19 Ağustos 2011
Sayı: SİKB 2011/32

 Kızıl Bayrak'tan
İçeride dışarıda yeni bir savaş ve saldırganlık dönemi
“Kürt açılımı”ndan kirli savaşa…
İftar sofrasında savaş tamtamları!
Koşar adım Suriye batağına
Sömürgeciliğe sıkılan ilk kurşundan bugüne.. - S. Yalçınkaya
Krizin faturasını kapitalistler ödesin!
Güçbirliği, bölge toplantıları ve
bazı görevler
MİB MYK Ağustos ayı toplantısı sonuçları.
Baskılara karşı direniyorlar
Kubatoğlu direnişçisi Cafer Timtik’le direnişin 100 gününü konuştuk
Ümraniye İşçi Birliği kuruldu
Kriz derinleşirken
isyan her yerde!
İsrail’de emekçiler
alanları terketmiyor
Kriz derinleşiyor, silahlanma artıyor!
Kapitalizm açlık ve ölüm demektir!
Mücadeleyle dolu bir yaşam süren Mihri Belli aramızdan ayrıldı
17 Ağustos’u unutma, unutturma!
Rant ve soyguna devam
Mamak Kültür Sanat Festivali’nin ardından
Sacco ve Vanzetti’yi insanlığın vicdanında canlı tutmak için
İspanya’nın kızıl çiçeği: Lorca!
TÜİK’ten pembe tablo.
İçerden yanan ateş!
“Kürdistan açık bir toplu mezar gibi”
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

17 Ağustos’u unutma, unutturma!

Geçmişi unutan geleceği tasarlayamaz!

O tarihte doğmuş olan bir bebek şimdi ilkokulu bitirdi. Tam 12 yaşına geldi. Hiçbir şey görüp geçirmedi daha. Memleketin bir köşesinde kendisinin doğduğu gün bir sarsıntı sonrasında ölen aynı yaşta, daha büyük ya da daha küçük yaşta çocukların olduğundan bihaber yaşamaya çalışıyor. Bihaber olsun zaten, yoksa nasıl anlatırsınız, her an deprem riski altında olan bir coğrafya üzerinde birilerinin hırsları ve açgözlülüğü uğruna o çocuklarla aynı kaderi paylaşabilme ihtimalini, evinin bir gün başının üstüne yıkılabileceğini, sevdiklerini, annesini, babasını o evin altında bırakabileceğini… Tüm bunları bir çocuğa anlatamazsınız elbet, daha doğru bir ifade ile anlatmak istemezsiniz. Çünkü “niye izin veriyorsun?” gibi bir soru ile karşılaşmamayı tercih edersiniz. Nasıl cevap verirsiniz ki, doğa olayı depremin bu topraklarda neden bir felakete dönüştüğüne, üstelik insan eliyle, bilerek ve isteyerek böyle olduğuna, bu yüzden 17 Ağustoslar’ın yaşandığına ve sizin de yitip giden her canda bir payınız olduğuna. Siz vereceğiniz cevabı düşüne durun, biz unutmamak için bir daha hatırlatalım ne yaşadığımızı ve neden yaşadığımızı.

12 yıl önce, 17 Ağustos 1999 tarihinde sabaha karşı saat 03.02’te meydana gelen deprem 7.4 büyüklüğündeydi ve 45 saniye sürmüştü. Merkezi Gölcük olan deprem İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Yalova, Bolu, Bursa, Bilecik gibi çeşitli illerden hissedilip geniş bir bölgede etkili olmuştu. Resmi olmayan rakamlara göre 40 binin üzerine insan yaşamını yitirdi. Yıkıntılardan sağ çıkanlar ise sefaletin kucağına düştü. Yaşanan deprem sonrasında ne açılan davalardan bir sonuç çıktı, ne sorumlular cezalandırıldı (bir - iki göstermelik tutuklama dışında), ne de gelecekte olabilecek benzer durumlara karşı bir planlamaya gidildi. Yani 12 yıl önce ne isek şimdi de aynıyız. Nasıl bir yıkım yaşadıysak yine benzer bir yıkım yaşama tehlikesiyle karşı karşıyayız. Önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da TMMOB’ye bağlı odalardan çeşitli açıklamalar yapıldı. Yapılan açıklamaların çıktığı yol hiçbir tedbirin ve güvenliğin geçen süre zarfında alınmamış olmasıydı. Üstüne üstlük gündeme getirilen yeni kentsel dönüşüm politikaları ve çılgın projeler ile çok daha büyük tehlikelerin kıyısında bulunduğumuzdu. 

Son zamanlarda karşılaştığımız her yeni projenin ya da yapılan yasa değişikliklerinin alamet-i farikası sermaye için büyük bir öneme sahip olan inşaat sektöründeki yükseliştir. TÜİK’in 2010 yılına ait verilerinde Türkiye ekonomisinin 8,9 büyüdüğü ve bu büyümede inşaat sektörünün yüzde 17,1 ile en fazla büyüme kaydeden sektör olduğu bilgisi veriliyor. Elbette bahsedilen bu büyüme içerisinde insan hayatının ve barınma hakkının zerrece değer teşkil etmediğini anlamak çok zor olmasa gerek. Hal böyle olunca da pıtrak gibi her gün yeni birisi ile karşılaştığımız projeler ve oldubittiye getirilen yasa değişiklikleri daha belirgin bir yere oturuyor kafamızda. Tabi kimi zamanlar bu kadarı da olmaz dedirtmemek için yalandan birkaç itirafta bulunmak da “delikanlı duruşu”nu sergileyen hükümet sözcülerinin raconu olsa gerek.

Bir zamanlar KİPTAŞ’ta Genel Müdürlük ve TOKİ’de Başkanlık yapan şimdilerin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar 2009 yılında TOKİ Başkanı iken yaptığı bir konuşmasında, “…Ama yanlış yapmıyor muyuz? Çok yanlış yapıyoruz. Bilimsel kriterler, şehircilik kriterleri manasında, mimari tarzda çok yanlışlarımız, eksiklerimiz var” (20.10.2009, Radikal, TOKİ Başkanı: 400 bin konuta ulaştık ama mimari yanlışlıklarımız da oldu ) şeklindeki bir açıklama yapmasına rağmen, hala TOKİ eliyle yapılan konutlar ölümlere açık birer davetiye oluyor. Mimarlar Odası Merkez Yönetim Kurulu tarafından yapılan 16 Ağustos 2011 tarihli açıklamada yer alan şu cümleler, sermaye sahiplerinin ve yasa koyucuların nasıl bir insani kirlilik içinde olduğunu ve her yanı kuşatmaya çalıştığını açıkça gösteriyor. Açıklamada “17 Ağustos depreminden sonra “ölüm ovası” olarak adlandırılan ve hiçbir biçimde yapılaşmaya açılmamış olması gereken Yalova’daki Hacı Mehmet Ovası dahi TOKİ eliyle yapılaşmaya açılarak bini aşkın konut yapılabilmekte; Kocaeli ve Simav gibi yerlerde fay hatları üzerine yerleşim kararları alınabilmektedir” denilmektedir. Şimdilik TOKİ’yi bir kenara bırakırsak bir diğer konuda ceza hukukunun neye ve kime yaradığı oluyor.

Aramıza salınan katiller

Hepimizin hatırlayacağı üzere 17 Ağustos sonrasında en çok gündeme gelen, belki de bilinçli olarak gözümüze sokulan, adıyla müsemma kişi Veli Göçer oluyor. Yalova Çınarcık’ta inşa ettiği ve “Gelin sizin yuvanızı yapalım” sloganıyla satışını yaptığı evlerde 190’a yakın insanın ölümüne sebep olan Veli Göçer 7,5 yıllık hapislikten sonra serbest kaldı. Yalova Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 765 sayılı TCK 455/2 maddesince, 5237 sayılı yeni TCK’nın 85. Maddesinde, “Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise, kişi iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” suçundan 18 yıl 9 ay hapis cezası almış fakat gelinen noktada af ve zaman aşımı nedeniyle 7,5 yıl hapis yatmıştır. Bir yönüyle 40 bine yakın kişinin ölümüne sebep tek kişi elbette Veli Göçer değildir. Daha onlarca siyasetçi, milletvekili, belediye başkanı, iş adamına davalar açılmış ancak birçok dava düşmüştür.

Bu duruma da en manidar ve bir o kadar da doğru yanıt,  “Eğer gerçekten adalet varsa yargılanan binlerce kişi arasında bir tek kişi mi cezalandırılır?” , “Ben bu çelişkiyi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) bildirdim. Onlarda beni haklı buldular ve davamı görüşmek üzere sıraya koydular. AHİM’den gelecek sonuca göre hayatıma yön vereceğim. Türkiye’de adaletin verdiği bu çelişkili kararlar, adalete olan güven duygusunu azaltıyor.” (13.08.2011, Radikal, Veli Göçer tahliye oldu ) ifadeleriyle Veli Göçer’in bizzat kendisinden gelmiştir. Birinci muhataplardan biri tarafından sarf edilen bu sözler bile göstermektedir ki gelecek günlerde daha çok ailenin tabiri caizse “yuvası yapılacak”, canı yanacaktır.

Depremin ardından yaşanan vicdansızlık, arsızlık ve keyfiyettir

Nüfusunun yüzde 95’inin deprem riski altında yaşadığı Türkiye’de en güvenli olduğu söylenen Konya’da bile yakın zamanlarda birden fazla yaralının olduğu depremler meydana gelmiştir, şans eseri kurtulsanız bile ölmediğinize lanet ettiren olaylar yaşanmaktadır. Bunlardan biri de 17 Ağustos depremi sonrasında Irak tarafından İzmit’in Arzalı mevkine yapılan, depremde iki ve daha fazla birinci dereceden yakınını kaybetmiş depremden önce kiracı olduğu için deprem konutlarından ev almaya hakkı olmayan depremzedelerin oturması için verilen Arzalı konutlarında yaşayan insanların zorla çıkarılmaya çalışılmasıdır. Bir yanıyla çekilen acıyı kat ve kat arttırmışken bir de barınma haklarının ellerinden alınıp kaldıkları yerlere daha nüfuslu insanların yerleştirilmeye çalışılmasına denilebilecek söz yoktur. Ölümlerin sorumlusu olan devlet erki, utanıp sızlanmadan insanları sokağa atıp başınızın çaresine bakın demekte bir beis görmemektedir. Bu duruma karşı tepkilerini gösteren depremzedeler kendilerini yakmayı bile çare olarak görecek noktaya gelmişlerdir. Nisan 2011’de Arızlı konutlarında oturan Çisem Uğur adlı kadın üzerine benzin dökerek kendini yakmaya çalışmıştır. Ramazan ayı vesilesi ile her türlü vicdani istismarı yapıp yoksul edebiyatına sarılanlar yukarıdaki örnek ile yanlarında onlarca maske taşıdıklarını her geçen gün tekrar tekrar bizlere kanıtlıyorlar.

Gelecekten korkmamak için...

Yaşanılan acılar egemenler için hiçbir önem taşımıyor elbette. Düzgün bir şehir planlaması, zemin etüdü yapılmadan, bilimsel ve teknik bilgiye ve bilim insanlarına başvurmadan sadece bildiğini okuyan ve bildiği tek şey daha fazla sermaye olan bu sistemin, deprem çantası hazırlamak dışında da yapacak çok fazla şeyi olmadığı aşikârdır. Bize bizden başka dost yoktur, güvenli ve sağlıklı bir gelecek sadece kendi ellerimizdedir.