyle işten kovulur, yaka paça atılırlar. Kentte ilk tokatı hemşehrilerinden yemiş olurlar bu haliyle. Enformel sektör kentlerde oldukça yaygındır, işten atıldıktan sonra “taşeron” vasıtasıyla inşaatta çalışmaya başlarlar. Taşeron, işçiler tarafından “müteahhidin müteahhidi” olarak ifade edilir. Orhan Kemal taşeronluğun erken dönem uygulamalarını göz önüne serer eserinde.

Pehlivan Ali’nin inşaattan kaçarak tarımsal alana göç etmesiyle roman daha çok Ali’ye odaklanır. Ali’nin harman yerindeki çalışma koşullarına tanıklık ederiz, ‘koltukçular’ denilen patoz makinesinde çalışan işçilerin adeta makine gibi çalıştırıldıklarını, yemeklerin çok kötü olduğunu, iş saatlerinin uzunluğunu, paydos saatlerinin tamamen ırgatbaşının keyfine göre belirlendiğini, işçilerin barınma sorunu olduğunu, tarlada yattıklarını görürüz. Romanın bu bölümlerinde Çukurova’da tarım işçilerinin yaşam pratikleri sade eve özlü bir biçimle anlatılır.

Romanın sonuna doğru yiğit bir işçi olan Zeynel’in işçileri harekete geçirme çabalarını görürüz. Zeynel’in çağrılarına işçiler, gerek jandarma korkusu gerekse işsiz kalmaktan çekinmelerinden dolayı pek yanaşmazlar. Pehlivan Ali’nin patoz mekinesine ayağını kaptırarak hayatını kaybetmesi sonrası, Zeynel harmanı ateşe verir. Zola’nın Germinal’inde de böyle bir bitiş söz konusudur. İşçilerin örgütlenerek sorunlarını çözme yoluna gitmek yerine, bireysel çıkışlar üzerinden halletme yoluna gitmesi, sorunların tam olarak çözümünü sağlamamaktadır.

Sonuç yerine

Türkçe edebiyatta ciddi bir ‘köy edebiyatı’ gerçeği var, fakat ‘işçi edebiyatı’ oldukça kısıtlı durumdadır. Yazarlar tarafından köy sorunu, uzun yıllar boyunca işlenmiş, işçi sınıfı gözardı edilmiştir. Çalışma hayatı, eserlere daha çok dolaylı bir biçimde konu olmaktadır, doğrudan işçi sınıfını anlatan eserlerin sayısı daha az. Eserler ‘toplumcu gerçekçilik’ çerçevesinde oluşturulmuştur, grevler\direnişler için yazılmış şiirler de vardır, Hasan Hüseyin’in Kavel şiiri ilk elden örnek verilebilir:

“İzin verirlerse Kavel grevcileri

ilk çocuğumun adını

kavel koyacağım.”

Orhan Kemal’in Grev hikayesi işçi mücadelelerini konu almaktadır: “Harb biteli beş sene oluyor, iş kanunun hükümlerini yerine getirmenizi istiyoruz.” Türkiye’de, Batı edebiyatında olduğu gibi bir ‘işçi edebiyatı’ndan bahsetmek zordur, bunda Türkiye’nin kapitalistleşme sürecine daha geç girmesi, işçileşmenin daha gecikmeli ve zayıf gerçekleşmesi etken olmuştur. Tarihsel süreç içinde önemli bazı eserleri üretilmiş olsa da içinden geçtiğimiz dönemde işçi sınıfı edebiyatına katkı sınırlıdır. Emek tarihi çalışmalarında edebi metinler yeteri kadar değerlendirilmemektedir. Emek ve edebiyat arasındaki ilişkiyi doğru kurabilmek ve bu alanda eserler üretebilmek, sınıfın dünü ve bugününü anlayabilmemiz, geleceği ise öngörebilmemiz açısından oldukça önemlidir.

K. Aras